8 Aralık 2007 Cumartesi

Fahir Atakoğlu Grammy Yarışında


By on 19:45:00



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/8 Aralık 2007

Son olarak 2005 yılında “If” adlı albümünü yayımlayan piyanist-besteci Fahir Atakoğlu, iki yıllık aradan sonra “Istanbul In Blue” adını verdiği yeni bir albümle döndü. Kendi plak şirketi “Far & Here”den yayınlanan bu albümde sanatçıya dünyaca ünlü Kübalı ve Amerikalı müzisyenler eşlik ediyor: Davulda Horacio El Negro Hernandez, basta Anthony Jackson, gitarda Mike Stern ve Wayne Krantz, saksafonda ise Bob Franceschini. Atakoğlu, şubat ayında Amerika’da da çıkacak olan albümüyle, “Enstrümantal Çağdaş Caz Albümü”, “Yılın Albümü” ve “Enstrümantal Beste” kategorilerinde 51. Grammy’ye aday olmayı planlıyor. Yaşamını Amerika’da sürdüren Fahir Atakoğlu ile İstanbul Moda Deniz Kulübü’nde buluşup albümle ilgili ayrıntıları konuştuk.

Albümde rock ile caz müzik formlarını Türk müziğine özgü öğelerle bir araya getiriyorsunuz. Bazı şarkılarda Ortadoğu ve Akdeniz coğrafyasına yayılan birçok kültürden esinlenmeler var. Küresel caz yaptığınız yorumlarına ne diyorsunuz?

Hesapsız, kendiliğinden ortaya çıkmış bir durum bu. Küresel caz nedir? “World music” diye bir şey çıkıyor. Yani biz Mars’a mı müzik yapıyoruz? Bunlar müzik endüstrisinin koyduğu adlar. Ben içimden geleni yapıyorum. Küresel caz nedir bilmiyorum. Bütün dünyadaki müzisyenler zaten birbirleriyle çalmak ister. Şimdi de iletişim daha fazla ve kolay olduğu için dünya müzisyenleri daha çok bir araya gelebiliyor. Bu nedenle bütün yapılan müzik türleri de küresel oluyor.

Sizce müzikte “modern füzyon” denilen kavramın algılanışında bir değişim oldu mu? 70’lerde daha çok rock yapan caz müzisyenleri için kullanılan bu ifade, artık bütün müzikal elementlerin içinde olabileceği bir tür olarak düşünülüyor.

Aslında tekrar geliyor yani bir canlanma söz konusu. Hafif bir farklılaşma var ama o sound ya da teknolojiden dolayı oluyor. Müzikler daha alenen birleştirildiği için oluyor belki. Diğer yapılan müzikleri düşünecek olursak, benim müziğimde büyük bir fark yok. Sadece Türkiye’de doğup büyüdüğüm için ister istemez zaten içimde var olan şeyleri katıyorum.

Bestelerinizi yorumlarken birlikte çalıştığınız müzisyenleri özgür bıraktığınızı söylüyorsunuz. Stüdyoda kayda girerken ne istediğinize ilişkin kesin bir fikriniz oluyor mu, yoksa kayıt sırasında sizi de şaşırtan açılımlar söz konusu mu?

İkisi de oluyor. Ben besteyi yaptıktan sonra kendim onu stüdyomda elektronik aletlerimle çalıyorum. Daha sonra örneğin Negro’ya hem kendi çaldığımı, hem de bütün vurmalı çalgıları çıkardığım ayrı bir versiyonu gönderiyorum. Bu benim düşündüğüm ama sen ne istiyorsan onu geliştir diyorum. Yoksa ben de biliyorum bas gitarı, ama önemli olan farklı yorumları, renkleri ortaya çıkarmak. Biz bu şekilde üç gün prova yaptık. Zaten çalıştığımız stüdyonun üstünde yatılı da kalınabiliyordu. Kayıt sırasında sürekli birlikte olabildik böylece. Üç gün de kayıt sürdü. Bu süre içerisinde herkesten ufak ufak fikirler geldi, hepsi müziği benimsedi. En çok hoşuma giden herkesin kendinden bir şey katması oldu. Tam bir ortak çalışma çıktı ortaya.

