29 Temmuz 2007 Pazar

Air, İstanbul’u da Hipnotize Etti


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/28 Temmuz 2007

İstanbul bu hafta elektronik müziğin modernistleri olarak tanınan Air’i ağırladı. Birisi mimar (Nicolas Godin), diğeri matematikçi (Jean-Benoit Dunckel) iki Fransız müzisyenin 1995 yılında kurdukları grup, son albümlerinin dünya turnesi kapsamında Kuruçeşme Arena’da bir konser verdi.

Çağımızın en önemli bestecilerinden Philip Glass’ın minimalizmini Pink Floyd tarzı psychedelic rock’la, 70’lerin synthesizer soundunu güncel müzikle çok başarılı bir şekilde bütünleştiren ikili, insanı adeta hipnotize eden bir müzik yapıyor. Yani onlar da benim “büyücü müzisyenler” dediğim gruba dahiller.

Pocket Symhony” adlı yeni albümleri, Uzakdoğu’dan gelen Zen etkisini bu defa daha da belirgin bir şekilde hissettiriyor. Hem geleneklerini koruyup hem de en ileri teknolojiyi geliştiren Japonya ile Air’in müziği arasında ilginç bir paralellik var. Onlar da modern teknolojiyi büyük bir ustalıkla kullanıyorlar ama müziklerindeki sadelik ile yansıttıkları orijinal altyapı dikkat çekiyor. Nitekim Nicolas Godin, albümü kaydetmeden önce bir yıl boyunca Okinawalı bir ustadan “shamisen” ve “koto” denilen Uzakdoğu enstrümanlarını çalmayı öğrenmiş.

Bu sakin görünümlü entelektüel müzisyenle konser öncesinde sahne arkasında buluşup müzik üzerine söyleştik.

Birçok şarkınız romantik ilişkilerle ve eşsiz duyguları yaratan o özel insanı aramakla ilgili. Bu şarkıları yazarken daha çok kendi hayatınızdan mı etkileniyorsunuz yoksa bunlar bir tür hayal ve gözlem karışımı olarak mı ortaya çıkıyor?

Evet, kendi yaşantımızdan çok etkileniyoruz. Her ikimizin hayatı da oldukça renkli. Bir kız arkadaşınız olduğunda hayatınızı onunla paylaşıyorsunuz ama bu yetmeyebiliyor. Bu çok garip aslında. Karşı cinsten yeni insanlar tanımak istiyorsunuz. Çünkü her yeni tanıdığınız insan farklı kişilikte. Bir süre sonra onlarla daha yakın bir ilişki kuruyorsunuz ama hiçbir zaman akıllarından tam olarak ne geçtiğini bilmiyorsunuz. Bu bana ilginç geliyor. Hayatınızı geçirmek istediğiniz kişiyi bulduğunuz zaman da, bu defa bir restorana gidip diğer kadınlarla yemek yiyemiyorsunuz. “Bu doğru mu olur?” diye düşünmeye başlıyorsunuz. Oysa öğrenilip keşfedilecek çok şey var. Sanırım siber alemde yaşanan ilişkilerin iyi yanı bu…

Daha önceki albümleriniz gibi bu son çalışmanız da oldukça melankolik. Melankoli sizi neden bu kadar cezbediyor?

Artık melankoliden biraz sıkılmış durumdayım. Çünkü bence fazla rahatlık getiriyor. İnsanlar genelde melankoliye eğilimli. Bunun nedeni de, onlara yaşadıklarını hissettirmesi. Öte yandan, özellikle yaratım aşamasında bunun kolay bir yol olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden gelecek albümde daha zorlayıcı bir yol seçmek istiyorum. “Pocket Symphony”nin çok alışılagelmiş bir albüm olduğunu söylemiyorum ama bence dışavurumcu bir yöntemle melankolik bir albüm yapmak fazla kolay bir yol.

“Kendimizi tedavi etmek için müzik yapıyoruz. Çünkü müzik bizim için bir tür ilaç” diyorsunuz. Öyleyse bugüne kadar yaptığınız en güçlü ilaç hangisi?

