17 Eylül 2006 Pazar

Aşk felaket, ölümsüzlük ve Bob Dylan


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/16 Eylül 2006

Bob Dylan’ın 44. albümü “Modern Times”, son günlerde müzik dünyasında en çok konuşulan albümlerden biri.

Ülkemizde de yaklaşık on gün önce satışa sunulan albüm, Amerika’da ilk haftasında 192.000 adet satarak Billboard Albümler Listesi’ne 1 numaradan giriş yaptı. Bununla da kalmadı; Avustralya , Kanada , Belçika, Danimarka , İrlanda , Yeni Zelanda, Norveç ve İsviçre’de de albüm listelerinin 1 numarasına oturdu.

Bob Dylan, adı artık efsaneleşen, dünyaca ünlü bir Amerikan folk şarkıcısı, yıllara meydan okuyan, hakkında kitaplar yazılıp belgeseller yapılan bir müzisyen.

Elli yıla yaklaşan kariyeri boyunca tüm dünyada şimdiye kadar 100 milyondan fazla albümü satıldı. Bu yüzden belki bu ilgiye şaşırmamak gerek ama, şu bir gerçek ki, bir numaraya çıkan en yaşlı müzisyen oldu Bob Dylan.

“Modern Times”, Dylan’ın büyük başarı kazanan önceki iki albümü “Time Out Of Mind” ve “Love And Theft”in ardından bu serinin üçüncüsü olarak görülebilir.

Ünlü sanatçı, 1990 yılından sonra, 1997 yılında üç Grammy ödülü kazanan “Time Out Of Mind”a kadar olan sürede hiçbir yeni şarkı yayımlamamıştı. Aslında bu son albümde müzikal anlamda büyük bir yenilik sunmuyor Dylan. Hatta Muddy Waters’dan, Merle Haggard’dan, Carl Perkins’den eski folk ve blues şarkılarını alıp, rock and roll ve country müzik öğeleriyle harmanlayıp kendine özgü yorumuyla seslendiriyor. Zaten Bob Dylan, folk baladlarının geleneksel biçimde söylenişine tutkun ve dijital kayıtları da değersiz işler olarak değerlendiriyor.

Dylan’ın sesi yine o bildiğimiz çatallı ses, fakat 65 yaşında artık daha rahatlamış bir müzisyenin kendinden emin söyleyişi hakim tüm albümde. Ancak bana göre, bunların hiçbiri “Modern Times”ın iyi bir albüm olarak görülmesinin nedeni değildir.

Dylan’ın asıl cevheri, o gerçekçi, alaycı, zaman zaman da esprili diliyle, Amerikan deyimlerini son derecede incelikle kullandığı şarkı sözü yazarlığındadır. İçinde yaşadığı toplumu büyük bir ustalıkla resmeder albümlerinde. Her şarkısı baştan sona ayrı bir hikayedir. O hikayeleri dinledikçe seversiniz onun şarkılarını.

Sanatçının prodüktörlüğünü de kendisinin yaptığı “Modern Times”da öne çıkan temalar aşk, din, ölümsüzlük ve dünyasal meseleler. “When The Deal Goes Down” adlı şarkıda ölümsüz aşktan söz ediyor usta müzisyen. “Yarın etramızda dolaşıp duruyor/Yaşar ve ölürüz, neden bilmeyiz/Fakat herşey bitip sona erdiğinde ben senin yanında olacağım” diyor.

Her ne kadar internet üzerinden yayın yapan Slate dergisinin müzik eleştirmeni Jody Rosen’in dediği gibi, “yılın en iyi sevişme albümü” olmasa da, Bob Dylan’ın bu albümü epeyce romantik ve elbette kadınlar şarkıların başrolünde. Evet, kadınlar… O kadar ki, “Thunder On The Mountain”de şaşırtıcı bir şekilde R&B’nin genç yıldızı Alicia Keys’i düşündüğünü bile itiraf ediyor Dylan.

