29 Aralık 2007 Cumartesi

2007’nin En İyi Albümleri


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/29 Aralık 2007

Aralık ayı gelince “Yılın En İyileri” listesi yapmak adettir. Ben de buna uydum ve 2007’nin en iyi 10 albümünü sıraladım. Ama listeye geçmeden önce belirtilmesi gereken dört husus var: 1-Bu liste, temel olarak yabancı alternatif/rock (indie rock)/elektronik müzik albümlerini kapsıyor. 2-Liste yapılırken satış rakamları dikkate alınmadı. 3-Elbette adı sayılabilecek başka albümler de var, ama bu yazının fiziksel sınırları ilk 10 albümü yazmaya olanak veriyor. 4-Bu yazıyı yazarken müziğin önemini bir kez daha duyumsadım. Bana göre, müzik dünyayı güzelleştiren ve onu yaşanmaya değer kılan en önemli şeylerin başında geliyor. Onca itiş kakışın sürdüğü dünyada bu albümler olmasaydı, 2007 kesinlikle daha sıkıcı geçerdi. 2008’in de bol müzikli geçmesi dileğiyle mutlu yıllar…

1-Radiohead-In Rainbows: Radiohead’in müziği öylesine kendine özgü ki, başka hiçbir grubun müziğine benzemiyor. Grubun uzun süredir yaptığı en melodik şarkılardan oluşan “In Rainbows”da şarkı sözleri de daha açık. Radiohead, birkaç yıl önce karmaşık yapılı şarkılarıyla kimilerinin aklını epeyce karıştırmıştı, ama o aklı karışanlar da bu albümdeki minimal soundun etkisiyle grubun müziğine yeniden sevdalandılar.

2-Arcade Fire-Neon Bible: Kanadalı art-rock grubu The Arcade Fire, ikinci albümü “Neon Bible”da ruhani temalarla uğraşırken eğlenceli olmayı başararak yine büyük takdir topladı. Gümbür gümbür perküsyonlar, yaylılar, akordeon, gitar, mandolin, piyano, armonika ve flüt ve saksofon… İnsanın dinlerken yerinde sabit durmasına olanak bırakmayan, dinamik bir albüm.

3-LCD Soundsystem- Sound of Silver: Biraz punk, biraz indie-rock, biraz disco-house karışırsa ne olur? Dance-rock olur. Ya da Brian Eno, David Bowie, New Order ve Young Marble Giants’ı bir arada düşünün. LCD Soundsystem olarak da bilinen James Murphy’nin bu albümü yaparken kullandığı formül bu yazı içinde böyle kısaca özetlenebilir belki ama bu işler bir tek formülle olmuyor tabii; önce yetenek lazım.

4-Recoil-subHuman: Depeche Mode’un eski klavyecisi Alan Wilder’ın elektro-blues, rock, ambient, caz esintileri taşıyan albümü, özellikle prodüksiyon ve düzenlemelerdeki başarısıyla dikkat çekiyor. Yılın en iyi çalışmalarından biri olmasına karşın medyada görmezden gelinen albüm, Wilder’ın ticari kaygıya kapılmadan yaptığı deneysel çalışmalardan birisi.

5-Nick Cave-Warren Ellis-The Assassination of Jesse James Soundtrack: Yaylıların ve piyanonun bazen ağladığını, bazen de birbirleriyle tatlı tatlı konuştuklarını düşünmenize yol açıp, hayal kurmanıza neden olacak etkileyici bir soundtrack albümü. Müzik öylesine güzel ki, hayalimdeki imajları yok etmesinden çekindiğim için, filmi görmekten bile vazgeçtim.

6-The Good, The Bad & The Queen-The Good, The Bad & The Queen: Blur ve Gorillaz projeleriyle tanıdığımız Damon Albarn’un, Paul Simonon, Simon Tong ve Tony Allen’dan oluşan rüya gibi bir ekiple yarattığı son mucize. Blair yönetimindeki İngiltere’nin ve Bush idaresindeki dünyanın sorunlarına odaklanan melankolik, nostaljik ve dramatik şarkılar.

7-Amy Winehouse-Back To Black: 2007 boyunca neredeyse her gün gazetelerde onunla ilgili skandalları okuduk. Ama Winehouse’un beni ilgilendiren yönü ise, yılın en iyi albümlerinden birisine imza atmış olması. 60’ların retro vokal soundunun günümüz müziğiyle çok başarılı bir şekilde harmanlandığı bu albüm, genç sanatçının aşk acılarının bir ürünü. Orijinalitesi ile çoğu müzisyeni kıskandıran “Back To Black”, The Guardian gazetesi tarafından da, “21. yüzyılın soul klasiği” olarak tanımlandı.

