30 Haziran 2007 Cumartesi

Cazlı Yaz Geceleri Başlıyor!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/30 Haziran 2007

İstanbul’u dinliyor musunuz?

Bugünlerde kentin dört bir yanından çeşit çeşit melodiler duyuluyor. Ama kulaklarınız sanki bir eksiklik mi hissediyor? Haklısınız; caz olmazsa olmaz. Neyse ki, Uluslararası İstanbul Caz Festivali 3 Temmuz’da başlıyor. Üstelik festival, bu yıl özellikle iki konuda takdiri hak ediyor. Öncelikle program gerçekten başarılı. Çünkü farklı müzik tarzlarını bir araya getiren renkli bir müzik yelpazesi açıyor önümüze.

Festivali düzenleyen İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın bu yılki diğer hoş sürprizi ise, yeni konser mekanları belirlemesi. Her yıl kullanılan mekanların yanı sıra, bu yıl İstanbul Modern Heykel Bahçesi, Arkeoloji Müzesi Bahçesi ve yıllar önce yanan Şan Tiyatrosu’nun kalıntıları da konserlere ev sahipliği yapacak. Ayrıca, Avrupalı ve Türk sanatçıları buluşturacak olan “jam session”ların yapılacağı Fransız Kültür Merkezi’nin avlusu, bir tür caz kulübüne dönüşecek.

BU KONSERLERE DİKKAT

Şimdiye kadar programı incelemek için fırsat bulamayanlara küçük bir favori listesi vermekte yarar var. “Mutlaka görülmeli” anlamında altı kırmızı kalemle çizilen ilk isim Robert Plant! Evet o; rock tarihinin en büyük topluluğu Led Zeppelin’in karizmatik vokalisti. Led Zeppelin’in dağılmasından sonra solo çalışmalarını sürdüren Plant, 4 Temmuz’da bu defa grubu The Strange Sensation ile Açıkhava Sahnesi’ni inletecek. “Whole Lotta Love”ı Robert Plant’ten canlı dinlemenin yaratacağı zevki düşünsenize!

Listede adı görülünce heyecan dalgasına yol açan ikinci isim Bryan Ferry. Yedi yıl önce Açıkhava Sahnesi’ndeki konserde herkesi büyülemiş ve artık çok da özletmişti kendisini. Rock müziğin bu zarif beyefendisi, art rock’ın efsanevi grubu Roxy Music’in solisti olduğu yıllarda, çarpıcı şarkı sözlerine eşlik eden buğulu sesi ve karizmasıyla gönüllerde taht kurdu.Uzun süredir solo çalışmalarını sürdüren Ferry’nin bu konserinde son albümünde yorumladığı Bob Dylan şarkılarını da seslendireceğini tahmin ediyorum. “Knockin’ On Heaven’s Door”u söyler mi dersiniz? Yanıtı 5 Temmuz’da alacağız.

Favoriler listemin üçüncü sırasında Antony and the Johnsons var. Avant-garde ve kabare tarzını mükemmel bir şekilde birleştiren grubun solisti Antony Hegarty eşsiz bir sese sahip. Altı yıl önce o sesi ilk duyduğum anı hala hatırlıyorum. Büyülenmiştim. “I Fell In Love With A Dead Boy”u söylüyordu. O günden bu yana yakından izlediğim müzisyenlerden biri oldu Antony. Bir tek bu şarkı değil, seslendirdiği her şey çok dokunaklı. Çünkü o yalnızca şarkı söylemiyor, şarkıları yaşıyor. Kesin olan şu ki, 8 Temmuz’da Şan Tiyatrosu’nun kalıntıları arasında muhteşem bir festival gecesi yaşanacak.