1960’ların ünlü protest müzisyeninin bu son albümünde tek politik mesaj veren şarkı ise “Workingman’s Blues # 2”. Merle Haggard’ın şarkısına kendi sözlerini yazmış Dylan. “Para giderek azalıp eriyor/Yeni bir yolda yürüyoruz/Yurtdışında yarışırsak düşük ücretlerin bir gerçek olduğunu söylüyorlar” diyerek emekçilerin küreselleşme karşısındaki koşullarından söz ediyor.

Amerika’da geçtiğimiz yıl meydana gelen Katrina kasırgasına gönderme yapan bir felaketi anlatan “The Levee’s Gonna Break”, gerçekte daha önceleri Led Zeppelin’in de yorumladığı bir Memphis Minnie klasiği. Dylan, yazdığı yeni sözlerde krizin aşılması için aşka ve sevgiye sarılmayı öneriyor.

Bu noktada iyimser bir bakış açısı var. Fakat yine de albümü dinleyince asıl öne çıkan duygu, modern zamanlara getirilen eleştirel bakış açısı ve eski günlere duyulan özlem. Bu bakımdan, Charlie Chaplin’in 1936 tarihli filmi “Modern Times”a atıf yapan albüm adı da bir tür ironi olsa gerek.

Bob Dylan’dan hoşlanmayabilirsiniz, müzikal yaklaşımını beğenmeyebilirsiniz. Benim gibi, şarkı sözlerini fazla ruhani bulabilir ya da Dylan’ın kısa bir zaman önce neden ünlü iç giyim markası Victoria’s Secret’ın reklam filminde rol aldığını da anlamamış olabilirsiniz. Bob Dylan’ın müziği sizi heyecanlandırabilir ya da sıkabilir; sesini sevebilirsiniz ya da dayanamayabilirsiniz. Fakat bunlar onun şarkılarıyla hikayeler anlatıp, yaşadığı çağa ayna tutan büyük bir ozan olduğu gerçeğini değiştirmez.

“Modern Times”, felsefi, dini, ruhani, dünyevi meseleler üzerine çarpıcı, akıllıca ve kurnaz ifadelerle yoğrulmuş bir country blues albümü ve Dylan’ın kariyerinin en başarılı çalışmalarından biri.

9 Eylül 2006 Cumartesi

Fotoğraflarla Zamanda Yolculuk


Gökşin Sipahioğlu 'nun ''Doğru Yerde Doğru Zamanda'' başlıklı retrospektif sergisi 6-7 Eylül'ün yıldönümünde İstanbul Modern'de açıldı. Yarım yüzyılı aşkın bir süredir Türk ve dünya basın fotoğrafçılığının en önemli isimlerinden biri olan Sipahioğlu'nun 127 adet siyah-beyaz fotoğrafından oluşan sergi, 26 Kasım'a kadar sürecek.

Foto muhabirliğine yaptığı katkılarla tarihe geçen Sipahioğlu, Sipa Press Fotoğraf Ajansı'nın kurucusu ve yöneticisi olarak dünya çapında başarı kazandı. 1955 yılında meydana gelen 6-7 Eylül Olayları sırasında İstanbul Ekspres'in yazı işleri müdürüydü. Gazetede olayla ilgili yayımlanan haber nedeniyle eleştirilere hedef oldu.

1956'da yaşanan Süveyş Krizi'ndeki ''Sina Çatışması''nı izledi. 1962'de ''Füze Krizi'' sırasında, giriş çıkışların yasaklandığı Küba'ya, denizci pasaportuyla giden tek gazeteciydi.

1960'larda Enver Hoca 'nın diktatörlüğünde kimsenin giremediği Arnavutluk'a 1961'de savaştan sonra giden ilk Batılı gazeteci oldu. 1958'de komünist ülkelere savaştan sonra giren ve 1949'da Mao Zedung'u iktidara taşıyan devrimden sonra 1965'te Çin'e giden ilk Türk gazetecisiydi.