İlk müzik yapmaya başladığım zaman bunun ne kadar rahatlatıcı olduğunu fark ettim. Gerçekten müzik güvende hissetmemi sağlıyor. Kendimizi korumak için müziği kullandığımız da doğru. Ama hislerimiz her zaman aynı değil. Her insanın karakterinde, hislerinde zamanla değişim olur. O nedenle, bence ilaç niyetine kullandığımız müzikler de sürekli değişiyor. Belki de hepsi kendi içinde yeterince güçlü denilebilir.

“Pocket Symphony” bir resim olsaydı, ne tür bir resim olurdu?

Bir Edward Hopper ya da David Hockney yapıtına benzeyebilirdi. Sessizliği yansıtan bir görüntü aklıma geliyor. Etrafta kimsenin olmadığı bir çöl olabilirdi ya da yalnızca gökyüzü ile havuz olurdu.

İnsanları rahatlatan görüntüler…

Evet, aynı zamanda boşluk duygusu da veriyor.

O boşluğun size duyumsattığı şey ne?

Bedenimizin içinde büyük bir gücümüzün olduğuna inanıyorum. Boş bir mekanda bedenimizle bizim aramızda başka herhangi bir şey olmuyor. Bu tür yerlerde kendimi iyi hissediyorum. Buna mimariden bir örnek de verebilirim. Kocaman bir bina görünce etkilenirsiniz ama aslında iki duvarın arası boşluktur. Bunun gibi müziğimizde de minimalist bir yaklaşımı benimsiyoruz. Arada boşluklar olmasını seviyoruz.

Birçok şarkınızı dinlerken sanki bir film müziği dinliyormuşum hissine kapılıyorum. Filmlerden doğrudan etkilendiğiniz oluyor mu?

Evet, grup olarak filmlerden çok etkileniyoruz. Özellikle John Carpenter ve Todd Haynes’in filmleri. Haynes’in “Safe” adlı filmine obsesif bir şekilde bağlıyım. Her yıl Paris’te bir projeksiyon odası kiralayıp bu filmi perde üzerinden izliyorum.

Sofia Coppola’nın “Marie Antoinette” adlı filminin müziklerine katkıda bulundunuz. Gelecekte yine film müzikleri yapmayı düşünüyor musunuz?

Sofia sadece özel bir sahne için müzik yapmamızı istedi. Filmde başka birçok müzikler de kullanıldı. Fakat biz gelecek sefer bir filmin baştan sona tüm müziğini yapmak istiyoruz.

Bu son albümünüzde Jarvis Cocker, Neil Hannon ve Tony Allen gibi çok ünlü konuk müzisyenlerle çalıştınız. Bu işbirlikleri nasıl ortaya çıktı?

Hepsi Fransızca konuşuyor. Hepsi Paris’te yaşıyor. Birbirimizi tanıyoruz. Bu kendiliğinden gelişen bir süreçti. Albümde kiminle çalışsak diye bir arayış içinde değildik ama doğal olarak ortaya çıktı.

Birlikte çalışmayı hayal ettiğiniz bir müzisyen var mı?

Hayır. Çünkü kendimle ilgili olarak gerçek dünyaya yönelik tasarılar yapmıyorum. Hayat zaten sürprizlerle dolu. Aslında müzik aracılığıyla hayali bir dünya kurup onun içinde yaşıyorum. Bir şekilde gerçeklikten kaçıp uzaklaşıyorum.

-

22 Temmuz 2007 Pazar

The Chemical Brothers’ın Serüveni Sürüyor


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/21 Temmuz 2007



Elektronik dans müziğinde trendler yaratan, canlı performansları en büyük kalabalıkları toplayan, Grammy ödüllü bir grubun yeni albümü yayımlanınca ne olur? Beklentiler yüksek ve birbirinden değişik olduğu için albüm hakkındaki yorumlar da çok farklı olur.

