© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/28 Temmuz 2007
İstanbul bu hafta elektronik müziğin modernistleri olarak tanınan Air’i ağırladı. Birisi mimar (Nicolas Godin), diğeri matematikçi (Jean-Benoit Dunckel) iki Fransız müzisyenin 1995 yılında kurdukları grup, son albümlerinin dünya turnesi kapsamında Kuruçeşme Arena’da bir konser verdi.
Çağımızın en önemli bestecilerinden Philip Glass’ın minimalizmini Pink Floyd tarzı psychedelic rock’la, 70’lerin synthesizer soundunu güncel müzikle çok başarılı bir şekilde bütünleştiren ikili, insanı adeta hipnotize eden bir müzik yapıyor. Yani onlar da benim “büyücü müzisyenler” dediğim gruba dahiller.
“Pocket Symhony” adlı yeni albümleri, Uzakdoğu’dan gelen Zen etkisini bu defa daha da belirgin bir şekilde hissettiriyor. Hem geleneklerini koruyup hem de en ileri teknolojiyi geliştiren Japonya ile Air’in müziği arasında ilginç bir paralellik var. Onlar da modern teknolojiyi büyük bir ustalıkla kullanıyorlar ama müziklerindeki sadelik ile yansıttıkları orijinal altyapı dikkat çekiyor. Nitekim Nicolas Godin, albümü kaydetmeden önce bir yıl boyunca Okinawalı bir ustadan “shamisen” ve “koto” denilen Uzakdoğu enstrümanlarını çalmayı öğrenmiş.
Bu sakin görünümlü entelektüel müzisyenle konser öncesinde sahne arkasında buluşup müzik üzerine söyleştik.
Birçok şarkınız romantik ilişkilerle ve eşsiz duyguları yaratan o özel insanı aramakla ilgili. Bu şarkıları yazarken daha çok kendi hayatınızdan mı etkileniyorsunuz yoksa bunlar bir tür hayal ve gözlem karışımı olarak mı ortaya çıkıyor?
Evet, kendi yaşantımızdan çok etkileniyoruz. Her ikimizin hayatı da oldukça renkli. Bir kız arkadaşınız olduğunda hayatınızı onunla paylaşıyorsunuz ama bu yetmeyebiliyor. Bu çok garip aslında. Karşı cinsten yeni insanlar tanımak istiyorsunuz. Çünkü her yeni tanıdığınız insan farklı kişilikte. Bir süre sonra onlarla daha yakın bir ilişki kuruyorsunuz ama hiçbir zaman akıllarından tam olarak ne geçtiğini bilmiyorsunuz. Bu bana ilginç geliyor. Hayatınızı geçirmek istediğiniz kişiyi bulduğunuz zaman da, bu defa bir restorana gidip diğer kadınlarla yemek yiyemiyorsunuz. “Bu doğru mu olur?” diye düşünmeye başlıyorsunuz. Oysa öğrenilip keşfedilecek çok şey var. Sanırım siber alemde yaşanan ilişkilerin iyi yanı bu…
Daha önceki albümleriniz gibi bu son çalışmanız da oldukça melankolik. Melankoli sizi neden bu kadar cezbediyor?
Artık melankoliden biraz sıkılmış durumdayım. Çünkü bence fazla rahatlık getiriyor. İnsanlar genelde melankoliye eğilimli. Bunun nedeni de, onlara yaşadıklarını hissettirmesi. Öte yandan, özellikle yaratım aşamasında bunun kolay bir yol olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden gelecek albümde daha zorlayıcı bir yol seçmek istiyorum. “Pocket Symphony”nin çok alışılagelmiş bir albüm olduğunu söylemiyorum ama bence dışavurumcu bir yöntemle melankolik bir albüm yapmak fazla kolay bir yol.
“Kendimizi tedavi etmek için müzik yapıyoruz. Çünkü müzik bizim için bir tür ilaç” diyorsunuz. Öyleyse bugüne kadar yaptığınız en güçlü ilaç hangisi?
İlk müzik yapmaya başladığım zaman bunun ne kadar rahatlatıcı olduğunu fark ettim. Gerçekten müzik güvende hissetmemi sağlıyor. Kendimizi korumak için müziği kullandığımız da doğru. Ama hislerimiz her zaman aynı değil. Her insanın karakterinde, hislerinde zamanla değişim olur. O nedenle, bence ilaç niyetine kullandığımız müzikler de sürekli değişiyor. Belki de hepsi kendi içinde yeterince güçlü denilebilir.
“Pocket Symphony” bir resim olsaydı, ne tür bir resim olurdu?
Bir Edward Hopper ya da David Hockney yapıtına benzeyebilirdi. Sessizliği yansıtan bir görüntü aklıma geliyor. Etrafta kimsenin olmadığı bir çöl olabilirdi ya da yalnızca gökyüzü ile havuz olurdu.
İnsanları rahatlatan görüntüler…
Evet, aynı zamanda boşluk duygusu da veriyor.
O boşluğun size duyumsattığı şey ne?
Bedenimizin içinde büyük bir gücümüzün olduğuna inanıyorum. Boş bir mekanda bedenimizle bizim aramızda başka herhangi bir şey olmuyor. Bu tür yerlerde kendimi iyi hissediyorum. Buna mimariden bir örnek de verebilirim. Kocaman bir bina görünce etkilenirsiniz ama aslında iki duvarın arası boşluktur. Bunun gibi müziğimizde de minimalist bir yaklaşımı benimsiyoruz. Arada boşluklar olmasını seviyoruz.
Birçok şarkınızı dinlerken sanki bir film müziği dinliyormuşum hissine kapılıyorum. Filmlerden doğrudan etkilendiğiniz oluyor mu?
Evet, grup olarak filmlerden çok etkileniyoruz. Özellikle John Carpenter ve Todd Haynes’in filmleri. Haynes’in “Safe” adlı filmine obsesif bir şekilde bağlıyım. Her yıl Paris’te bir projeksiyon odası kiralayıp bu filmi perde üzerinden izliyorum.
Sofia Coppola’nın “Marie Antoinette” adlı filminin müziklerine katkıda bulundunuz. Gelecekte yine film müzikleri yapmayı düşünüyor musunuz?
Sofia sadece özel bir sahne için müzik yapmamızı istedi. Filmde başka birçok müzikler de kullanıldı. Fakat biz gelecek sefer bir filmin baştan sona tüm müziğini yapmak istiyoruz.
Bu son albümünüzde Jarvis Cocker, Neil Hannon ve Tony Allen gibi çok ünlü konuk müzisyenlerle çalıştınız. Bu işbirlikleri nasıl ortaya çıktı?
Hepsi Fransızca konuşuyor. Hepsi Paris’te yaşıyor. Birbirimizi tanıyoruz. Bu kendiliğinden gelişen bir süreçti. Albümde kiminle çalışsak diye bir arayış içinde değildik ama doğal olarak ortaya çıktı.
Birlikte çalışmayı hayal ettiğiniz bir müzisyen var mı?
Hayır. Çünkü kendimle ilgili olarak gerçek dünyaya yönelik tasarılar yapmıyorum. Hayat zaten sürprizlerle dolu. Aslında müzik aracılığıyla hayali bir dünya kurup onun içinde yaşıyorum. Bir şekilde gerçeklikten kaçıp uzaklaşıyorum.
-