Festivalin bu yıl hemen herkesin merakla beklediği bir konuğu var: Arif Mardin’in prodüktörlüğünü yaptığı ilk albümü “Come Away With Me” ile 6 dalda Grammy kazanan Norah Jones. Henüz daha tanınmadığı dönemde, 2000 yılında caz müzisyeni İlhan Erşahin ve grubu Wax Poetic ile yine İstanbul Caz Festivali’ne katılan sanatçı, aradan geçen yedi yılda büyük yol aldı. İlk adını duyurmaya başladığı sıralarda, ısrarla yalnızca ünlü Hintli müzisyen Ravi Shankar’ın kızı olarak tanınmak istemediğini söylüyordu. Nitekim bunu başardı; bugün artık dünyanın en iyi kadın vokalistlerinden biri olarak değerlendiriliyor. Hem geçtiğimiz aylarda yayımladığı ikinci albümüyle, hem de bu yıl Cannes Film Festivali’nin açılışında gösterilen “My Blueberry Nights” adlı filmdeki başrolüyle son günlerde adından çok söz ettiriyor. 1 Ağustos’ta Açıkhava Sahnesi’ne giderseniz, caz, country, blues ve folktan karışık tatlar sunan tam bir müzik ziyafetine hazır olun.

17 Temmuz akşamı Sepetçiler Kasrı’nda çok ilginç bir proje gerçekleştirilecek. Sosyal içerikli filmleriyle tanınan ünlü yönetmen Spike Lee’nin filmlerinden özel görüntülerin sergileneceği gecede, usta trompetçi Terence Blanchard ile grubu İstanbul Oda Orkestrası ile birlikte çalacak. Konserin ayrıca dünyaca ünlü üç konuk vokalisti var: Caz şarkıcısı Patti Austin, soul ve R&B’nin yeni seslerinden Bilal ve Zambiya esintili müzikleriyle Hil St. Soul. Gecenin ev sahipliğini ise Spike Lee üstlenecekmiş; hayranlarına duyurulur.

23 Haziran 2007 Cumartesi

Hiç Kimse Onunla Kıyaslanmaz


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/30 Haziran 2007

Yazının başlığına esin kaynağı olan şarkıyı eminim çoğu kişi tahmin etmiştir: 1990 yılının unutulmaz şarkısı “Nothing Compares U 2”. Üstün yetenek Prince’in yazdığı bu şarkı, o dönemde İrlandalı müzisyen Sinead O’Connor’ın yorumuyla ün kazandı. Gelmiş geçmiş en güzel ayrılık şarkılarından biridir, videosu da 1990’lı yıllarda yapılan en başarılı videolar arasında yer alır. Sinead O’Connor tutkuyla şarkı söylerken, yalnızca onun kusursuz yüzünü gösteren yakın plan çekimler, şarkıyı izleyicinin belleğine kazır. Şimdi ben 17 yıl sonra neden bu şarkıyı hatırlıyorum? Çünkü rock müziğin asi kızı Sinead O’Connor, 14 Temmuz’da İstanbul’da! Parkorman’da düzenlenecek Masstival kapsamında sahneye çıkacak olan sanatçı, yazın en heyecanla beklenen konserlerinden birisini verecek.

SINEAD O’CONNOR VE PROTESTOLARI

Bugün artık 41 yaşında ve dört çocuk annesi olan O’Connor, 1987 tarihli ilk albümü “The Lion and The Cobra”dan bu yana, özgün sesi ve şarkıları, kazınmış saçları, tartışmalı görüşleri, öfkesini yansıtan protest tavırları, klişelere ve müzik sektörünün ticari zorlamalarına karşı duruşu ile her zaman ilgi odağı oldu. Kendi ülkesi başta olmak üzere, dünyanın birçok yerinde ve özellikle Amerika’da, hem çok sevilen hem de nefret edilen bir kişilik haline geldi. Çünkü düşüncelerini söylemekten hiç çekinmedi.

Ayrılıkçı örgüt IRA (İrlanda Cumhuriyet Ordusu), Papa ve ünlü İrlandalı grup U2 karşıtı açıklamalarıyla büyük tepki çekti. Ticari yönü nedeniyle Grammy ödüllerini protesto etti; asıl misyonunun “Tanrı’yı dinden kurtarmak olduğunu” söyledi.
1990 yılında Amerika’daki bir konseri sırasında sahneye çıkmadan az önce bu ülkenin milli marşının çalınacağını öğrendi ve bu yapılırsa konser vermeyeceğini söyledi. Bunu ırkçı bulduğu için yaptığını, yoksa kimseye hakaret etme amacı olmadığını belirtti ama radyo istasyonlarının şarkılarının çalınmasını yasaklamasına ve Frank Sinatra’nın “onu tekmelemek isterdim” demesine engel olamadı. Oysa o büyük bir Sinatra hayranıydı; tekmeyi yeseydi ancak onur duyacağını söyledi.