8-Apparat-Wallls: Alman prodüktör/DJ Sascha Ring, elektronik müzik sevenlerin yakından tanıdığı, IDM (Intelligence Dance Music) ekolünü izleyen isimlerden birisi. IDM, alışılmadık seslerin farklı ritmik düzenlemerle kurgulandığı, dinlenilmesi kolay olmayan ve dans etmeye pek de uygun bulunmayan bir müzik türü. Apparat’ın müziği ise ilginç bir şekilde, “dans müziğinde duygu arayanlar için” diye tanımlanır. Son albümü “Walls”, bu tanımı tam anlamıyla hak ediyor. Yılın en yaratıcı albümlerinden birisi.

9-The National-Boxer: Solistleri Matt Berninger için New York’un yeni Leonard Cohen’i diyorlar ama bana daha çok Ian Curtis’i hatırlatıyor. Depresif ruh hallerini ve modern insanın yalnızlığını anlatıyorlar. Akustik gitarlara eşlik eden zarif piyano ve keman sesleriyle insana derinden dokunan ve akla takılıp kalan bir müzik.

10-Bat For Lashes-Fur And Gold: Pakistanlı bir baba ile İngiliz bir annenin kızı olan Natasha Khan’ın öncülüğünde kurulan Bat For Lashes, alternatif müziğin son dönemde en iyi çıkış yapan gruplarından birisi. Tamamen kadın müzisyenlerden kurulu grubun müziği Björk, Tori Amos ve Kate Bush’u andırıyor. Perküsyon, harpsikord, keman ve elektronik seslerin birlikteliği ilginizi çekiyorsa ve piyano baladlarını seviyorsanız kaçırmayın.

23 Aralık 2007 Pazar

Dave Gahan: "Bu Albüm Zincirlerimi Kırdı."




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/22 Aralık 2007

New Wave’in en ünlü grubu Depeche Mode’un (DM) solisti Dave Gahan’la özel bir telefon röportajı yapabileceğimi bildirdiklerinde, 27 yıldır onun muhteşem sesinden dinlediğimiz şarkıları hatırladım. Öyle çok ki… Bugüne kadar dünyada 91 milyonu aşkın albümü satılan efsanevi grubun karizmatik solisti o. 1995 yılında intihara teşebbüs eden, ertesi yıl aşırı dozda uyuşturucu nedeniyle kalbi duran ama hayata geri dönen 45 yaşındaki sanatçı, bugün üçüncü eşi ve üç çocuğu ile daha sakin bir hayat yaşıyor. Kendisini New York’ta bulup konuştuğumuzda ise, “ruha yolculuk” olarak nitelediği son albümü “Hourglass” nedeniyle ayrı bir heyecan içindeydi.

İkinci solo albümünüz yeni yayımlandı. Nasıl hissediyorsunuz?

“Gerçekten çok iyi hissediyorum. Kendim için bir şey yapıp ortaya koyabilme duygusunu yaşıyorum. Albüm yayımlanalı birkaç ay oldu ve çok iyi tepkiler aldı. Ortaya çıkan işten memnunum.”

Solo albüm yapmak ile bir DM albümü yapmak arasında ne fark var?

“Bazı açılardan pek farklılık yok ama şarkı yazma bakımından oldukça farklı. Çünkü son birkaç yıldır, Christian Eigner (DM’un tur davulcusu) ve Andrew Phillpott (grubun tuşlu çalgılar programlayıcısı) ile birlikte çalışıyoruz, zaman zaman benim New York’taki stüdyomda buluşup fikirlerimizi tartışıyoruz. Bu albümdeki fark, ortaya atılan fikirlerin hızlı bir şekilde şarkıya dönüşmesiydi. Normalde önce şarkılar yazılır, sonra demo kaydedilir, prodüktöre gönderilir ve kayıt için plak şirketi ile konuşulur. Bu albümde böyle olmadı, hepsi aynı anda gerçekleşti. Herşeyi işbirliğiyle kendimiz yaptık ve prodüktörlüğü de üstlendik.”

DM ile yaptığınız albümlere kıyasla bu albümde daha deneysel bir çalışma yapma şansınız oldu mu?

“Kesinlikle! Aslında en büyük farkı, şarkılarla ilgili fikirler açısından çok daha fazla deneyselliğe açık olmasıydı. Normalde diğer insanlarla çalışırken kendinize sınırlamalar getirirsiniz. Oysa Andrew, Christian ve ben yeni bir şey başlattık. Kimin bir sonra hangi fikri ortaya atabileceğini bilmemenin yarattığı bir heyecan var. Yıllardır DM ile olanda ise, şarkılar yazılıp demolar kaydedildikten sonra prodüktörle stüdyoya girdiğimizde, hangi şarkıların albümde olacağı zaten bellidir ve onlar stüdyoya girmeden önce bitmiş olur. Fakat bu albümde, bizim bu konularda önceden belirlenmiş bir fikrimiz yoktu.”

“Hourglass” sound olarak daha elektronik, eklektik bir rock ve synth karışımı. Albümle ilgili olarak beklentilerinizi tümüyle gerçekleştirdiniz mi?

