Gökşin Sipahioğlu 'nun ''Doğru Yerde Doğru Zamanda'' başlıklı retrospektif sergisi 6-7 Eylül'ün yıldönümünde İstanbul Modern'de açıldı. Yarım yüzyılı aşkın bir süredir Türk ve dünya basın fotoğrafçılığının en önemli isimlerinden biri olan Sipahioğlu'nun 127 adet siyah-beyaz fotoğrafından oluşan sergi, 26 Kasım'a kadar sürecek.
Foto muhabirliğine yaptığı katkılarla tarihe geçen Sipahioğlu, Sipa Press Fotoğraf Ajansı'nın kurucusu ve yöneticisi olarak dünya çapında başarı kazandı. 1955 yılında meydana gelen 6-7 Eylül Olayları sırasında İstanbul Ekspres'in yazı işleri müdürüydü. Gazetede olayla ilgili yayımlanan haber nedeniyle eleştirilere hedef oldu.
1956'da yaşanan Süveyş Krizi'ndeki ''Sina Çatışması''nı izledi. 1962'de ''Füze Krizi'' sırasında, giriş çıkışların yasaklandığı Küba'ya, denizci pasaportuyla giden tek gazeteciydi.
1960'larda Enver Hoca 'nın diktatörlüğünde kimsenin giremediği Arnavutluk'a 1961'de savaştan sonra giden ilk Batılı gazeteci oldu. 1958'de komünist ülkelere savaştan sonra giren ve 1949'da Mao Zedung'u iktidara taşıyan devrimden sonra 1965'te Çin'e giden ilk Türk gazetecisiydi.
Bugünlerde anılarını yazan Sipahioğlu'yla gazetecilik ve fotoğraf üzerine söyleştik.
Sizin biyografinize baktığımda dünya ölçeğinde çok başarılı bir meslek hayatınız olduğunu görüyorum. Merak ediyorum, acaba hiç içinizde kalan, ''Şunu da yapsaydım'' dediğiniz bir şey var mı?
Doğrusu tekrar bir akşam gazetesi çıkarmak isterdim. Fakat akşam gazetesi eskiden çok önemliydi. Tabii televizyon çıktıktan sonra bu önemini kaybetti. Ama şimdi de buna biraz olanak var aslında. Avrupa'da, Paris'te buna benzer projeler var. Ücretsiz satılan, akşamları 400 bin basan gazete çıkarmak istiyorlar, ki çok önemli Fransa için. Belki onu yapmak isterdim.
Fransa'da mı Türkiye'de mi?
İki yerde de olabilir. Burada dağıtma olanağı daha kolay. Fransa'da o kadar kolay değil. Burada vapurla, trenle, tramvayla gelip giden çok. Dağıtma yerleri çok olduğu için daha ilginç.
Burada en büyük sorunlardan biri de dağıtım konusunda yaşanıyor aslında...
Öyle mi? Ama şimdi yasaklayabilirler mi böyle dağıtmayı? Türkiye'de önemli olan bitaraf, yani hiç kimseye bağlı olmayan bir gazetenin çıkması.
Akşam gazetesi çıkarmak dışında yapmayı istediğiniz başka bir şey var mı?
Tekrar fotoğraf çekme imkanı vardı ama, onu da yapamadık. Sipa'dan ayrıldıktan sonra en büyük isteğim, Irak'a gidip Saddam 'ı bulmaktı, fakat ben daha gidene kadar Saddam hop diye yakalandı, bütün fotoğraflar çekildi. Çekilmeyen resim kalmadı.
Keşke yapmasaydım dediğiniz bir şey var mı?
Zannetmiyorum, yok.
6-7 Eylül Olayları'nın büyümesinde size sorumluluk yükleniyor.Bu konuda görüşünüzü alabilir miyim?
O tabii çok iğrenç ve yalan bir şey.
Bir süre önce de Hürriyet gazetesinin eski genel yayın yönetmenlerinden Muammer Kaylan'ın yazdığı ''Kemalistler'' adlı kitapta okudum. Orada da bu olaydan söz ediliyor. Atatürk'ün Selanik'teki evinin bombalandığını duyuran haberinizin yayınlanmasıyla İstanbul Ekspres'in satışının 30 binden 300 bine çıktığı yazıyor.
Ne vakit çıktı bu kitap?
Türkiye'de bu yıl yayımlandı. Fakat siz daha önce bu yöndeki iddialara yanıt verdiniz. Ben onları tekrar sormak istemiyorum. Sormak istediğim şey, siz bunların doğru olmadığını söylediniz, fakat bir yandan da bunu yaptığım için pişmanım, şimdi olsa yapmayabilirdim diyorsunuz...