Sinead O’Connor, en büyük protestosunu ise, 1992 yılında Amerika’nın sevilen eğlence şovu Saturday Nigth Live’da yaptı. Program sırasında Bob Marley’in “War” adlı şarkısını söylerken, “ırkçılık” sözcüğünü “çocuk istismarı” olarak değiştirdi. Bunu Roma Katolik Kilisesi’ndeki seks istismarını protesto etmek için yapmıştı. Fakat bununla kalmadı. “Şeytan” sözcüğünü söylediği sırada Papa II. John Paul’ün fotoğrafını kameraya tuttu, fotoğrafı paramparça yırtıp fırlattı ve “Gerçek düşmanla savaşın” dedi. O günden bu yana bu görüntülerin yayımlanması yasaklanmış durumda. Sinead O’Connor, 1997’de bu davranışından pişmanlık duyduğunu açıklayıp Papa’dan onu affetmesini istese de, daha sonraki bir röportajında, o olayla ilgili herhangi bir şey değiştirmek isteyip istemediği sorulduğunda “hayır” yanıtını verdi.

Aslında sanatçının tutarsızlık sergilediği tek olay bu değildi. Bir zamanlar lezbiyen olduğunu söyledi, sonra bundan vazgeçti. 2003 yılında kendi internet sitesinde bir açıklama yayımlayıp, “Beni kendi halime bırakın, artık sıradan bir hayat yaşamak istiyorum” diyerek müziği bıraktığını duyurdu ve kendini tinsel eğitime adadı. Sonra müziğe tekrar döndü ve yalnızca kitlesel müziği bırakmış olduğunu açıkladı.

11 EYLÜL 2001’E YANIT

Bütün bunlar kimilerinin Sinead O’Connor’ı acımasızca eleştirmesine neden oldu. Ama bana göre o çok yetenekli ve konuşmaktan korkmayan gerçek bir sanatçı. Bu protestoların ve agresifliğinin arkasında gerçekte, çocukluk ve ilk gençlik döneminde özellikle annesi tarafından kötü muamele görmüş olmasından kaynaklanan ciddi sorunlar vardı. Bu nedenle her zaman çocuk istismarına ve kötü muameleye karşı mücadele etti ve bu temayı işleyen şarkılar yaptı. Örneğin, “Fire on Babylon” adlı şarkısı, kendi çocukluğunun üzerinde bıraktığı etkileri konu alır.

Bugüne kadar yayımladığı 10 albümle 6 Grammy ödülü kazanan sanatçının, bu ay “Theology” adlı yeni bir albümü çıkıyor. “Savaş zamanında bir barış platformu kurmak için” bu albümü yaptığını söyleyen O’Connor, 11 Eylül 2001’den bu yana dünyada olup bitenlere bir yanıt vermek ve güzel bir şey yaratmak istemiş. İstanbul’da bu yeni şarkılarını da seslendirerek o güzelliği bizimle paylaşacağını umuyorum ve o dilden dile dolaşan canlı performansını görmek için sabırsızlanıyorum.

9 Haziran 2007 Cumartesi

Bu Konserler Kaçmaz!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/9 Haziran 2007

Seçim nedeniyle 23 Temmuz’a kadar tatile çıkamadığınız için mutsuzsanız, bence yakınmadan önce iyi düşünün. Çünkü Cumhuriyet tarihinin en kritik seçimlerinden biri yapılıyor ve vatandaş olarak üzerimize düşen önemli bir görev var. Gün, ertelenen tatiller için yakınma günü değil. Ayrıca, İstanbulluların kentte kaldıkları için sevinmeleri gerek. Bu yaz, birbiri ardına gerçekleştirilecek festivallerle çok renkli geçecek. Bu festivallerden birisi de, 15-17 Haziran tarihleri arasında Parkorman’daki Efes Pilsen One Love. Bu yıl 6.’sı düzenlenen festivalin yine birçok ilginç konuğu var, ama ben bugün iki büyük grup üzerinde durmak istiyorum.