“Evet, yarattığımız atmosferin sınırlayıcı olmaması gerçekten önemliydi. Elektronik sesleri bazen kullanırsınız, bazen de kullanmaz ve gerçekleştirmek istediğiniz fikrin önceliğine göre davranırsınız. Bu albümde bütün boşlukları önceden doldurmamak konusunda çok dikkatliydik, prodüksiyonu abartmamaya çalıştık, bu kendiliğinden gelişen bir süreç şeklinde ortaya çıktı.”

“ARADIĞIM ŞEY HUZUR”

Şarkılarınız çoğunlukla geçmiş ve gelecek korkusu, biten aşkların yarattığı üzüntü, huzur arayışı gibi temalara değiniyor. Bunların daha çok sizin hayat deneyimlerinize dayandığını söyleyebilir miyiz?

“Sonuçta hepsi içinde bulunduğum ruhsal durumu yansıtıyor. Müzik yapmak bana göre insanın gerçek kimliğini ortaya koyma yolu. Bu albümü yapmak, kendime koyduğum bütün sınırlamaları teşhis etmemi sağladı, gerçekten aradığım şeyin huzur olduğunu ve dışarıda bulamadığım o huzuru aslında kendi içimde aramam gerektiğini gösterdi.”

Bulabildiniz mi o huzuru?

“Bu bir süreç. Bu albümü yapmak sanki zincirlerimi kırıp serbest kalmamı sağladı. Omuzlarımdan büyük bir yük kalkmış gibi hissettim. Aslında bunu ilk solo albümüm “Paper Monsters”ı yaptığımda da hissetmiştim ama bu albüm çok daha doyurucu oldu.”

Sizi daha çok insan doğasının karanlık yönleri mi esinlendiriyor?

“Kesinlikle melankolik biriyim. Sık sık kendimi o melankolinin içinde buluyorum. Bir yandan da şükran duyacağım çok şey olduğunu görüyorum. İyi bir yaşantım var, ama bazen melankoli içinde yine o huzur bozucu noktaya geri dönebiliyorum. Fakat asıl esinlendiğim şey üzüntü değil. Bazen duygulardan kaçmak yerine onlara sahip çıkmak en zor şeydir. Benim için önemli olan, böyle bir durumdan yaratıcı bir şekilde çıkış yolu bulmak.”

“Deeper & Deeper” adlı şarkının müziği de, sizin oradaki hırçın ses tonunuz da çok etkileyici. Kendinizi bu şarkıyı konserlerde söylerken hayal ettiniz mi hiç?

“Birkaç kere New York’ta çaldık aslında. AOL, iTunes ve Sirius adlı radyo için performanslar kaydettik. Bunlar yakında internet üzerinde olacak. Kayıtlar için bir grup oluşturduk. Çok eğlenceliydi.”

Seyirciler arasındaki bayanlar, siz “İstediğim zaman sana sahip olacağım,” deyince deliye dönmediler mi?

“Bazıları döndü! O şarkı müstehcen gerçekten.”

Kadınlar ve hatta bazen de erkekler tarafından böylesine çekici bulunmak nasıl bir his?

“Çok güzel. Benim bir özelliğim bu. O şarkıyı yazdığımda dinleyicilerin onu benimle ilişkilendireceklerini düşünmüştüm. Seksapeli oldukça yüksek bir insan olduğumun farkındayım ve bunun performanslar sırasında ortaya çıkmasına her zaman izin vermek istedim.”

HEM SOLO KARİYER HEM DEPECHE MODE

2003 yılında, DM’un “Playing the Angel” adlı albümünde ilk kez sizin besteleriniz de yer aldı ve ilk kez o yılki turnede bu şarkıları da söylediniz. Herhalde müthiş bir tatmin duygusu yaratmıştır sizde...

“Harika bir histi! Hep olmasını istediğim şeydi ama nasıl hayata geçirebileceğimden emin değildim. Sanırım olması gerektiği anda da oldu. Zamanı gelmişti.”

Geçmişte madde ve alkol bağımlılığı nedeniyle ciddi sorunlar yaşadınız ama sonuçta bunların üstesinden gelmeyi başardınız. Bugünlerde hayatınız nasıl?

“Şu anda çok normal bir yaşantım var ve bundan çok mutluyum. Bir ailem var, eş ve baba olmayı seviyorum. Artık bir şekilde yapmayı sevdiğim işi evdeki hayatımdan ayırabilir duruma geldim. Evdeki yaşantım benim için çok değerli, o olmadan diğerini de sürdüremem. Bu hale gelmesi zaman aldı. 1990’larda kendi hayatımdan kaçarak çok zaman harcadım ve bunun nedenini hala bilmiyorum. Fakat artık anladım ki, yaşadığınız hayat, bulunduğunuz noktada olabilmek için mücadele ettiğiniz en büyük zorlukların bir parçası ve o hayat her zaman istediğiniz gibi olmayabilir.”

Bundan sonraki müzikal kariyerinize yine DM ile devam edip bir yandan da solo albümler yapmayı sürdürecek misiniz?