Bugünlerde elektronik müzik dinleyenlere “The Chemical Brothers’ın yeni albümünü nasıl buldun?” diye sorarsanız, büyük olasılıkla “berbat” ya da “harika” sözcüklerinden birisini duyarsınız. Ben ikisini de söylemiyorum; çünkü bana göre albümler tek tek şarkılara göre değerlendirilmeli. Her albümde daha dinler dinlemez gönlünüzü kaptırdığınız şarkıların yanı sıra, ancak dinledikçe alıştıklarınız ve duymaya hiç katlanamadıklarınız bulunabilir. Bununla birlikte, İngiliz ikilinin “We Are The Night” adlı yeni çalışmasını, “Surrender” (1999) ve “Come With Us” (2002) adlı albümleriyle kıyaslayacak olursam, o düzeyi yakalayamadıklarını belirtmem gerekir.

Big Beat akımının öncüleri arasında yer alan The Chemical Brothers, 1992 yılında Tom Rowlands ve Ed Simons tarafından kurulduğu günden bu yana hızla yükselen bir başarı grafiği izledi. “Hey Boy Hey Girl”, “Setting Sun”, “Out Of Control”, “Block Rockin’ Beats” ve “Galvanize” gibi dans pistlerinin vazgeçilmez hitlerini yaratan ikili, kariyerleri boyunca her zaman sıra dışı olmayı başardı. Henüz raflarda yerini yeni alan We Are The Night, belki daha önceki albümleri kadar sıra dışı değil, fakat yine yaratıcı.

İLGİNÇ İŞBİRLİKLERİNE DEVAM

The Chemical Brothers’ı ilk albümlerini çıkardıkları tarihten bu yana 12 yıldır izliyorum. Bana göre onların müziğini en ilginç kılan şeylerden birisi, farklı müzik türlerini icra eden sanatçılarla yaptıkları ortak çalışmalar. Müzikteki serüvenci yaklaşımlarını sergiledikleri bu işbirliklerinin yeni örnekleri, bu son albümde de yer alıyor. Fas’ta çekilen video klibi son günlerde televizyonlarda sıkça yayımlanan ilk single, “Do It Again”deki vokallerde karşımıza Londralı müzisyen Ali Love çıkıyor. Ama bana göre, ancak beklentisi fazla olmayan ortalama dinleyici memnun edebilecek electro pop tarzındaki şarkı, albümde es geçilmesi gereken iki şarkıdan birisi. Diğeri ise, hip-hop dünyasının tanınmış isimlerinden Fatlip’in eşlik ettiği, basit tekrarlarıyla bıktıran “The Salmon Dance”.

Üzerinde durulması gereken ortak çalışmalar ise, elektronik müziğin son dönemde çıkış yapan İngiliz temsilcileri The Klaxons ile kaydedilen “All Rights Reversed”, Amerikalı folk şarkıcısı Willy Mason’ın seslendirdiği “Battle Scars” ve Teksaslı folk rockçılar Midlake’le yapılan “The Pills Won’t Help You Now”. Bir The Chemical Brothers albümünde duymayı beklemeyeceğiniz kadar melodik olan bu şarkı, albümü yavaş ritmiyle sakin bir tonda sona erdiriyor. Benim favorilerim ise, bozulmuş muhteşem sesleriyle derhal dikkat çeken, tamamen enstrümantal “Saturate” ve “Das Spiegel”. “Burst Generator” ve albümle aynı adı taşıyan “We Are The Night”, konserlerde kalabalıkları coşturabilir ama ne yazık ki bu albümün bir “Galvanize”ı ya da bir “Hey Boy Hey Girl”ü yok…

BIG BEAT’TEN DENEYSELLİĞE

Albümden beklediğini bulamayanlar mutlaka olacak; basında olumsuz eleştiriler çıkacağı da kesin. Fakat yazının başında belirttiğim gibi, albümü tümüyle birkaç defa dinledikten sonra, tek tek şarkıları ele alarak değerlendirirseniz, Tom Rowlands ve Ed Simons’ın hala kayda değer albümler yapmayı sürdürdüklerini düşünebilirsiniz. Kolay değil; 15 yıldır birlikte müzik yapıyorlar ve hala kült bir dinleyici kitlesine sahipler. 2005 yılında İstanbul’da da bir konser veren ikili, canlı performanslarındaki dinamizm, olağanüstü ses kalitesi ve görkemli şovları nedeniyle, bugün hala festivallerin en gözde gruplarından birisi.