Bugünlerde anılarını yazan Sipahioğlu'yla gazetecilik ve fotoğraf üzerine söyleştik.

Sizin biyografinize baktığımda dünya ölçeğinde çok başarılı bir meslek hayatınız olduğunu görüyorum. Merak ediyorum, acaba hiç içinizde kalan, ''Şunu da yapsaydım'' dediğiniz bir şey var mı?

Doğrusu tekrar bir akşam gazetesi çıkarmak isterdim. Fakat akşam gazetesi eskiden çok önemliydi. Tabii televizyon çıktıktan sonra bu önemini kaybetti. Ama şimdi de buna biraz olanak var aslında. Avrupa'da, Paris'te buna benzer projeler var. Ücretsiz satılan, akşamları 400 bin basan gazete çıkarmak istiyorlar, ki çok önemli Fransa için. Belki onu yapmak isterdim.

Fransa'da mı Türkiye'de mi?

İki yerde de olabilir. Burada dağıtma olanağı daha kolay. Fransa'da o kadar kolay değil. Burada vapurla, trenle, tramvayla gelip giden çok. Dağıtma yerleri çok olduğu için daha ilginç.

Burada en büyük sorunlardan biri de dağıtım konusunda yaşanıyor aslında...

Öyle mi? Ama şimdi yasaklayabilirler mi böyle dağıtmayı? Türkiye'de önemli olan bitaraf, yani hiç kimseye bağlı olmayan bir gazetenin çıkması.

Akşam gazetesi çıkarmak dışında yapmayı istediğiniz başka bir şey var mı?

Tekrar fotoğraf çekme imkanı vardı ama, onu da yapamadık. Sipa'dan ayrıldıktan sonra en büyük isteğim, Irak'a gidip Saddam 'ı bulmaktı, fakat ben daha gidene kadar Saddam hop diye yakalandı, bütün fotoğraflar çekildi. Çekilmeyen resim kalmadı.

Keşke yapmasaydım dediğiniz bir şey var mı?

Zannetmiyorum, yok.

6-7 Eylül Olayları'nın büyümesinde size sorumluluk yükleniyor.Bu konuda görüşünüzü alabilir miyim?

O tabii çok iğrenç ve yalan bir şey.

Bir süre önce de Hürriyet gazetesinin eski genel yayın yönetmenlerinden Muammer Kaylan'ın yazdığı ''Kemalistler'' adlı kitapta okudum. Orada da bu olaydan söz ediliyor. Atatürk'ün Selanik'teki evinin bombalandığını duyuran haberinizin yayınlanmasıyla İstanbul Ekspres'in satışının 30 binden 300 bine çıktığı yazıyor.

Ne vakit çıktı bu kitap?

Türkiye'de bu yıl yayımlandı. Fakat siz daha önce bu yöndeki iddialara yanıt verdiniz. Ben onları tekrar sormak istemiyorum. Sormak istediğim şey, siz bunların doğru olmadığını söylediniz, fakat bir yandan da bunu yaptığım için pişmanım, şimdi olsa yapmayabilirdim diyorsunuz...