“Evet. Artık birlikte çalışmak için diğer müzisyenlerden daha çok öneri alıyorum. Yaptığım işlerde çok seçiciyim, ama kesinlikle herşey her zaman önce DM’la başlar. Muhtemelen bundan sonraki çalışmam da onunla ilgili olacak.”

Geçmişte DM’un artık devam edemeyeceğini düşündüğünüz anlar çok oldu mu?

“Grup elemanları olarak artık birlikte yapacağımız başka bir şey kalmadığını hissettiğimiz birçok durum söz konusu oldu. Ama bu gelip geçen bir şey. Aynı insanlarla benim çalıştığım kadar uzun bir süredir çalışıyor olsaydınız, inanın bunu normal bulmazdınız.”

Grupta şu anda durum nasıl?

“Herşey iyi. Martin yeni şarkılar yazıyor. Diğer yandan Andrew, Christian ve ben ocak ayında yeni şarkılar yazmak için bir araya gelmek üzere hazırlanıyoruz. Bir noktada Martin ile benim yeni albüm konusunda konuşacağımızı düşünüyorum.”

“Keşke ben yazmış olsaydım,” dediğiniz bir DM şarkısı var mı?

“ ‘Condemnation’, ‘In Your Room’… ‘Enjoy The Silence’, hala en sevdiklerimden birisi. ‘Somebody’ çok güzel bir şarkı. Epey var aslında…”

16 Aralık 2007 Pazar

Piano Magic Babylon’da




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/15 Aralık 2007


Bir müzikseverin hayranı olduğu sanatçıların canlı performanslarını dinlemek için bazı sıkıntılara katlanması şaşırtıcı değildir. Kimi zaman bilet almak için saatlerce sırada beklersiniz, bazen konser sırasında yağmur altında sırıl sıklam ıslanırsınız, ama sonuçta aldığınız zevk hep daha baskın çıkar. Fakat ne yazık ki, ülkemizdeki konserlerle ilgili olarak çok daha ciddi bir sıkıntımız var: Konser salonlarındaki yoğun sigara dumanı. Bir süre önce yine bir başka bir yazıda bu sorunu gündeme getirmiş ve okuyuculardan gelen mesajlardan birçok kişinin yalnızca bu nedenle konserlere gitmekten vazgeçtiğini üzülerek öğrenmiştim. Müzik benim için çok büyük bir öneme sahip olduğundan, konserlerden vazgeçmek gibi bir seçeneğim yok, ama doğrusu ben de çareyi bazılarını elemekte buldum. Yine de bazen öyle konserler oluyor ki, sigara dumanı yüzünden gözlerimden yaşlar akıp başım ağrısa da, saatlerce zehirli havayı solumak zorunda kalsam da, herşeyi göze alıp giriyorum o kapalı salonlara...

İşte gelecek hafta yine böyle bir konser var. Piano Magic, 19 Aralık’ta Babylon’da olacak! Ünlem işareti kullanımına neden olan bu heyecanın nedeni ne? Esin kaynakları su, rüzgar, yağmur, sessizlik, kar, doğa, edebiyat, cerrahi olan bir gruba karşı nasıl heyecan duyulmaz? Geçen yaz Radar Live festivali kapsamında ilk kez ülkemize gelen grup, festivalin en iyi performanslarından birini sunarak dikkat çekmişti. Aylar öncesinden sabırsızlıkla konser gününü beklemiş ama o gün Kadıköy’den Kilyos’taki festival alanına kalkan servislerde yaşanan bir aksama nedeniyle konserin ancak sonuna yetişebilmiştim. Üstelik festival alanına vardığımızda en sevdiğim şarkılarının son notalarını duyunca epeyce üzülmüştüm. Rüzgar ve sudan esinlenilerek yazılan bu şarkı, “Giant Mirror To Ligth Up Village” idi. Önce bir rüzgar uğultusunun sesiyle başlayan müzik, giderek ortalığı kasıp kavuran bir kasırgaya dönüşüyor ve ardından yavaş yavaş akan dingin bir su sesiyle etkileyici bir şekilde son buluyor. Hiçbir vokalin kullanılmadığı bu şarkıyı çalarlar mı, çalarlarsa nasıl olur diye merak edip durmuş ve yanıtını alamamıştım.

BIKTIRMAYAN BİR ROMANTİZM VE HOŞ BİR NOSTALJİ

1996 yılında kurulan Piano Magic, bugüne kadar sekiz albüm yayınladı. İspanyol yönetmen Bigas Luna’nın “Son De Mar” adlı filminin müziklerini de yapan grup, ilk başlarda İngiltere müzik sahnesinde öne çıkmadıysa da, özellikle Avrupa’da Benicassim ve BAM gibi festivallerdeki canlı performanslarıyla tanındı. Her albümde farklı müzisyenlerle çalışan grubun kurucusu, beyni ve sürekli elemanı Glen Johnson. Gitar ve vokalde yer alan Johnson’ın en büyük yeteneği ise, çağrışımlarla ve ironilerle dolu şarkı sözlerinde ortaya koyduğu Morrissey’i andıran şiirsellik.