Elimizde bu defa, grubun Big Beat tarzından bir parça deneyselliğe kayarak psychedelic house tarzını öne çıkardığı bir albüm var. The Chemical Brothers, sanki çılgın dans partilerinden çıkıp olgunluk dönemine girmiş gibi. Bunu asla bir eleştiri olarak söylemiyorum. Ben değişiklikleri, müzikal serüvenleri severim.

15 Temmuz 2007 Pazar

Üç Derleme Üç Ayrı Dünya


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/14 Temmuz 2007

Her biri müzikseverlere ayrı bir fantastik dünya sunan üç derleme albüm!

JEFF BUCKLEY-SO REAL: SONGS FROM JEFF BUCKLEY

10 yıl önce Mississippi Nehri’nde bir adam boğuldu. Gece vaktiydi, kıyafetleri üzerinde olduğu halde denize girmişti, radyoda Led Zeppelin’in “Whole Lotta Love” adlı şarkısı çalıyordu. Bir süre sonra denizde kayboldu, günlerce aradılar ama izine rastlayamadılar. Bir hafta sonra cesedi bulundu. Ölen kişi, ünlü şarkıcı, besteci ve gitarist Jeff Buckley’di. Henüz 30 yaşındaydı. Görgü tanığının ifadesinden ve otopsiden sonra genç sanatçının tamamen kaza sonucu boğulduğu anlaşıldı. Alkol ya da uyuşturucu almamış, intihar etmemişti…

6 yaşında gitar çalmaya başlamış, 12 yaşında müzisyen olmaya karar vermiş, yıllarca barlarda çalıp söyledikten sonra 1994 yılında yayımladığı “Grace” albümüyle büyük ün kazanmıştı. Hem çok yetenekli bir şarkı yazarı ve gitaristti, hem de ilk dinleyişte insanı çarpan etkileyici bir sesi vardı. Kimi zaman bir blues şarkıcısını, kimi zaman Led Zeppelin’in solisti Robert Plant’i andıran dokunaklı yorumuyla bir döneme damgasını vurdu.

10. ölüm yıldönümünde Jeff Buckley’i anmak için yayımlanan “So Real: Songs From Jeff Buckley” adlı albüm, sanatçının şarkılarından bir derleme sunuyor. Toplam 14 şarkının yer aldığı albümde, Buckley’in “Grace”, “Eternal Life”, “Lover, You Should Come Over”, “Last Goodbye”, “Mojo Pin” gibi kendi şarkılarının yanı sıra, diğer grup ve müzisyenlerin şarkılarını yorumladığı farklı versiyonlar da yer alıyor. Leonard Cohen’in “Hallelulaj”, Edith Piaf’ın “Je N’en Connais Pas La Fin” (I Don’t Know The End Of It) ve The Smiths’in “I Know It’s Over” adlı unutulmaz klasiklerini böylesine muhteşem bir sesten dinlemek gerçek bir zevk.

Albümün bir özelliği de, daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış iki şarkıya (“So Real” ve “I Know It’s Over”) yer vermesi.
David Bowie, ıssız bir adaya yanında götüreceği 10 albüm arasında “Grace” i de saymıştı. Jeff Buckley, yaşadığı kısa dönem içinde yalnızca bir albüm yapabildi ama bar günlerinden kalan canlı kayıtları hala albümler dolduruyor. Şarkılarıyla konuşan genç bir adamı dinlemek isterseniz, bu albümü kaçırmayın.