Bunlara en güzel cevabı bu serginin kataloğunda Tufan Türenç yazdı. Bu şimdi şey gibi; geçenlerde Lübnan'da Hizbullah ne dedi; bu iki kişiyi kaçırdık. Eğer böyle bir sonuç olacağını bilseydik yapmazdık, dedi. Bizim habere gelirsek, zaten olaylar başlamıştı. Böyle bir haberi vermemek gazetecilik yapmamak demek. O vakit televizyon yoktu. Biz bu haberi nereden aldık? Ajanstan ve radyodan aldık. Abartılmış denmesi de yalan. Gayet tabii ki, cinayet olduğunda ya da bir adam idam edildiğinde haber büyük veriliyor. Atatürk'ün evine bomba konuldu. Bombayla hasara uğradı. Bütün gazetelere yalan attılar, bomba atıldı diye haber verdirdiler. Yalan. Manşetin altında da Yunan hükümetinin verdiği tebliği yayınladık. Yunan hükümetinin bu işle hiçbir ilgisi yoktur diye. Ama tabii elli yıl sonra bana telefon eden iki kişi oldu. Bir Altan Öymen , bir de Zaman gazetesi. Bir de Özgen Acar'la konuştuk. Onun dışında bu olayın 50. yılı vasıtasıyla bütün yazılanlar benimle konuşulmadan oldu. Kimse bana telefon bile açmadı. Halbuki gazetede benim dışımda başka insanlar da vardı, onlar aranabilirdi. Ben, böyle olacağını bilseydim o haberi vermezdim dedim. Gayet tabii. Türk tarihinin en feci bir olayı. Türkiye'ye daha büyük bir kötülük yapılamazdı. Elbette ki böyle olacağını bilseydim, belki es geçilebilirdi bu dedim. Ama yine de diyorum ki, böyle bir olay olduğu vakit bunun üzerinde durmak şarttır gazetecilikte. Düşünmeden böyle 300 bin bastı deniyor. Şimdiki rotatiflerle bile 300 bin zor. Biz o haberi saat 01.00'da aldık. Gazete 04.30'da baskıya çıktı. O kadar zamanda zaten nasıl olacak? Söyledim onu daha önce, bilmem okudunuz mu?
Okudum, evet.
Her gün bankaya para yatırılıyordu. İki bobin, iki bobin.... Bir kere 300 bin basabilmek için o kadar kağıt bile bulmak imkansız. Sonra o kağıtları nereye getirecekler, nereye koyacaklar, kim taşıyacak? Saat 5'te başladı baskı. 8'de bitti. Zaten hava karardıktan sonra gazete basılmaz ki. Üç saatlik bir sürede oldu. Bizim o günkü tirajın otuz bine vardığını bile sanmıyorum. 20-25 bin filandır en fazla. Gazetenin o vakit saatte 10 binden fazla basan bir makinesi yoktu. 50 senelik bir rotatifti o. Neler yazmadılar o konuda? Gazete daha önceden basılmış. Yunan hükümetinin tebliğini nasıl koymuşuz.
Bu konu üzerindeki tartışma elbette konunun önemi nedeniyle hiç bitmeyecek.
Doğru dürüst bir gazetecilik olsa, böyle diyenlere karşı bir de onların dediklerinin neden olmayacağına bakmak lazım. Ben güya Mithat Perin'le beraber Adnan Menderes'le buluşmuşum, öyle karar verilmiş. Ben Adnan Menderes'e hayatımda bir defa rastladım. O da, bir basın toplantısında. Ona sual sorduğum için ertesi günü beni gazeteden attırdı. 1956 senesiydi. 1955 senesindeki olaylardan dolayı onunla bir ahbaplığımız olsa, beni gazeteden attırmazdı. Dünya kupası için futbol maçımız vardı. Ona biz katılmadık ve hükmen mağlup olduk. Onu sordum, niçin böyle yaptık dedim. Orada aramızda bir münakaşa çıktı. Ertesi gün Mithat Perin'e telefon edildi, ben yazı işleri müdürü olduğum gazeteden ayrılmak durumunda kaldım. Sonra 6-7 Eylül'ün bir tertip olduğunu bana ilk söyleyen Fahrettin Kerim Gökay oldu. İhtilalden sonra İsviçre'de büyükelçiyken onunla röportaj yapmıştım. Sonra Yassıada'da fazla bir şey açıklamadı ama biliyordu ama ne olduğunu.
Yıllar önde Sipa'yı 16 metrekarelik odada kurarken bu kadar büyüyeceğini hayal etmiş miydiniz?
Evet. Haldun Simavi bir gün Paris'te benimle beraberdi. ''Ne diye kuruyorsun böyle bir şeyi şimdi?'' diye sordu. Ben bunu Avrupa'nın en büyük ajansı yapacağım dedim.
Başarıyı yakalamanızı sağlayan temel neden sizce ne?
Benim işe gazetecilikten başlamam. Hem fotoğrafçı hem gazeteci hem de idareci olmam.
Hâlâ düzenli olarak fotoğraf çekiyor musunuz?
Hayır. Sipa'dayken fotoğrafçılığa devam etmemi fotoğrafçılar istemediler.
Neden?
Başında bulunduğunuz bir ajansta aynı zamanda fotoğraf da çekerseniz rekabet yaratırsınız, o bakımdan.
Aslında bir özveri gibi geldi bana bu.
Maalesef öyle.
Bugünkü Türk basınında fotoğrafın kullanımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün Türk basınında bana en çok acı çektiren şey, hala fotoğrafa yeterli önem verilmemesi. Bir de gazetelerde foto editörü yok. Yani diğer memleketlerde, mesela Time mecmuasında yalnızca kapak resimlerini seçen bir yazı işleri müdürü var. Burada gazetelerde resim altı bile koymuyorlar. Fotoğrafçının ismini yazmıyorlar. Yoksa Türkiye'de çok iyi fotoğrafçılar var.
-