“Writers Without Homes” adlı albümde, “Müzik seni hiçbir şeyden değil ama sessizlikten koruyacak/ Kalp kırıklıklarından, şiddetten değil ama sessizlikten koruyacak” diyor Glen Johnson. Kadife eldivenler içinde sunulan biyografilerdeki silinen gerçek yaşam sahnelerinden söz ediyor; bir itirafta bulunuyor ve rahat uyuyabilmek için kimsenin ikinci kez dönüp bakmayacağı çirkin bir eş istiyor…

Daha önce yaptığım bir röportajda Glen Johnson, “İnsanları dans ettirip bir anda tüketilip gidecek bir müzik yapmak amacında değiliz. Biz ortadan kaybolduktan sonra da var olup insanları etkilemeye devam edecek bir şey yaratmaya çalışıyoruz,” demişti. Nitekim, şarkı sözleri incelendiğinde oldukça melankolik ve nostaljik bir hava hemen seziliyor, fakat bu öylesine ölçülü ve öylesine şiirsel bir anlatımla sunulan bir romantizm ki, asla bıktırmıyor.

Glen Johnson’ın dışında Piano Magic’in bugünkü kadrosu Franck Alba, Jerome Tcherneyan, Alasdair Steer and Cedric Pin’den oluşuyor. Grubun en ilginç yanlarından birisi, albümlerinin nasıl olacağının, hangi türe ağırlık vereceğinin önceden tahmin edilememesi. Post-rock mı, indietronica mı, ambient pop mu? Yoksa grubun kendi tanımlamasında olduğu gibi, melodramatik pop şarkıları mı? Müziğe karşı bu deneysel yaklaşımları, onların sınırlarını zorlayıp yeni sesler aramasına neden oluyor. Sürekli değişik müzisyenlerle işbirliği yapmalarının nedeni de bu. 60’ların hippi şarkıcısı Vashti Bunyan, Low’dan Alan Sparhawk, Cornershop’dan Ben Ayres, The Czars’dan John Grant ve Klima olarak tanınan Angele David-Guillou, birlikte çalıştıkları ünlü müzisyenler arasında.

Albümleri sound bakımından birbirinden farklılık gösteren grupların konserleri de, her zaman daha fazla merak uyandırıyor. Acaba ne çalacaklar? Bana sorarsanız, ne çalarlarsa çalsınlar, Piano Magic’in müziğinde adeta büyülü bir şey var; içine çekip alıyor sizi. Nasıl mı? Onu yazarak anlatamam, ancak yaşayarak öğrenebilirsiniz.

8 Aralık 2007 Cumartesi

Fahir Atakoğlu Grammy Yarışında




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/8 Aralık 2007

Son olarak 2005 yılında “If” adlı albümünü yayımlayan piyanist-besteci Fahir Atakoğlu, iki yıllık aradan sonra “Istanbul In Blue” adını verdiği yeni bir albümle döndü. Kendi plak şirketi “Far & Here”den yayınlanan bu albümde sanatçıya dünyaca ünlü Kübalı ve Amerikalı müzisyenler eşlik ediyor: Davulda Horacio El Negro Hernandez, basta Anthony Jackson, gitarda Mike Stern ve Wayne Krantz, saksafonda ise Bob Franceschini. Atakoğlu, şubat ayında Amerika’da da çıkacak olan albümüyle, “Enstrümantal Çağdaş Caz Albümü”, “Yılın Albümü” ve “Enstrümantal Beste” kategorilerinde 51. Grammy’ye aday olmayı planlıyor. Yaşamını Amerika’da sürdüren Fahir Atakoğlu ile İstanbul Moda Deniz Kulübü’nde buluşup albümle ilgili ayrıntıları konuştuk.

Albümde rock ile caz müzik formlarını Türk müziğine özgü öğelerle bir araya getiriyorsunuz. Bazı şarkılarda Ortadoğu ve Akdeniz coğrafyasına yayılan birçok kültürden esinlenmeler var. Küresel caz yaptığınız yorumlarına ne diyorsunuz?

Hesapsız, kendiliğinden ortaya çıkmış bir durum bu. Küresel caz nedir? “World music” diye bir şey çıkıyor. Yani biz Mars’a mı müzik yapıyoruz? Bunlar müzik endüstrisinin koyduğu adlar. Ben içimden geleni yapıyorum. Küresel caz nedir bilmiyorum. Bütün dünyadaki müzisyenler zaten birbirleriyle çalmak ister. Şimdi de iletişim daha fazla ve kolay olduğu için dünya müzisyenleri daha çok bir araya gelebiliyor. Bu nedenle bütün yapılan müzik türleri de küresel oluyor.

