© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/7 Temmuz 2007
Alan Wilder’ın yeni albümü “subHuman” (insanlık dışı) sonunda yayımlandı! Depeche Mode’un eski üyelerinden Wilder’ın gruptan ayrılmadan önce1986 yılında solo proje olarak başlattığı Recoil’den yedi yıldır ses çıkmıyordu. Fakat onca bekleyişe değdi. Electro-blues, rock, ambient ve jaz esintileri taşıyan subHuman, özellikle düzenlemelerdeki farklılığıyla dikkat çeken muhteşem bir albüm.
Recoil’in bu beşinci stüdyo albümünde vokalistliği iki güçlü ses, Lousianalı blues sanatçısı Joe Richardson ve İngiliz şarkıcı Carla Trevaskis üstleniyor. Aynı zamanda gitar ve armonika çalan Joe Richardson, kendi adını taşıyan üçlü grubuyla albümün tümünde varlığını hissettiriyor. Recoil’in şarkılarını ticari radyolarda duymayabilir, albümlerini her yerde bulamayabilirsiniz. Arayıp sormanız, bulmak için çaba harcamanız gerekebilir. Ama bu albümü dinlediğinizde, kuşkusuz Alan Wilder’ın yaratıcı dehasına bir kez daha hayran kalacaksınız. Seslerle takıntılı bir ilişkisi var Wilder’ın; onlarla oynayarak deneysel ve zor albümler yapmayı seviyor. Yazının devamında Alan Wilder’la yaptığım röportaj yer alıyor. Umarım subHuman hakkında biraz daha ayrıntılı bilgi verebilir.
Birkaç yıl sessiz kaldıktan sonra çok etkileyici bir albümle geri döndünüz. Yine o bilinen rutine girmekten, örneğin röportajlar yapmaktan memnun musunuz?
Evet, bir albümü bitirmek her zaman çok mutlu eder. Projeye başladığınız andan yayımlanana kadar geçen zaman da müthiş heyecan verici. Sonunda albüm dinleyicilere ulaştığında ise büyük bir rahatlık hissediyorsunuz. Ben 18 aydır subHuman’la yaşıyorum ve artık onu bir daha hiç duymadan kaldığım yerden devam etmeye hazırım!
Albümü yapmak için stüdyoda geçirdiğiniz o uzun dönemi nasıl tanımlarsınız? Ne kadar yıpratıcı ve aynı zamanda ne kadar zevkli olabileceğini hayal edebiliyorum.
Albümün son hali hakkında önceden kafamda bir plan olmadığından, ilk birkaç ayı gerçekten karanlıkta avlanmakla geçirdim diyebilirim. Sadece yeni teknolojilere alışmaya değil, aynı zamanda kafamda yeni gelişen bazı fikirleri nasıl kullanacağım konusunda da ilerleme kaydetmeye çalışıyordum. Sanırım en heyecanlı dönem, 2006 yılının Mayıs ayında Teksas’ta Joe Richardson ile eski ve yeni teknolojileri buluşturduğumuz kayıtlardı. Joe’nun grubu yalnızca 60’lardan kalma eski aletlerle, Dolby sistem olmadan kayıt yaptı. ProTools (digital ses kayıt programı), yalnızca en son aşamada devreye girdi ve böylece bir hafta boyunca yaptığımız bütün kayıtları avuç içi büyüklüğünde bir sabit diske aktararak İngiltere’ye götürme olanağı buldum.
Bir mükemmeliyetçi olarak, belli sesleri ve birlikte çalıştığınız vokalistleri nasıl seçtiniz?
Genellikle gerekli olan vokali müziğin kendisi belirler ve ben de doğru olan kişiyi aramaya başlarım. Vokalistlerde öncelikle ses kalitesine, sonrasında ise şarkı sözleri konusundaki potansiyeline bakarım. Şarkının bütünü üzerinde karar verilip kayıt yapıldıktan sonraki aşama benim için çok heyecan vericidir. Bütün sahnelerin çekimini tamamlayıp kurguya hazır olan bir film yönetmeni gibi hissederim. Bu noktada artık görevim, albümde bir bütünlük sağlamaktır. Kısaca söylersem, çok karışık bir yapboz oyununun parçalarını bir araya getirmeye çalışmak gibi zaman alan bir süreçtir.
Albümde öne çıkan ana temalar, acı, ölüm, mücadele ve hayal kırıklığı. Çok dramatik ve belirgin bir öfkeyi yansıtıyor. Neye ya da kimlere karşı? Albümü yaparken bugün dünyanın içinde bulunduğu siyasi ortam, savaşlar, dini çatışmalar sizi etkiledi mi?
Son albümümü yayınladığım zamandan bu yana, 11 Eylül’ü yaşadık, Irak ve Afganistan’da savaşlar, Londra ve Madrid’de bombalama olayları oldu, Filistin sorunu derinleşti ve diğer pek çok çatışma yaşandı. Bunların çoğu da din adına ve saptırılmış ideolojiler kullanılarak yapıldı. Modern teknolojinin sağladığı olağanüstü olanaklara karşın, sözüm ona uygar dünyada kültürel ayrışmalar her zamankinden daha kötü bir hal aldı ve birçok insan gibi bundan ben de etkileniyorum. Albümü yaptığımız sırada özel olarak bunlara yoğunlaşmamıştım belki ama son aşamada, “insanlıktan uzaklaşma düşüncesi”, albümün tümünü simgeleyecek anlamlı bir ana tema olarak ortaya çıktı. Ama bu özel olarak bir belli gruba yöneltilmiş değil; burada hedeflenen, ırkçılık, eşcinsel düşmanlığı, sınıflar ya da politika gibi konularda karşılığını bulabilir. Aslında bu yeni bir fikir değil ve temel nokta da tam burada. Çünkü tekrar tekrar ortaya çıkan bir insan davranışına dikkat çekiyor. İnsanlar sürekli birbirlerini ezmeye, diğerlerinin üzerinde üstünlük kurmaya çalışıyorlar; bu çoğunlukla trajik sonuçlar verse ve kimileri bu uğurda harcanıp gitse bile…
Sizce albümdeki şarkılar konserde çalınsa müthiş olmaz mı? Aslında sormaya çalıştığım, yakınlarda canlı performansınızı görmeyi umabilir miyiz?
Hayır. Canlı bir Recoil performansı olacağını düşünmüyorum. Konser vermeye karşı pek istekli değilim. Ama Joe ve grubunun konserlerinde bu şarkıları çaldıklarını görebilirsiniz.
Günümüzde daha fazla grup olmasına ve internet sayesinde müziğe daha kolay ulaşılabiliyor olmasına karşın, müzik sanki artık insanların hayatında eskiden olduğu kadar büyük rol oynamıyor. Ticari hırsların yönettiği klişeler dünyasında yaşamanın bir sonucu dersiniz?
Zamanla eğilimler değişiyor ve bunu kabul etmek zorundayız. Fakat acı gerçek şu ki, her şeyin çok çabuk tüketildiği, basitliğe ve sıradanlığa giderek daha fazla değer verilen bir toplumda yaşıyoruz. İnsanların ticari radyolarda ve MTV’de yayınlanan çoğu döküntüye karşı bir seçenek oluşturabilecek başka müziklerin de olduğunun farkına varmaları için Recoil’in internet üzerindeki varlığını geliştirmeye çalışıyorum. Gerçek zanaatkarlığa önem verilmesini arzulayan çok sayıda insan olduğuna inanıyorum.