24 Şubat 2007 Cumartesi

İyi Kötü ve Kraliçe...


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/24 Şubat 2007



Britpop’un yetenekli çocuğu Damon Albarn, yine farklı bir projeyle karşımıza çıktı. Onu, 90’ların en ünlü gruplarından Blur’un vokalisti olarak tanıdık. Sonra 2000’lerde animasyon karakterleri olan hip-hop grubu Gorillaz ile tüm dünyanın dikkatini çekti. 2001 yılında New York’ta Gorillaz’ın konserini izlemeye giderken, gerçek yüzler yerine animasyon karakterlere sahip olmakla ünlenen bir grubun konserinde sahnede ne göreceğimi çok merak etmiştim. Sonunda olağanüstü bir tasarımla, sahneye perde arkasından ve video ekrandan yansıyan gerçek insan boyutundaki animasyon karakterlerle karşılaşınca, adeta ağzımız açık izlediğimizi hatırlıyorum.

DAMON ALBARN’IN SON MÜZİK PROJESİ

Damon Albarn’ın müzik serüvenindeki arayışı, yıllar içinde Buena Vista Social Club’dan İbrahim Ferrer ile çalışmasına, sonra Fela Kuti’nin efsanevi davulcusu Tony Allen’la Nijerya’ya gidip Afrika müziğini yakından tanımasına kadar uzandı. 2004 yılında gerçekleşen bu yolculukta, ona The Verve’ün gitaristi Simon Tong da eşlik ediyordu. Başlangıçta sadece birlikte deneysel birtakım kayıtlar yaparken, bunların bir albüm olarak yayımlanması düşüncesi, Danger Mouse olarak da bilinen ünlü prodüktör Brian Burton’un devreye girmesiyle gündeme geldi. Punk rock devi The Clash’in eski basçısı Paul Simonon’un da aralarına katılmasıyla, muhteşem bir takım kuruldu. Fakat bu dörtlünün bir adı yok. Çünkü kendilerini bir müzik grubu olarak görmüyorlar. O nedenle, bu daha çok Damon Albarn’ın son müzik projesi olarak anılıyor.

Her biri birbirinden çok farklı müzikal akımlar içinde yer almış böylesine usta dört müzisyen bir araya gelip müzik yapar ve sonra da bunlar remiks projeleriyle ünlü bir prodüktörün elinden geçerse ortaya ne çıkar? “The Good, the Bad & the Queen”in prodüktörlüğünü Danger Mouse’un yapmış olmasına karşın, albüm şaşırtıcı ölçüde organik. Afrika müziğinden ve dub-reggae sound’undan büyük ölçüde etkilenmiş olmasının yanı sıra, buram buram bir İngiliz albümü ve ilginç bir şekilde elektronik seslerle tam bir uyum içinde. Burada, Danger Mouse’a içten bir “Bravo!” Ortaya çıkan müzik, Blur’un son dönemleriyle Gorillaz’ın bir karışımı olarak da nitelenebilir ama onlardan farklı. Büyük kariyerler yapmış, iddialı müzisyenleri buluşturmasına karşın, bana göre tam bir Damon Albarn albümü. Belirleyici olan, onun keyboard çalışı değil, o nerde duysanız anında tanıyacağınız kendine has sesi ve şarkı söyleyiş tarzı. Şarkıları bestelemiş, sözleri yazmış, yaşadığı dönem ve yerle, özellikle Londra’nın Batısı ile ilgili düşünceleriyle albüme yine damgasını vurmuş.

YİNE SAVAŞ, YİNE KÜRESEL ISINMA…

Albümdeki baskın kederli havayı belirleyen ana etkenlerden biri, Damon Albarn’ın sesi olsa da, asıl neden genel konsept: Irak Savaşı, küresel ısınmanın yarattığı tsunami korkusu, modern Londra yaşamına nostaljik bir bakış. İngiltere’de ardı ardına Irak Savaşı ve küresel ısınma endişelerinin biçimlendirdiği albümlerin çıkışı, elbette bir rastlantı değil. Önce Thom Yorke, sonra Jarvis Cocker, şimdi de Damon Albarn’ın bu yeni projesi, hepsi günümüzün en önemli sorunlarını şarkılarıyla anlatmayı seçtiler. Konuşmayan ve halklarına kulak vermeyen politikacılar yerine onlar mı konuşuyor dersiniz? Neredesiniz Mr. Blair?