BÜYÜLEYİCİ UNDERWORLD PERFORMANSI

Festivalin birinci günü ana sahnede elektronik dans müziğinin dönüm noktalarından biri olarak değerlendirilen Underworld yer alacak. Karl Hyde ve Rick Smith’ten oluşan ikili, özellikle Danny Boyle’un kült filmi “Trainspotting”in son sahnesinde kullanılan ve daha sonra soundtrack albümünde yer alan 90’lı yılların en başarılı şarkılarından “Born Slippy. NUXX” ile dikkatleri çekti. Kent kültürünü çarpıcı bir şekilde yansıtan bu şarkı, hem filmin gördüğü ilginin etkisiyle, hem de muhteşem video klibiyle büyük bir başarı kazandı ve rave kültürünü 2000’li yıllara taşıdı.

Underworld’ü yurtdışında birkaç kez izleme fırsatı buldum. Bana, grubun konserini tek bir sözcükle tanımla derseniz, “Pearl’s Girl” adlı şarkıda dakikalarca tekrarlanan o sözcüğü söylerim: “Crazy”; yani tek kelimeyle çılgınca. Bugün 50 yaşında olan Karl Hyde’ın o ufacık siluetiyle bir yandan şarkı söylerken, diğer yandan da kendine özgü dansıyla sahnede yarattığı dinamizme ve miks masasının başından bir an bile ayrılmayan ses cambazı Rick Smith’in etkileyici performansına ancak şapka çıkarabilirim.

Elektronik müzik dünyası Underworld’e gerçekten çok şey borçlu. Birincisi, grup, “Elektronik müziğin konseri olmaz” diyenlere rock konserlerini aratmayan görkemli sahne şovlarıyla yanıt verdi. İkincisi, elektronik müziğin melodik olabileceğini en iyi şekilde kanıtladı. House, trance, ambient, techno gibi farklı formlarda müzik yapan ikilinin profesyonelliği, Danny Boyle’un bilim-kurgu türündeki son filmi “Sunshine”da bir kez daha ortaya çıktı. Underworld’ün imzasını taşıyan müziklerin filmin yarattığı etkiye katkısı çok büyük. Üçüncüsü, şarkılarında müzik kadar sözlere de önem vererek elektronik dans müziğinde farklılık yarattı.

Elektronik müziği seviyorsanız, bu konser kaçmaz. Ama bence, elektronik müziğin sadece bilgisayar tuşlarına basmak olduğunu düşünüyorsanız, bu konsere özellikle gitmelisiniz; yanıldığınızı göreceksiniz.

İLK BEYAZ HIP-HOP GRUBU: THE BEASTIE BOYS

Efes Pilsen One Love 6’nın son gününde, dünyanın en önemli hip-hop/punk gruplarından The Beastie Boys sahne alacak. Bugüne kadar 20 milyondan fazla albümü satılan, “Fight For Your Right”, “Sabotage”, “Intergalactic”, “Ch-Check It Out” gibi hitleriyle kitleleri ayağa kaldıran grup, yeni albümlerinin dünya turnesi kapsamında ülkemize geliyor. Yeni albümlerinin tamamen enstrümantal ve rock ağırlıklı olması, konseri daha da ilginç kılıyor. Şarkılarında popüler kültüre yaptıkları dikkat çekici referanslarla tanınan grup, siyahların egemenliğindeki hip-hop dünyasında ünlenmesine karşın, üç elemanı da beyaz ve hepsi üst orta sınıftan ailelerden geliyorlar. The Beastie Boys’un önemi, Reagan’ın neo-liberal politikalarının Amerika’yı altüst ettiği yıllarda siyah karşı kültürden yana tavır koyarak, ülkede değişime öncülük etmesinden geliyor.