Bunlara en güzel cevabı bu serginin kataloğunda Tufan Türenç yazdı. Bu şimdi şey gibi; geçenlerde Lübnan'da Hizbullah ne dedi; bu iki kişiyi kaçırdık. Eğer böyle bir sonuç olacağını bilseydik yapmazdık, dedi. Bizim habere gelirsek, zaten olaylar başlamıştı. Böyle bir haberi vermemek gazetecilik yapmamak demek. O vakit televizyon yoktu. Biz bu haberi nereden aldık? Ajanstan ve radyodan aldık. Abartılmış denmesi de yalan. Gayet tabii ki, cinayet olduğunda ya da bir adam idam edildiğinde haber büyük veriliyor. Atatürk'ün evine bomba konuldu. Bombayla hasara uğradı. Bütün gazetelere yalan attılar, bomba atıldı diye haber verdirdiler. Yalan. Manşetin altında da Yunan hükümetinin verdiği tebliği yayınladık. Yunan hükümetinin bu işle hiçbir ilgisi yoktur diye. Ama tabii elli yıl sonra bana telefon eden iki kişi oldu. Bir Altan Öymen , bir de Zaman gazetesi. Bir de Özgen Acar'la konuştuk. Onun dışında bu olayın 50. yılı vasıtasıyla bütün yazılanlar benimle konuşulmadan oldu. Kimse bana telefon bile açmadı. Halbuki gazetede benim dışımda başka insanlar da vardı, onlar aranabilirdi. Ben, böyle olacağını bilseydim o haberi vermezdim dedim. Gayet tabii. Türk tarihinin en feci bir olayı. Türkiye'ye daha büyük bir kötülük yapılamazdı. Elbette ki böyle olacağını bilseydim, belki es geçilebilirdi bu dedim. Ama yine de diyorum ki, böyle bir olay olduğu vakit bunun üzerinde durmak şarttır gazetecilikte. Düşünmeden böyle 300 bin bastı deniyor. Şimdiki rotatiflerle bile 300 bin zor. Biz o haberi saat 01.00'da aldık. Gazete 04.30'da baskıya çıktı. O kadar zamanda zaten nasıl olacak? Söyledim onu daha önce, bilmem okudunuz mu?

Okudum, evet.

Her gün bankaya para yatırılıyordu. İki bobin, iki bobin.... Bir kere 300 bin basabilmek için o kadar kağıt bile bulmak imkansız. Sonra o kağıtları nereye getirecekler, nereye koyacaklar, kim taşıyacak? Saat 5'te başladı baskı. 8'de bitti. Zaten hava karardıktan sonra gazete basılmaz ki. Üç saatlik bir sürede oldu. Bizim o günkü tirajın otuz bine vardığını bile sanmıyorum. 20-25 bin filandır en fazla. Gazetenin o vakit saatte 10 binden fazla basan bir makinesi yoktu. 50 senelik bir rotatifti o. Neler yazmadılar o konuda? Gazete daha önceden basılmış. Yunan hükümetinin tebliğini nasıl koymuşuz.

Bu konu üzerindeki tartışma elbette konunun önemi nedeniyle hiç bitmeyecek.

Doğru dürüst bir gazetecilik olsa, böyle diyenlere karşı bir de onların dediklerinin neden olmayacağına bakmak lazım. Ben güya Mithat Perin'le beraber Adnan Menderes'le buluşmuşum, öyle karar verilmiş. Ben Adnan Menderes'e hayatımda bir defa rastladım. O da, bir basın toplantısında. Ona sual sorduğum için ertesi günü beni gazeteden attırdı. 1956 senesiydi. 1955 senesindeki olaylardan dolayı onunla bir ahbaplığımız olsa, beni gazeteden attırmazdı. Dünya kupası için futbol maçımız vardı. Ona biz katılmadık ve hükmen mağlup olduk. Onu sordum, niçin böyle yaptık dedim. Orada aramızda bir münakaşa çıktı. Ertesi gün Mithat Perin'e telefon edildi, ben yazı işleri müdürü olduğum gazeteden ayrılmak durumunda kaldım. Sonra 6-7 Eylül'ün bir tertip olduğunu bana ilk söyleyen Fahrettin Kerim Gökay oldu. İhtilalden sonra İsviçre'de büyükelçiyken onunla röportaj yapmıştım. Sonra Yassıada'da fazla bir şey açıklamadı ama biliyordu ama ne olduğunu.

Yıllar önde Sipa'yı 16 metrekarelik odada kurarken bu kadar büyüyeceğini hayal etmiş miydiniz?