Piyano sesinin baskın olarak kullanıldığı “80s Life” adlı şarkıda, “Bizim yaşadığımız dönemde bitmeyecek bir savaşı yaşamak istemiyorum” diyor Damon. Gitar, zil ve rüzgar seslerinin birbirine karıştığı “Kingdom of Doom”da ise, “Bütün gün iç, bütün gün/ Çünkü ülke savaşta/ Yakında sarayın duvarlarından düşeceksin” diyerek içinde bulunulan çaresizlik duygusuna atıf yapıyor.

“Nature Springs”, deniz sularının yükseldiği bir dünyada “herkesin savaşa yakalanmış bir denizaltı olduğuna” işaret ediyor. Albümde bir de, geçen yıl yolunu şaşırıp Londra’daki Thames Nehri’nin sularına giren ve kurtarılamayarak ölen balinanın acıklı hikayesini anlatan “Northern Whale” adlı bir şarkı yer alıyor.

“The Good, the Bad & the Queen”, aslında günümüz İngilteresi’ne Damon Albarn’ın gözüyle eleştirel bir bakış getiriyor. Yani hem iyinin, hem kötünün, hem de kraliçenin birlikte var olduğu, uzaklarda bir yerde süren savaşta baş aktör rolünü oynamayı daima sürdüren o eski ülkeye…

17 Şubat 2007 Cumartesi

Sitar ve Tabla Electronica ile Buluşursa…


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/17 Şubat 2007



Nasıl olur? “Olmaz” demeden önce iyi düşünün. Hint asıllı İngiliz DJ, prodüktör ve tabla üstadı Talvin Singh, geçtiğimiz hafta sonu İstanbul’un yeni mekanlarından Garajİstanbul’daydı ve bunun çok da güzel olabileceğini bir kez daha kanıtladı. Bu yıl ikincisi düzenlenen Shaman World Music Days kapsamında ülkemize gelen Singh’in performansı, son yıllarda dinlediğim en iyi DJ setlerinden birisiydi. Çok sayıda yabancının da aralarında bulunduğu İstanbullular, o gece tam anlamıyla coştu. Talvin Singh, Doğu ve özellikle Hint müziğine özgü aletlerle yaratılan geleneksel ritimleri, elektronik müzikle öylesine başarılı bir şekilde birleştiriyor ki, o çalarken yerinizde durmanız pek olanaklı değil.

90’lı yıllarda İngiltere’de ortaya çıkan Asian Underground akımının öncülerinden olan Singh’in, dans müziğine getirdiği yenilikçi boyut ile tanınması boşuna değil. Daha önce bir DJ’in miks setinde şarkıları çalmakla meşgulken, aynı anda kendi sesiyle doğaçlama yaptığını görmemiştim. Massive Attack, Madonna, Björk, Courtney Pine, Blondie, Siouxsie & the Banshees, Sun Ra, Indigo Girls, Morocco’s Master Musicians of Jajouka ve Dub Syndicate gibi isimlerle çalışan Talvin Singh’i bir gün bir yerlerde yakalarsanız, sakın kaçırmayın. Hatta bence, o zamana kadar beklemeyin; Talvin Singh’in albümlerini dinleyin, onun müziğine yabancı olanlar için özellikle “OK” adlı albümünü öneririm. Drum & bass sound’unun, tabla ve sitarın o sürekli değişen, kendilerine özgü rezonansıyla ve armonisiyle buluşması gerçekten ilginç ve bir o kadar da etkileyici.