Sizce müzikte “modern füzyon” denilen kavramın algılanışında bir değişim oldu mu? 70’lerde daha çok rock yapan caz müzisyenleri için kullanılan bu ifade, artık bütün müzikal elementlerin içinde olabileceği bir tür olarak düşünülüyor.

Aslında tekrar geliyor yani bir canlanma söz konusu. Hafif bir farklılaşma var ama o sound ya da teknolojiden dolayı oluyor. Müzikler daha alenen birleştirildiği için oluyor belki. Diğer yapılan müzikleri düşünecek olursak, benim müziğimde büyük bir fark yok. Sadece Türkiye’de doğup büyüdüğüm için ister istemez zaten içimde var olan şeyleri katıyorum.

Bestelerinizi yorumlarken birlikte çalıştığınız müzisyenleri özgür bıraktığınızı söylüyorsunuz. Stüdyoda kayda girerken ne istediğinize ilişkin kesin bir fikriniz oluyor mu, yoksa kayıt sırasında sizi de şaşırtan açılımlar söz konusu mu?

İkisi de oluyor. Ben besteyi yaptıktan sonra kendim onu stüdyomda elektronik aletlerimle çalıyorum. Daha sonra örneğin Negro’ya hem kendi çaldığımı, hem de bütün vurmalı çalgıları çıkardığım ayrı bir versiyonu gönderiyorum. Bu benim düşündüğüm ama sen ne istiyorsan onu geliştir diyorum. Yoksa ben de biliyorum bas gitarı, ama önemli olan farklı yorumları, renkleri ortaya çıkarmak. Biz bu şekilde üç gün prova yaptık. Zaten çalıştığımız stüdyonun üstünde yatılı da kalınabiliyordu. Kayıt sırasında sürekli birlikte olabildik böylece. Üç gün de kayıt sürdü. Bu süre içerisinde herkesten ufak ufak fikirler geldi, hepsi müziği benimsedi. En çok hoşuma giden herkesin kendinden bir şey katması oldu. Tam bir ortak çalışma çıktı ortaya.

GALATA KÖPRÜSÜ’NÜN HALA SÜREN ETKİSİ

“Connection” adlı şarkıyı yazarken Galata Köprüsü’nden etkilenmişsiniz. Çok sakin bir melodisi var. Aslında her zaman kalabalık ve kendine özgü bir telaş içindedir orası ama sizin o köprüyle ilgili farklı anılarınız olsa gerek.

Babam tüccardı. Ben küçükken Sultanahmet’teki iş yerine götürürdü beni. Vapura binerdik ve hep oradan yürürdük. Şarkıda duyulan melodi aklıma geldiğinde o anıları çağrıştırdı. Konuşsak çok daha derin yönleri var ama ona girmek istemem…

Neden? Nasıl bir felsefe var arkasında?

Babam her sabah o köprüden beni geçirirdi ve benim de kendisi gibi tüccar olmamı isterdi. Ben aslında köprünün diğer tarafında olmayı pek istemiyordum ama bir şekilde gidiyordum tabii. Hala Galata Köprüsü’nü her görüşümde bunu hatırlarım.

Bu durumda parçanın o kadar sakin olması ilginç aslında.

Evet, dingin bir müzik. Aslında köprüden ister istemez geçiyordum, fakat köprünün diğer tarafında yapacağım pek bir şey yoktu. O “connection”, yani bizi bir yerden bir başka yere bağlayan köprü, beni karşı tarafa götürmedi ama bu müziğe getirdi.

Albümde sizi esinlendiren başka temalar da var. İstanbul’daki çingeneler mesela…

Biliyorsunuz Ağır Roman’ın (dans tiyatrosu) müziklerini ben yaptım. Aysun Aslan’la birlikte yürüttüğümüz çok güzel bir deneyimdi. Senelerce çingene müzisyeni dediğimiz müthiş müzisyenlerle çalıştık. Amerikalıların nasıl soul, R&B müziklerini yaratan müzisyenleri varsa, bizim de müziğimizde böyle bir güç var. Ağır Roman’da yer alan iki temayı alıp burada biraz daha geliştirdim.

AŞK, ÖZLEM VE İSTANBUL

Albüme adını veren “Istanbul In Blue” adlı parçanın temeli Nihat Durak’ın “İlk Aşk” adlı filmi için yaptığınız müzik. Oldukça nostaljik bir parça. Buradaki nostaljiyi yaratan filmdeki aşk teması mı, İstanbul’un kendisi mi, yoksa ikisi de mi?

Aşk... Özlem de var, İstanbul da var. Filmin İstanbul’la bir ilgisi yok. Bir sandal sahnesi var. Birlikte bindikleri eski bir sandalı görüyorlar ve anıları canlanıyor. Orada bir melodi var, onun bir bölümünü aldım ama gerisini kullanmadım. Parçayı tamamlamam yine İstanbul’da oldu. Eşimi, oğlumu görmeyeli 10 gün olmuştu, çok özlemiştim. Hatta Sezen Aksu’nun Kanlıca’daki evindeydim. Denize sıfırdır onun evi, müthiş bir manzarası vardır. Orada onları düşünürken aklıma geldi. İstanbul’dayken onlara duyduğum özlemi yansıttım sanıyorum. Yoksa İstanbul’u mavi renge atfedilen hüzünle özdeşleştirdiğim için değil.