Evet. Haldun Simavi bir gün Paris'te benimle beraberdi. ''Ne diye kuruyorsun böyle bir şeyi şimdi?'' diye sordu. Ben bunu Avrupa'nın en büyük ajansı yapacağım dedim.

Başarıyı yakalamanızı sağlayan temel neden sizce ne?

Benim işe gazetecilikten başlamam. Hem fotoğrafçı hem gazeteci hem de idareci olmam.

Hâlâ düzenli olarak fotoğraf çekiyor musunuz?

Hayır. Sipa'dayken fotoğrafçılığa devam etmemi fotoğrafçılar istemediler.

Neden?

Başında bulunduğunuz bir ajansta aynı zamanda fotoğraf da çekerseniz rekabet yaratırsınız, o bakımdan.

Aslında bir özveri gibi geldi bana bu.

Maalesef öyle.

Bugünkü Türk basınında fotoğrafın kullanımını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugün Türk basınında bana en çok acı çektiren şey, hala fotoğrafa yeterli önem verilmemesi. Bir de gazetelerde foto editörü yok. Yani diğer memleketlerde, mesela Time mecmuasında yalnızca kapak resimlerini seçen bir yazı işleri müdürü var. Burada gazetelerde resim altı bile koymuyorlar. Fotoğrafçının ismini yazmıyorlar. Yoksa Türkiye'de çok iyi fotoğrafçılar var.

-

3 Eylül 2006 Pazar

Kulağınız İçin Sinema


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/2 Eylül 2006

Bazı albümler vardır; grubu tanımasanız da içindeki şarkılara bakar alırsınız. İşte bunlardan biri, Nouvelle Vague adlı grubun kısa bir süre önce yayımlanan ikinci albümü “Bande A Part”. Listedeki bazı şarkıları görünce ne demek istediğimi anlayacaksınız: Echo and The Bunnymen’den “The Killing Moon”; The Buzzcocks’tan “Ever Fallen In Love?”; Visage’dan “Fade To Grey”; Bauhaus’dan “Bela Lugosi’s Dead”; New Order’dan “Blue Monday”; The Sound’dan “Escape Myself”; Blondie’den “Heart Of Glass”; Yazoo’dan “Don’t Go”; Billy Idol’dan “Dancing With Myself”; The Cramps’den “Human Fly”; Blancmange’dan “Waves”…

Nouvelle Vague’u hiç tanımıyor olsaydım bile, benim böyle bir listeyi görüp es geçmem mümkün olmazdı. Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi albümde “The Killing Moon”u görürsem o albümü tereddüt etmeden alırım. Çünkü nasıl yorumlanmış diye merak ederim. Eh, benim kadar şarkı takıntınız yoksa bile, albümde yer alan şarkı listesinin çok iyi olduğunu kabul etmeniz gerek.

Kendi isimlerini taşıyan ilk albümleri ile tüm dünyada haklı bir üne kavuşan grup, yeni albümünde, punk, post-punk, new wave gibi müzik türlerinin sevilen şarkılarını bossa nova tarzında yeniden yorumlamış. Fransızca’da “yeni dalga” anlamına gelen “Nouvelle Vague”, gerçekte Marc Collin ve Olivier Libaux adlı iki müzisyen tarafından kurulmuş; fakat albümdeki cover’ları o şarkıları daha önce hiçbir yerde duymamış olan kadın şarkıcılar seslendiriyor. Bu yöntemin amacıysa, her bir yorumun kendine özgü olmasını sağlamak. Kimi şarkıları dinlerken, “Ben bunun orijinalini tercih ederim,” demeniz mümkün olsa da, bu durum albümün bir bütün olarak kayda değer bir çalışma olmasını engellemiyor.