The Beastie Boys elemanları konserlerinde öylesine enerjikler ki, onların heyecanı izleyiciye de aynen geçiyor. Grubu, 2003 yılında New Jersey’deki ünlü Giants Stadium’da yapılan The Field Day adlı festivalde izledim. Aslında New York’ta yapılması planlanan festival, son anda çıkan bir aksaklık nedeniyle New Jersey’e taşınmıştı. Radiohead, Underworld, Blur, Beck ve Spiritualized’ın da aralarında bulunduğu birçok grup ve sanatçı, yaşanan bu olumsuzluğa ve bardaktan boşanırcasına yağan yağmura karşın festivale katılırken, bazı sanatçılar vazgeçmişti. Soğuktan titreyip sırılsıklam ıslanan binlerce insanı ısıtan gruplardan birisi de The Beastie Boys olmuştu. Hani bazı gruplar vardır, konserlerinde herkesten çok kendileri eğlenirler, The Beastie Boys da onlardan birisi. Onlar sahnedeyken yağmur da yağsa, biraz üşüseniz de, neşenizi kaybetmeniz pek olanaklı değil. Sıcak bir günde, Parkorman’da çok daha eğlenceli bir konser olacağından kuşkum yok!

2 Haziran 2007 Cumartesi

Beirut: Orta Batı Amerika’dan Balkan Müziği


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/2 Haziran 2007




Bu yıl 29 Haziran-2 Temmuz tarihleri arasında İstanbul Kilyos Solar Beach’te gerçekleştirilecek Radar Live Festivali, birbirinden ilginç konukları ağırlayacak. Bunlardan birisi de, alternatif müziğin son dönemde en beğenilen gruplarından olan “Beirut”. Grup, New Mexico eyaletinin Santa Fe kentinde doğup büyüyen 21 yaşındaki Zach Condon’un önderliğinde geçen yıl kuruldu. Doğu Avrupa ve çingene şarkılarından esinlenen müzikleri öylesine coşkun ki, Balkanlar’dan bir grubu dinlediğinizi sanabilirsiniz. Sahneye sekiz kişilik ekibiyle çıkan Beirut’un kısa sürede Amerika’da ve Avrupa’da sağladığı başarı gerçekten şaşırtıcı. Zach Condon’la hem bu başarıyı hem de Balkan müziğine olan ilgisini konuştuk.

Grubunuza Beirut adını vermenizin özel bir nedeni var mı?

Odamda ve stüdyomda her yerde haritalar asılı. Gözlerimi kapayıp parmağımı harita üzerinde bir noktaya koyuyorum ve sonra da o noktaya denk gelen yerde yaşamanın nasıl olabileceğini, oradaki insanların hayat hikayelerini hayal ediyorum. Şarkılarımı çoğunlukla bu şekilde yazıyorum. Bir gün yine böyle çalışırken, parmağım Beyrut üzerine kondu. Orada hayatı düşündüm. Doğu ve Batı’nın garip bir bileşimi Beyrut. Doğu’nun Paris’i… Savaşların ve dini çatışmaların yaşandığı, gecekonduların ve yüksek binaların, kafelerin, bombaların ve sanat galerilerinin, modern mimarinin ve eski manastırların bir arada bulunduğu büyüleyici bir kent. Sanki bütün insanlık tarihi orada gün be gün yaşanmış gibi. Sanatçılar ve kökten dinciler, politikacılar ve hükümet ajanları… Hepsi bir arada!

Çoğu genç Amerikalının tersine, gitardan pek etkilenmediğiniz anlaşılıyor. Onun yerine, klakson, kitara, akordeon, piyano, klarnet, mandolin ve perküsyon aletleri çalıyorsunuz. Orta Batı’da yetişen genç bir Amerikalı için biraz sıra dışı değil mi? Bunun o bölgedeki egemen ve türdeş yapıdaki kültüre karşı bir tür tepki olduğunu söyleyebilir miyiz?

Evet, ilk başta bu tür enstrümanları kullanmam bir tür tepkiydi. Yetiştiğim yerde birbirine benzer görünümdeki gruplar, aynı tür müziği yapıyor, aynı enstrümantasyonla aynı sesleri elde ediyorlardı. Ben her zaman bu seslerden farklı olanlarla ilgilendim. Babam gitar çalmamı istiyordu, ama ben gidip bir trompet aldım. Amerika’da yapılan bağımsız ya da alternatif müzik çalışmalarının, gürültü denebilecek seslerle deneyselliğe yönelmesi bana garip geliyor. Oysa dünyada keşfedilecek birçok heyecan verici ses ve müzik aleti var.

Yugoslav filmlerine karşı büyük bir ilginiz olduğu biliniyor. Bu tutkunuz ne zaman başladı ve müziğinizi nasıl etkiledi?