İstanbul rengarenk zaten. Gökkuşağı gibi.

Aynen öyle. Gökkuşağının bütün renklerini bir arada barındırıyor. Böyle bir şehir yok zaten. Düşünsenize, içinden deniz geçiyor!

Bir süredir Amerika’da yaşıyorsunuz. Müzikal anlamda besleniyor musunuz oradan?

Amerika’nın göçmen ülkesi olması cazip. Farklılıkların bir araya gelişi, bir sanatçı için yaratıcı anlamda kışkırtıcı. Aslında kendimi biraz da buradan uzaklaştırmak istedim. Kendi başıma kalayım, daha az tüketileyim diye. Seneler evvel bir röportajda, “İnsanın kanını emiyorlar” demiştim. Onu da manşete çıkarıp çok yanlış yorumladılar. Demek istediğim, burada kalınca, film müziğiydi, o proje bu proje derken, işin içine para da girince iki senede bitersin. O nedenle bir ayağımın biraz uzakta olması daha iyi.

Albümün kapağında Ara Güler fotoğrafları var. Bunun özel bir nedeni var mı?

Kapağa İstanbul fotoğrafları koymak istedim. Bence en güzel İstanbul fotoğrafları Ara Güler’e ait. İnsanla manzarayı çok muhteşem bir kompozisyon içinde ortaya çıkardığı için onları tercih ettim.

2 Aralık 2007 Pazar

Bu Filmin Müziklerine Dikkat


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu /1 Aralık 2007

The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford” (Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikasti) ülkemizde geçen hafta gösterime giren filmlerden biri. Yeni Zelanda doğumlu Andrew Dominik’in yönettiği film, Amerika’nın en ünlü kanun kaçağının ve onu silahla vurarak öldüren 19 yaşındaki hayranının yaşamlarını konu alıyor.

Brad Pitt, Sam Shepard, Casey Affleck gibi ünlü oyuncuların başrolleri paylaştığı filmi beğenen de var beğenmeyen de. Ama benim asıl dikkat çekmek istediğim şey, filmin albüm olarak da yayımlanan muhteşem müzikleri.

Böylesine etkileyici bir çalışmanın yaratıcıları ise, olağanüstü yetenekli iki müzisyen: Nick Cave ve Warren Ellis. Daha önce yönetmen John Hillcoat’un “The Proposition” adlı filminin müziklerini de birlikte yapan ikilinin bu yeni eseri, adından çok söz ettirecek.

Keman, buzuki, keyboard, gitar ve mandolin gibi birçok enstrüman çalan, 42 yaşındaki Avustralyalı besteci Warren Ellis, Nick Cave’in önderliğindeki The Bad Seeds ve Grinderman adlı gruplarla uzun süredir çalışıyor. Ellis’e modern zamanın en önemli şairlerinden biri olarak tanımlanan Nick Cave ve film müzikleri hakkında sorularımı yönelttim.

Jesse James suikastini konu alan filme yaptığınız müziklerde yaylılar ve piyano mükemmel bir uyum içinde. İnsana çok dokunan, yoğun bir duygusallık var. Sanki iki sevgili konuşuyor gibi…

Böyle düşünmeniz çok hoş. Evet, çeşitli enstrümanları kullanarak, birbiriyle bütünleşen ve uyum sağlayan melodiler elde etmeye çalıştık. Müziğin öne çıkıp dikkat dağıtmasını istemedik ve filmdeki görselliği desteklemesi için uğraştık. Yaptığımız müziğin başka insanlara dokunduğunu hissetmek çok güzel.

Bu filmin müzikleri için yine Nick Cave'le bir araya geldiniz? Nasıl bir çalışma süreci geçirdiniz?

İkimiz de iş yapıp bitirmeyi seviyoruz. Çok fazla konuşmayız ama her zaman verimli bir atmosfer yaratabiliyoruz. Bu film için önce dört gün boyunca stüdyoda saatlerce fikirlerimizi ortaya koyduk, sonra filmden bazı sahneler izledik ve sonra da yaptıklarımız hakkında yönetmenden görüş aldık. Böylece ne yapmamız gerektiğine karar verdik. Ana temaları öğrendiğimizde yaylıları devreye soktuk. Bütün bu süreç uzun zaman aldı, çünkü yapımcılar filmin son kurgusu üzerinde anlaşmakta bazı sorunlar yaşıyorlardı.

Yani filmin son kurgusunu görmeden müziği düşünmeye başladınız. Bu durumda yönetmenin isteklerini karşılayacak müzikleri nasıl besteliyorsunuz?