POST-SEVGİLİLER GÜNÜ İÇİN ÖNERİLER

Geçen hafta dünyanın birçok yerinde 14 Şubat Sevgililer Günü kutlandı. Romantik yemekler yenildi, çiçekler verildi, dans edildi. Kimileri de bu özel günü yalnız başına atlatmak zorunda kaldı ya da diğerleriyle barlarda kadeh tokuşturup, “Bunlar zaten tüketim toplumunun dayatması!” şeklinde başlayan konuşmalar yaptı. Hemen hemen bütün medya organlarında armağan önerilerini içeren haberler yapıldı. Bugün ben de, bu özel gün sendromunu sağ salim aşıp kendisini bir armağanla ödüllendirmek isteyenler için birkaç yeni albüm önereceğim. Unutmayın; müzik dinlemek iyi bir terapi yoludur…

Excalibur II- The Celtic Ring
“Müzisyenlerin müzisyeni” olarak tanınan besteci ve piyanist Alan Simon’ın bütün şarkıları yazıp prodüktörlüğünü de üstlendiği bu albüm, efsanevi müzisyenleri bir araya getiriyor. Aralarında Alan Parsons, Yes’in sesi Jon Anderson, Supertramp’den John Helliwell, King Crimson’dan John Wetton, Jethro Tull’dan Martin Barre, The Moody Blues ve Flook’un da bulunduğu 20 dünyaca ünlü sanatçı ve grup ile 120 müzisyeni buluşturan albümde, folk, rock, senfonik rock gibi birçok müzik türünden 16 adet daha önce hiç yayımlanmamış şarkı yer alıyor. İngiliz pop-rock grupları, folk müziğin seçkin yıldızları, Prag Senfoni Orkestrası ve 20 farklı ülkeden müzisyenlerin hepsi, Alan Simon’ın yarattığı Celtic sound’unu seslendirmek için çalmış. “Excalibur II”, kaçırılmaması gereken önemli bir arşiv malzemesi niteliğinde.

Best Film Classics 100
EMI tarafından yayımlanan Best 100 serisinden muhteşem bir CD serisi daha! 2001: A Space Odyssey, Philadelphia, Amadeus, Shine, Eyes Wide Shut, The Godfather III, Harry Potter, Titanic, The Lord of the Rings, Cinema Paradiso, The Piano, American Beauty, Mission Impossible vb. gibi filmlerin unutulmaz müzikleri 6 albümde bir araya toplandı. Toplam 100 şarkı yalnızca tek CD fiyatına satılıyor. Klasik müzik sevenlerin olduğu kadar sinema tutkunlarının da kaçırmaması gereken bir toplama albüm. Ayrıca ilgilenenler için, Best 100 serisi içinde yayımlanan ve Mozart ile Bach’ın eserlerini toplayan 6 CD’lik toplama albümler de mevcut.

Jay Jay Johanson-The Long Term Physcial Effects Are Not Yet Known
Ülkemizde de hatırı sayılır bir hayran kitlesine sahip olan İsveçli müzisyen Jay-Jay Johanson’un yeni albümü, trip-hop ve modern caz’ı bir kez daha elektronik bir altyapıyla birleştiriyor. 2000 tarihli albümü “Poison”ın başarısını yakalayamasa da, kesinlikle dans müziğine yöneldiği bir önceki çalışması “Rush”tan çok daha iyi bir albüm. Yine o bildiğimiz kırılgan ses… Yine melankolik. Ve onun sesine bu melankolizm çok yakışıyor. Özellikle “Rocks In Pockets”, “Jay-Jay Johanson Again” ve “Tell Me When The Party’s Over/Prequiem” adlı şarkılar dikkate değer. Johanson, yeni albümünün tanıtım turnesi kapsamında, 14 Nisan’da İstanbul Balans’ta bir konser verecek.