Filmler, müziğe ve kültüre olan ilgimin şekillenmesinde büyük rol oynadı. En sevdiğim film, Emir Kusturica’nın yönettiği “Underground”. Bu tutkum, 15 yaşındayken bağımsız filmler gösteren bir sinemada çalışırken başladı. O sırada zaten büyük bir Fellini hayranıydım. Sevdiğim filmler arasında benzerlikler var. Eğlenceli bir kargaşa, hayali bir atmosfer ve en önemlisi de, müziğin bu atmosferin yaratılmasındaki katkısı.

İlk albümünüz “Gulag Orkestar” oldukça ses getirdi. Bu albümü kaydetmeden önce Batı Avrupa’ya gidip, kısa bir süre orada yaşadığınızı ve bu seyahatlerin müziğiniz üzerinde büyük etkisi olduğunu söylüyorsunuz. Fakat müziğiniz daha çok Doğu Avrupa’daki ve Balkanlar’daki çingene müziklerini andırıyor. Bu biraz ironik değil mi?

Gerçekten ironik. Bazen kendi içinde karşıtlıklar taşıyan bir yaşam sürüyorum. Fransa’nın sevdiğim yanlarından birisi, orada yaşayan insanların dünyanın farklı yerlerinde yapılan müziğe olan ilgi ve sevgileri. Bu beni çok etkiledi. Albüm henüz çıkmadan önce Doğu’ya en yakın olduğum yer Prag’dı. Orada bazı müzisyenlerle tanıştım. Almanya’nın Leipzig kentinde terkedilmiş bir binanın tavan arasında yaşıyorlardı, beni oraya götürdüler. Binada herhangi bir ısıtma sistemi yoktu. Bütün gece şarap içip akordeon ve keman çaldık. O gece, bu seyahatlerden bana kalan güzel anılardan birisi…

Balkan müziğinde sizi en çok ne etkiliyor?

Duygu yüklü. Bu derecesini Batı müziğinde bulmak zordur. Gerçek bir heyecanı yansıtıyor. Ayrıca müzik son derece coşkulu ve enstrümantasyon çok etkileyici. Sanırım açıklaması zor ama bana büyük anlam ifade ediyor. Aynen Türk müziğinde, Irak ya da Hint müziklerinde olduğu gibi.

Punk’ın Doğu’ya taşındığı söyleniyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Amerika’daki punk tavrı konusunda söylenecek çok şey var. Punk’ın Doğu’ya taşınıp taşınmadığını bilmiyorum ama eğer öyleyse, umarım arkasında Amerika’da bıraktığı gibi kötü bir iz bırakmaz. Çünkü punk, bu ülkede, gençlerin kendi hatalarından ve yetersizliklerinden kurtulamamasının ya da dünyada olup bitenlerle baş edememesinin bir bahanesi oldu. Punk olduklarını söyleyenler, kendi hatalarını sanki kişiliklerinin en iyi taraflarıymış gibi benimsiyorlar. Ne yazık ki, punk, Amerika’da çok yanlış yorumlanıyor.

İlk albümünüz çıkar çıkmaz, New York’taki indie rock severler ve müzik dergileri tarafından büyük bir ilgiyle karşılandı. Grubunuzu ilk kurduğunuz sırada, dinleyicilerden ve eleştirmenlerden nasıl bir tepki alacağınızı tahmin ediyordunuz?

Aslına bakarsanız, görmezden geleceklerini düşünüyordum. New York’ta müzik piyasası çok büyük. Çok sayıda grup olduğu için bunların yüzde doksanı adını duyuramıyor. Bu nedenle, müziğimizi eğer dinlerlerse, seslerle oynayarak kulağa çok farklı gelen bir şey yapmaya çalıştığımı düşünmelerini umdum, ki aslında durum öyle değildi.

Konserlerinizde Türklerin çok iyi bildiği bazı şarkıları söylüyorsunuz. Bunlar arasında Koçani Orkestar’ın yorumladığı “Şiki Şiki Baba” ve geleneksel bir çingene şarkısı olan “Eder Lezi” de var. Bunları İstanbul’da da çalacak mısınız?

Eğer konser izleyicisi bu şarkıları bizden duymak isterse, çalmaktan mutluluk duyarız.

Translate