THE CLASH-THE SINGLES

Punk rock’ın efsanevi grubu The Clash’ın single’larını toplayan yeni bir albüm var elimde. Albüm kitapçığını açıyorum ve okuyorum. “Albümlerini almak için yemekten kısıp para piriktirdiğim ilk grup The Clash’tı” diyor The Beastie Boys’dan Mike D. Müzikle ilgilenen her insanı bu kadar derinden etkileyen bir grup vardır mutlaka. Ama 1970’lerin sonuna doğru çıkış yapan The Clash, o dönemde ilk gençliğini yaşayanların çoğunun hayatını değiştirdi. Öyle ki, kendilerinden sonra gelen müzisyenlerin birçoğu, onları ilk kez sahnede gördükleri an müzisyen olmaya karar verdiklerini açıkladılar. Grup, solist Joe Strummer öncülüğünde, pasif gençliği politik olarak aktif olmaya yönlendiren şarkıları ve aristokrasiye karşı görüşleri ile müzikte devrim yarattı. The Sex Pistols’ın nihilist yaklaşımına karşın, toplumsal ve politik mesajlar veren şarkı sözleri ile oluşturdukları protest tavırla punk akımına yeni bir boyut getirdiler.

The Clash’ın grupla aynı adı taşıyan ilk albümü yayımlandığından bu yana tam 30 yıl geçti ama şarkıları hiç eskimedi. “London Calling”, “Rock The Casbah”, “I Fought The Law”, “Know Your Rights”, “White Riot”, “Should I Stay Or Should I Go” gibi şarkılar hala her yaştan insan tarafından dinleniyor; yeni kurulan gruplar hala onların şarkılarını yorumluyor. Müzik dünyasında böylesine iz bırakan The Clash’ın en sevilen şarkılarını bir araya getiren bu CD, müzik arşivi yapanlar ve grupla henüz yeni tanışanlar için gerçekten çok iyi bir derleme.

14. ULUSLARARASI İSTANBUL CAZ FESTİVALİ ALBÜMÜ

14. Uluslararası İstanbul Caz Festivali tüm hızıyla devam ediyor. Dünyaca ünlü müzisyenler ardı ardına sahneye çıkarak İstanbul’u dev bir konser mekanına dönüştürüyor. Caz ruhu şehrin her tarafına yayıldı ve bu arada festivalin yeni albümü de piyasaya çıktı. Festival için ülkemize gelen sanatçılardan seçme şarkıların yer aldığı toplama albüm, EMI ile İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın ortak projesi. Norah Jones’dan “Thinking About You”, Bryan Ferry’den “The Times They Are A-Changin’ ”, Wynton Marsalis’den “These Are Those Soulful Days”, Robert Plant and the Strange Sensation’dan “Freedom Fries”, Antony and the Johnsons’dan “Man Is The Baby” adlı şarkıların dikkat çektiği derlemede toplam 14 şarkı bulunuyor. Şarkı seçkisi bakımından alıp dinlemeye değecek güzellikte bir festival anısı…

8 Temmuz 2007 Pazar

Recoil'in Muhteşem Dönüşü


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/7 Temmuz 2007



Alan Wilder’ın yeni albümü “subHuman” (insanlık dışı) sonunda yayımlandı! Depeche Mode’un eski üyelerinden Wilder’ın gruptan ayrılmadan önce1986 yılında solo proje olarak başlattığı Recoil’den yedi yıldır ses çıkmıyordu. Fakat onca bekleyişe değdi. Electro-blues, rock, ambient ve jaz esintileri taşıyan subHuman, özellikle düzenlemelerdeki farklılığıyla dikkat çeken muhteşem bir albüm.