Frank Sinatra- Songs From the Heart
Romantik şarkıların unutulmaz sesi Frank Sinatra’nın bu albümü aslında Sevgililer Günü için yayımlandı. Fakat yıl ister 1957 olsun, ister 2007, ister sevgiliniz olsun ya da olmasın, Sinatra klasiktir ve her zaman dinlenir. Albüm, 20. yüzyıla damgasını vuran müzisyenlerden biri olan Sinatra’nın, 1953-1961 döneminden 21 şarkıyı içeriyor. Aralarında “My Funny Valentine”, “I’ve Got You Under My Skin”, “I’ll Be Seeing You”, “All The Way”, “If You are But a Dream” gibi ünlü şarkıların yeni düzenlemeleriyle yer aldığı çalışmada, “Nice ‘N Easy”nin daha önce hiç yayımlanmamış bir versiyonu da bulunuyor.

10 Şubat 2007 Cumartesi

Jarvis Geri Döndü!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/10 Şubat 2007



Başlıktaki ünlem işareti buna ne kadar sevindiğimi anlatmaya yetmez. Bazılarının yaptığı gibi arka arkaya birden çok ünlem işareti koysam bile heyecanımın büyüklüğünü yine anlatamam. Çünkü Jarvis Cocker, 1990’larda üniversite yıllarını yaşayan birçok kişi gibi benim için de Britpop’un ünlü grubu Pulp ile özdeşti. Grup, 1979’da kurulmuştu ama büyük başarıyı 90’lı yıllarda yakaladı. Jarvis Cocker, Pulp’ı Pulp yapan o yetenekli şarkı yazarı ve muhteşem sesti. “My Legendary Girlfriend”, “I Spy”, “This Is Hardcore”, “Help The Aged”, “Little Girl (With Blue Eyes)”, “Disco 2000” gibi unutulmaz şarkılara imza atmışlardı. Hele o bir zengin kızının yeni tanıştığı gence, “Sıradan insanlar gibi yaşamak istiyorum. Senin gibi sıradan insanlarla yatmak istiyorum” dediğini anlatan “Common People” dillerden düşmezdi.

En Son 2001’de Scott Walker’ın prodüktörlüğünü üstlendiği “We Love Life” adlı albümü yayımladıktan sonra resmi bir açıklama yapmadan sessizliğe büründüler. 2003’te en sevilen şarkılarını topladıkları bir albüm çıkardılar ama yeni bir çalışmanın sinyalleri hiç gelmedi. Jarvis Cocker, “Relaxed Muscle” adlı bir projeye katılıp, Darren Spooner takma adıyla şarkı söyledi, hatta bir albüm yaptı ama bu proje kalıcı olmadı.

Dünyayı Kimler Yönetiyor?

İngiltere’de Blair’in önderliğindeki Yeni Sol hareketine kızgınlığını “Cocaine Socialism” adlı bir şarkıyla simgeleştirip Fransa’ya yerleşen Jarvis Cocker’dan, 2006 yılının sonlarında heyecan verici bir haber geldi: Solo albümünü tamamlamıştı! Pulp’ın son dönem gitaristlerinden Richard Hawley ve basçı Steve Mackey de albümde ona eşlik etmişlerdi. İlk olarak geçen aralık ayında, Live 8’in yıldönümünde, bu organizasyona eleştirel tavrını yansıtan “Running The World” adlı şarkısını internet üzerindeki Myspace sitesinde yayınladı. Şarkı tartışmalı sözleri nedeniyle radyolarda çalınamıyor ama bu sayede yüzbinlerce kişiye ulaştı. Jarvis Cocker, Live 8’i, iyi niyet taşısa bile, “sistemi içerden değiştirmeye yönelik hayırsever bir kapitalizm çabası” olduğu için eleştiriyor ve şarkısında, bir şeylerin değiştiğini sanıyorsanız yanıldığınızı, çünkü dünyayı yönetenlerin hala aynı gruptan insanlar olduğunu anlatıyor.