Geçtiğimiz yıl İstanbul’da Babylon sahnesinde bir konser veren Nouvelle Vague, eminim müzikle yakından ilgilenenlerin dikkatinden kaçmamıştır. Eğer şu ana kadar onları duymadıysanız, “Bande A Part”ı dinlemenizi öneririm. Özellikle buğulu seslerin söylediği Fransız şansonlarının cazibesine kapılarak dış dünyadan bir süre için sıyrılıp başka yerlere gitmek istiyorsanız… Biraz melankoli, biraz hayal, biraz sinema… Hepsi “Bande A Part”ta.

Albümün ismi tanıdık mı geliyor kulağınıza? Haklısınız. Fransız yeni dalgasının müstesna ismi, yönetmen Jean-Luc Godard’ın 1964 tarihli ünlü filminin adıydı bu. Ne diyordu Godard filmin açışında; “İşte benim hikayem burada başlıyor!”. Nouvelle Vague da bu albümün her bir şarkısında ayrı bir hikaye anlatıyor. Visage’ın 1981 tarihli hiti “Fade To Grey”i şöyle açıklıyor Marc Collin: “Aklımda belli bir sahne vardı: Gözleri görmeyen genç bir kız Paris metrosunun içinde akordeon çalarak ‘Fade To Grey’i söylüyor ama kimse ona ilgi göstermiyor… Bu kulağımız için sinemadır.”

MOBY- DEBBIE HARRY İŞBİRLİĞİ

Modern müziğin ikonlarından Moby’den haber var: Ünlü müzisyen, 6 Kasım 2006 tarihinde “Go-The Very Best Of Moby” adlı bir best of albümü yayımlayacak. Bu yeterince iyi bir haber ama dahası da var. Albümün bir de sürpriz konuğu olacak: Debbie Harry! Evet, doğru okudunuz. 1970’lerin sonları ve 1980’lerde erkek egemen punk ve new wave sahnesinde ünlenen ve o dönemin en popüler rock and roll gruplarından Blondie’nin solisti olan Debbie Harry. Moby’nin yazıp bestelediği ve Debbie Harry’nin vokalde eşlik ettiği yeni şarkının adı “New York, New York”.

Müzikseverler bu yaz Manhattan’da gerçekleşen bu ilginç işbirliğinin sonucunu görmek için şarkının single olarak yayımlanacağı 23 Ekim tarihine kadar beklemek zorunda. Moby’nin bu ilk best of albümünde, sanatçının “Go”, “Why Does My Heart Feel So Bad?”, “Porcelain”, “In My Heart”, “Natural Blues”, “Lift Me Up”, “James Bond Theme” ve “Feeling So Real” gibi artık klasikleşmiş şarkılarının da aralarında olduğu toplam 15 şarkı yer alacak. Albümün Fransa’da yayınlanacak versiyonunda ise bir başka yenilik var. Moby, “Slipping Away” adlı şarkısında Fransızların Madonna’sı denilen Mylene Farmer ile düet yapmış.

Elbette, “Albümde şu da olsaydı keşke,” dediğim şarkılar da var ama best of albümlerin zorluğu da şarkıların seçimi olsa gerek; hele bu Moby gibi eklektik müzik anlayışıyla sayısız güzel şarkı bestelemiş bir müzisyenin albümüyse... Bugüne kadar Moby ne yayımladıysa hepsini dinledim, fakat bana onun en iyilerini 15 şarkılık bir albümde topla deseler, herhalde epeyce zorlanır, hangi şarkıları eleyeceğime karar veremezdim. Bu albüm, radyolarda ve televizyonlarda sıkça çalınan daha popüler olan şarkılara yer veriyor gözükse de, ünlü müzisyeni yeni dinlemeye başlayacaklar için oldukça iyi bir karışım sunuyor.

Yazıyı bitirmeden bir heyecan verici haber daha: Moby’nin ilk single’ı için çektiği video klipte başrolde disko kıyafetleri giymiş chihuaha cinsi bir köpek rol alıyor! Bunun yanı sıra, videoda oldukça ilgi çekici başka görüntüler de yer alacak. O da sürpriz olsun.

Translate