Andrew Dominik'in nasıl bir müzik istediğine ilişkin tam bir fikri vardı. Bize düşüncelerini anlattı, biz de onları gerçekleştirmeye çalıştık. Stüdyo aşamasındayken Nick onunla sık sık görüşürdü, müzik editörümüz Gerard McCann de kendisiyle sürekli iletişim halindeydi. Aslında filmin kurgulanmış son halinin üzerinden çalışmamamız garipti. Sonunda yönetmenin yaptığımız müzikten hoşnut kalmadığı noktalarda stüdyoya dönüp tekrar çalıştık. Üç defa oldu bu.

Çalışmanız toplam ne kadar zaman aldı?

Haftanın beş günü, üç ayrı kayıt seansı yaparak altı ay geçirdik. Ayrıca bu seanslar arasında iki tiyatro yapımı ve Grinderman grubunun albümü için de kayıtları tamamladık. Kurgudan kaynaklanan etkenler nedeniyle yavaş bir süreçti.

Sizce soundtrack albümündeki parçalar canlı performans için uyarlanabilir mi?

Elbette. Filme eşlik ederek değil ama kendi başlarına ayrıca yorumlanabilir. Nick'le yaptığım soundtrack çalışmaları filmden bağımsız olarak dinlenildiğinde kendine ait ayrı bir karakter yansıtıyor. Filmdeki ses efektlerini bire bir yansıtmak zorunda değil hiçbiri. Öyle olsa yayınlamazdık bu albümleri.

Beste yaparken müziği film mantığı içinde mi, yoksa bir albüm olarak mı düşünürsünüz ya da ikisi birden mi etkili olur?

Öncelikle film gelir. Siz bestenizi çok beğenseniz bile, eğer filmde işe yaramıyorsa olmaz. Bu da kendi albümlerinizi yaparken işleyen süreçten çok farklıdır. Onları sadece kendiniz için yaparsınız ve sadece sizin için iyi olması yeterlidir. Oysa soundtrack söz konusu olduğunda, uygunluğu belirleyecek olan şey filmin kendisidir. Aslında garip bir şekilde özgürleştirici bir deneyim bu. Çünkü normalde kendi albümünüzü yaparken hemen vazgeçemeyeceğiniz şeyleri burada hemen bir kenara itebiliyorsunuz.

Besteci Hans Zimmer'e göre, bir film yönetmeninin en çok istediği şey, filmin müziklerini yapan bestecinin başarılı olması. Çünkü besteci başarısız olursa, film de başarısız olur diyor. Siz de aynı görüşte misiniz?

Müzik, bir filmde çok kötü bir etki yaratabilir gerçekten. Kullanılan müziğin filmi destekleyici olması, bir bütün oluşturmaya yardım etmesi gerekir. Nasıl bir müzik kullanılması gerektiğini filmin kendisi gösterir zaten. Yönetmenin anlatmak istediğini ortaya çıkarmasında yardımcı bir unsur olmalıdır müzik.

Filmi izlediğinizde ne hissettiniz? İlk izleniminiz neydi?

Geçenlerde Paris'te gördüm filmi. Hoşuma gitti. Aşağı yukarı tahmin ettiğim gibiydi. İnsanın üzerinde önemli etki bırakan bir film. Casey Affleck de müthişti.

Bana göre bu en unutulmaz soundtrack albümlerden biri olacak. Yayımlanan binlerce soundtrack albüm arasında sizin favoriniz hangisi?

Gerçekten öyle mi düşünüyorsunuz? Umarım insanlar onu keşfeder. Ben Pat Garrett ve Billy the Kid soundtrack'lerini severim. Kubrick'in müziği kullanışına bayılırım. Kurosawa filmlerindeki müziği ve tabii Morricone'yi severim. Kendi başına karakteri olan soundtrack'leri beğeniyorum. Görüntüyü destekleyen ama onu manipüle edip başka yöne çekmeyen müzikleri tercih ederim. Aslında çoğunlukla müzik kullanılmayan filmleri daha çok seviyorum. Çünkü kulaklarım daima müziğe takılıyor ve bu imajları bastırıyor. Filmin farklı bölümlerinden kısım kısım alınmış gibi hissettiren müzik parçalarının bir CD'ye kopyalandığı izlenimini veren soundtrack'lerden hiç hoşlanmıyorum. Film olmadan da kendi başına bir bütün olarak tekrar tekrar dinlenebilen müzikleri seviyorum.

Nick Cave'le çalışmak nasıl bir duygu?

Onunla stüdyoda kayıt yapmaktan ve birlikte konser vermekten her zaman hoşlandım. Giderek daha verimli bir işbirliği geliştirdik. Bazı tiyatro prodüksiyonlarında, Grinderman albümlerinde birlikte çalıştık. Yakında yeni The Bad Sees albümü çıkacak. Ayrıca bir İngiliz beyin cerrahı hakkındaki bir belgesel için de üçüncü soundtrack çalışmamızı yeni tamamladık.

-

Translate