Recoil’in bu beşinci stüdyo albümünde vokalistliği iki güçlü ses, Lousianalı blues sanatçısı Joe Richardson ve İngiliz şarkıcı Carla Trevaskis üstleniyor. Aynı zamanda gitar ve armonika çalan Joe Richardson, kendi adını taşıyan üçlü grubuyla albümün tümünde varlığını hissettiriyor. Recoil’in şarkılarını ticari radyolarda duymayabilir, albümlerini her yerde bulamayabilirsiniz. Arayıp sormanız, bulmak için çaba harcamanız gerekebilir. Ama bu albümü dinlediğinizde, kuşkusuz Alan Wilder’ın yaratıcı dehasına bir kez daha hayran kalacaksınız. Seslerle takıntılı bir ilişkisi var Wilder’ın; onlarla oynayarak deneysel ve zor albümler yapmayı seviyor. Yazının devamında Alan Wilder’la yaptığım röportaj yer alıyor. Umarım subHuman hakkında biraz daha ayrıntılı bilgi verebilir.

Birkaç yıl sessiz kaldıktan sonra çok etkileyici bir albümle geri döndünüz. Yine o bilinen rutine girmekten, örneğin röportajlar yapmaktan memnun musunuz?

Evet, bir albümü bitirmek her zaman çok mutlu eder. Projeye başladığınız andan yayımlanana kadar geçen zaman da müthiş heyecan verici. Sonunda albüm dinleyicilere ulaştığında ise büyük bir rahatlık hissediyorsunuz. Ben 18 aydır subHuman’la yaşıyorum ve artık onu bir daha hiç duymadan kaldığım yerden devam etmeye hazırım!

Albümü yapmak için stüdyoda geçirdiğiniz o uzun dönemi nasıl tanımlarsınız? Ne kadar yıpratıcı ve aynı zamanda ne kadar zevkli olabileceğini hayal edebiliyorum.

Albümün son hali hakkında önceden kafamda bir plan olmadığından, ilk birkaç ayı gerçekten karanlıkta avlanmakla geçirdim diyebilirim. Sadece yeni teknolojilere alışmaya değil, aynı zamanda kafamda yeni gelişen bazı fikirleri nasıl kullanacağım konusunda da ilerleme kaydetmeye çalışıyordum. Sanırım en heyecanlı dönem, 2006 yılının Mayıs ayında Teksas’ta Joe Richardson ile eski ve yeni teknolojileri buluşturduğumuz kayıtlardı. Joe’nun grubu yalnızca 60’lardan kalma eski aletlerle, Dolby sistem olmadan kayıt yaptı. ProTools (digital ses kayıt programı), yalnızca en son aşamada devreye girdi ve böylece bir hafta boyunca yaptığımız bütün kayıtları avuç içi büyüklüğünde bir sabit diske aktararak İngiltere’ye götürme olanağı buldum.

Bir mükemmeliyetçi olarak, belli sesleri ve birlikte çalıştığınız vokalistleri nasıl seçtiniz?

Genellikle gerekli olan vokali müziğin kendisi belirler ve ben de doğru olan kişiyi aramaya başlarım. Vokalistlerde öncelikle ses kalitesine, sonrasında ise şarkı sözleri konusundaki potansiyeline bakarım. Şarkının bütünü üzerinde karar verilip kayıt yapıldıktan sonraki aşama benim için çok heyecan vericidir. Bütün sahnelerin çekimini tamamlayıp kurguya hazır olan bir film yönetmeni gibi hissederim. Bu noktada artık görevim, albümde bir bütünlük sağlamaktır. Kısaca söylersem, çok karışık bir yapboz oyununun parçalarını bir araya getirmeye çalışmak gibi zaman alan bir süreçtir.

Albümde öne çıkan ana temalar, acı, ölüm, mücadele ve hayal kırıklığı. Çok dramatik ve belirgin bir öfkeyi yansıtıyor. Neye ya da kimlere karşı? Albümü yaparken bugün dünyanın içinde bulunduğu siyasi ortam, savaşlar, dini çatışmalar sizi etkiledi mi?