Jarvis Cocker, benim aklımda sadece sesinin güzelliğiyle ve yeteneğiyle değil, lafını söylemekten çekinmeyen protest tavrı, popüler kültür, siyasi ve sosyal ortam hakkında yaptığı akıllıca yorumlarla yer edindi. Üstelik, bunu yazdığı şarkılara öylesine etkileyici bir şekilde yansıttı ki, onu es geçmek zaten pek olanaklı değildi.

Jarvis, kendi adını verdiği bu ilk solo albümünde oldukça karanlık şarkı sözleri yazmış. Fakat içinde yaşadığınız dünyada olanları umursuyorsanız nasıl yazmazsınız ki? “Disney Time” adlı şarkısında, sanki bu soruya yanıt olabilecek türden bir alaycılık seziliyor. Herşeyin mükemmelmiş gibi gösterildiği parlak animasyon filmleri porno filmlerle karşılaştırarak, “Çocuklarınıza herşeyin iyi olacağını anlatın, şimdi Disney Vakti” diyor. Piyano, keman ve vokale eşlik eden koro seslerinin öne çıktığı bu şarkıda, adeta bir Morrissey tadı aldığımı belirtmeliyim.

Roma İmparatorluğu’nun Yolundan Giden İngiliz İmparatorluğu

Sözünü etmek istediğim şarkılardan bir diğeri, İngiliz İmparatorluğu’nun, çöken Roma İmparatorluğu’nun yolundan gittiğini söyleyen “From Auschwitz To Ipswich”. Şarkı, “Bu son, neden itiraf etmiyorsun?/ Auschwitz’den Ipswich’e olan biten aynı” diyerek yaşanan felaketi haber verse de, nerdeyse arabayla plaja doğru giderken bile dinlenebilecek türden neşeli bir müziği var. Aslında albümün en dikkat çeken özelliklerinden biri de bu noktada yatıyor: Çünkü hem karanlık, hem melankolik, hem de kimi zaman neşeli olabilmeyi başarıyor.

Albümün tümünü dinledikten sonra anlıyorsunuz ki, şarkıların hepsi insanoğlunun mutluluk peşindeki serüvenini anlatıyor. “I Will Kill Again”de olduğu gibi, gece herkes yattıktan sonra internete girip porno sitelerinde gezinen insanlar, “Quantum Theory” adlı şarkıdaki şu dizeleri mırıldanıyor elbette: “Herkesin mutlu olduğu bir yer/ Balıkların kılçıklarının olmadığı bir yer/ Yer çekiminin artık bize erişmediği yer/ Yalnız olmadığın bir yer”.

Albümün akılda en çok kalıcı şarkısı ise, güçlü bas ve davul sesleriyle benim de favorim olan “Fat Children”. Londra metrosunda öldürülen Brezilyalı çocuğu hatırlatan şarkıda, Jarvis’in kendisi şişman çocuklar tarafından öldürülüyor ve yoldan geçen birileri tarafından karakola götürülüyor ama karakolda kimse yok. Çünkü o sırada polisler “nedensiz bir yere bir başkasının kafasına ateş etmekle meşguller!”

Toplam 12 şarkının yer aldığı albümde, politik şarkıların yanı sıra, aşk şarkıları da var elbette. Bunlardan en güzeli “Baby’s Coming Back To Me”. Bir çocuk masalına eşlik edebilecek kadar masum, yumuşak bir müzikle başlayan şarkıda, sevgilisinin yeniden kendisine döndüğünü haber veren bir erkeğin sesini dinliyorsunuz. Acaba gerçekten dönüyor mu sevgilisi ona? Merak ediyorsanız, şarkıyı dinlemeniz gerek.

Bu arada, “Running The World” adlı şarkının albümde gizlendiğini hatırlatmalıyım. “Quantum Theory” bittikten sonra yaklaşık 25 dakika boşluk bırakılmış. Dünyayı hala kimlerin yönettiğini tüm açıklığıyla duymak istiyorsanız, o sürenin bitmesini bekleyin. Jarvis yine sözünü hiç sakınmamış!

Translate