Son albümümü yayınladığım zamandan bu yana, 11 Eylül’ü yaşadık, Irak ve Afganistan’da savaşlar, Londra ve Madrid’de bombalama olayları oldu, Filistin sorunu derinleşti ve diğer pek çok çatışma yaşandı. Bunların çoğu da din adına ve saptırılmış ideolojiler kullanılarak yapıldı. Modern teknolojinin sağladığı olağanüstü olanaklara karşın, sözüm ona uygar dünyada kültürel ayrışmalar her zamankinden daha kötü bir hal aldı ve birçok insan gibi bundan ben de etkileniyorum. Albümü yaptığımız sırada özel olarak bunlara yoğunlaşmamıştım belki ama son aşamada, “insanlıktan uzaklaşma düşüncesi”, albümün tümünü simgeleyecek anlamlı bir ana tema olarak ortaya çıktı. Ama bu özel olarak bir belli gruba yöneltilmiş değil; burada hedeflenen, ırkçılık, eşcinsel düşmanlığı, sınıflar ya da politika gibi konularda karşılığını bulabilir. Aslında bu yeni bir fikir değil ve temel nokta da tam burada. Çünkü tekrar tekrar ortaya çıkan bir insan davranışına dikkat çekiyor. İnsanlar sürekli birbirlerini ezmeye, diğerlerinin üzerinde üstünlük kurmaya çalışıyorlar; bu çoğunlukla trajik sonuçlar verse ve kimileri bu uğurda harcanıp gitse bile…

Sizce albümdeki şarkılar konserde çalınsa müthiş olmaz mı? Aslında sormaya çalıştığım, yakınlarda canlı performansınızı görmeyi umabilir miyiz?

Hayır. Canlı bir Recoil performansı olacağını düşünmüyorum. Konser vermeye karşı pek istekli değilim. Ama Joe ve grubunun konserlerinde bu şarkıları çaldıklarını görebilirsiniz.

Günümüzde daha fazla grup olmasına ve internet sayesinde müziğe daha kolay ulaşılabiliyor olmasına karşın, müzik sanki artık insanların hayatında eskiden olduğu kadar büyük rol oynamıyor. Ticari hırsların yönettiği klişeler dünyasında yaşamanın bir sonucu dersiniz?

Zamanla eğilimler değişiyor ve bunu kabul etmek zorundayız. Fakat acı gerçek şu ki, her şeyin çok çabuk tüketildiği, basitliğe ve sıradanlığa giderek daha fazla değer verilen bir toplumda yaşıyoruz. İnsanların ticari radyolarda ve MTV’de yayınlanan çoğu döküntüye karşı bir seçenek oluşturabilecek başka müziklerin de olduğunun farkına varmaları için Recoil’in internet üzerindeki varlığını geliştirmeye çalışıyorum. Gerçek zanaatkarlığa önem verilmesini arzulayan çok sayıda insan olduğuna inanıyorum.

1 Temmuz 2007 Pazar

Tori Amos Masstival’de


© Zülal Kalkandelen
Roll/Temmuz 2007



İçinizde kaç karakter taşıyorsunuz? “O da ne demek, ben normal bir insanım” diye yanıt verebilirsiniz. Fakat alternatif müziğin dahi yeteneği Tori Amos, bu soruya farklı yanıt vererek, “American Doll Posse” adlı son albümündeki şarkılarıyla, bir kadını yaratan beş ayrı kadın karakteri çiziyor. Her albümünde farklı temalarla karşımıza çıkan Amos, bu yeni albümünde kadınlara, aslında hepsinin kendi bölünmüş dişiliklerine sahip olduklarını, fakat bunları bastırmaya zorlanıp birisini seçmeye zorlandıkları anlatmak istiyor. Bu ilginç albümün dünya turnesine geçen ay sonunda başlayan sanatçı, 15 Temmuz’da İstanbul Parkorman’da gerçekleştirilecek Masstival kapsamında da bir konser verecek. Bu nedenle, konserden önce Amos’ın “alter ego” olarak belirlediği karakterleri tanımakta yarar var.

KADINLAR BASKILARA KARŞI ÇIKSIN

Aslında karakterleri tam olarak tanımak için albümdeki şarkılara vermek gerekiyor, ama kısa bir özet en azından bir fikir verebilir. Fotoğrafçı Isabel, Artemis’in bir yansıması ve dışarıdan bakıldığında karakterler arasında en politik olanı. Dünyayı yöneten şef ve sahtekar dostlarının bizi ne kadar kötü bir yola soktuğunu anlatan bir isyan şarkısı olan “Yo George” şarkısıyla albümü açıyor ve kapanışı da bir savaş karşıtı marş olan “Dark Side Of The Sun” ile yapıyor. Yunan mitolojisinde yeraltı dünyasının kraliçesi olan Persephone’a atıf yapan Clyde, hayatı boyunca yaşadığı hayal kırıklıklarıyla mücadele etmeye çalışıyor. Bazen oldukça tehlikeli durumlarla karşı karşıya gelen savaşçı Pip, Athena’yı temsil ediyor. Afrodit’e atıf yapan, aşk ve şehvete düşkün karakter Santa adını taşıyor. Son karakter Tori ise, Demeter ve Dionysos’u içinde barındırıyor, yani içinde hem erkek hem de dişi özellikleri olan bir karakter.

Her birimizin içinde bir Pip, Clyde, Isabel, Santa ve Tori olduğunu söyleyen Tori Amos, hepsine, ortaya çıkıp kendi haklarını talep etmeleri için çağrıda bulunuyor. Gerçekte baskıcılığa karşı çıkıyor ve şöyle diyor: “İçinde bulunduğumuz dünya ataerkil otorite tarafından yaratıldı. Ve ben onlardan sonra geliyorum. Biz kadınlar eğer kontrolcü ideolojilerini bizim üzerimize empoze etmeye çalışanlardan hesap sormazsak, o zaman tek taraflı empoze edilmiş bu egemenliği kabul etmiş oluruz ve bu affedilemez birşey. Yani zihninizi ve kulaklarınızı açıp kendi bütünlüğünüzün ve gerçek sizin dışarı çıkmasına izin verin. Çünkü Tori, Pip, Isabel, Clyde ve Santa’nın size söyleyecekleri var.”

“HARİKA ÇOCUK” TORI AMOS

Tori Amos, kariyerini takdirle izlediğim sanatçılardan biri. Hiçbir zaman kolaycılığa kaçmayışı, popüler olmak adına kalitesinden ödün vermeyişi, albümleri yaparken ortaya koyduğu yetenek ve yaratıcı özgünlük hayranlık uyandırıcı. Üstelik, ara başlıkta belirttiğim gibi, gerçek bir harika çocuk aslında. 1963 doğumlu sanatçı, henüz doğru dürüst konuşamazken beste yapmaya, 2.5 yaşında piyano çalmaya başlamış ve 5 yaşında harika çocuk olarak Baltimore’daki Peabody Enstitüsü’ne kabul edilmiş. Şarkı söyleyiş tarzı nedeniyle Kate Bush’a benzetilen Amos’ın, duygusal şarkılarını seslendirirken piyanoda sergilediği ustalık da takdiri hak ediyor.

Bütün bunlar Tori Amos’ın neden bütün dünyada kült bir dinleyici kitlesinin var olduğunu anlatıyor. Sanatçının konserleri, 2003 yılında Rolling Stone dergisi tarafından en iyi beşinci canlı performans olarak değerlendirildi. 2005 yılında Amerika’da verdiği konserlerin tüm biletleri de, satışa sunulduktan sonra 10 dakika içinde tükendi.

Duyduğumuza göre, turne sırasında bir de sürprizi var sanatçının: Her bir konseri albümdeki karakterlerden birisi açacak ve sonrasında sahneyi Tori’ye bırakacak. Hangisinin konseri başlatacağı ise dünyada olup bitenlere göre değişecek. Acaba İstanbul konserini kim açacak? Bence İstanbul’a Isabel yakışır. Hep birlikte, “Çöllerden dağlara, bozkırlardan kıyılara/ Bu yalnızca Kral George’un deliliği midir?/ Olmaz George!/ Bütün bir ulusu dünyanın dört bucağına taşıdın” diyen Yo George’u söyleyerek başlarız geceye…

Translate