GALATA KÖPRÜSÜ’NÜN HALA SÜREN ETKİSİ

“Connection” adlı şarkıyı yazarken Galata Köprüsü’nden etkilenmişsiniz. Çok sakin bir melodisi var. Aslında her zaman kalabalık ve kendine özgü bir telaş içindedir orası ama sizin o köprüyle ilgili farklı anılarınız olsa gerek.

Babam tüccardı. Ben küçükken Sultanahmet’teki iş yerine götürürdü beni. Vapura binerdik ve hep oradan yürürdük. Şarkıda duyulan melodi aklıma geldiğinde o anıları çağrıştırdı. Konuşsak çok daha derin yönleri var ama ona girmek istemem…

Neden? Nasıl bir felsefe var arkasında?

Babam her sabah o köprüden beni geçirirdi ve benim de kendisi gibi tüccar olmamı isterdi. Ben aslında köprünün diğer tarafında olmayı pek istemiyordum ama bir şekilde gidiyordum tabii. Hala Galata Köprüsü’nü her görüşümde bunu hatırlarım.

Bu durumda parçanın o kadar sakin olması ilginç aslında.

Evet, dingin bir müzik. Aslında köprüden ister istemez geçiyordum, fakat köprünün diğer tarafında yapacağım pek bir şey yoktu. O “connection”, yani bizi bir yerden bir başka yere bağlayan köprü, beni karşı tarafa götürmedi ama bu müziğe getirdi.

Albümde sizi esinlendiren başka temalar da var. İstanbul’daki çingeneler mesela…

Biliyorsunuz Ağır Roman’ın (dans tiyatrosu) müziklerini ben yaptım. Aysun Aslan’la birlikte yürüttüğümüz çok güzel bir deneyimdi. Senelerce çingene müzisyeni dediğimiz müthiş müzisyenlerle çalıştık. Amerikalıların nasıl soul, R&B müziklerini yaratan müzisyenleri varsa, bizim de müziğimizde böyle bir güç var. Ağır Roman’da yer alan iki temayı alıp burada biraz daha geliştirdim.

AŞK, ÖZLEM VE İSTANBUL

Albüme adını veren “Istanbul In Blue” adlı parçanın temeli Nihat Durak’ın “İlk Aşk” adlı filmi için yaptığınız müzik. Oldukça nostaljik bir parça. Buradaki nostaljiyi yaratan filmdeki aşk teması mı, İstanbul’un kendisi mi, yoksa ikisi de mi?

Aşk... Özlem de var, İstanbul da var. Filmin İstanbul’la bir ilgisi yok. Bir sandal sahnesi var. Birlikte bindikleri eski bir sandalı görüyorlar ve anıları canlanıyor. Orada bir melodi var, onun bir bölümünü aldım ama gerisini kullanmadım. Parçayı tamamlamam yine İstanbul’da oldu. Eşimi, oğlumu görmeyeli 10 gün olmuştu, çok özlemiştim. Hatta Sezen Aksu’nun Kanlıca’daki evindeydim. Denize sıfırdır onun evi, müthiş bir manzarası vardır. Orada onları düşünürken aklıma geldi. İstanbul’dayken onlara duyduğum özlemi yansıttım sanıyorum. Yoksa İstanbul’u mavi renge atfedilen hüzünle özdeşleştirdiğim için değil.

İstanbul rengarenk zaten. Gökkuşağı gibi.

Aynen öyle. Gökkuşağının bütün renklerini bir arada barındırıyor. Böyle bir şehir yok zaten. Düşünsenize, içinden deniz geçiyor!

Bir süredir Amerika’da yaşıyorsunuz. Müzikal anlamda besleniyor musunuz oradan?

Amerika’nın göçmen ülkesi olması cazip. Farklılıkların bir araya gelişi, bir sanatçı için yaratıcı anlamda kışkırtıcı. Aslında kendimi biraz da buradan uzaklaştırmak istedim. Kendi başıma kalayım, daha az tüketileyim diye. Seneler evvel bir röportajda, “İnsanın kanını emiyorlar” demiştim. Onu da manşete çıkarıp çok yanlış yorumladılar. Demek istediğim, burada kalınca, film müziğiydi, o proje bu proje derken, işin içine para da girince iki senede bitersin. O nedenle bir ayağımın biraz uzakta olması daha iyi.

Albümün kapağında Ara Güler fotoğrafları var. Bunun özel bir nedeni var mı?

Kapağa İstanbul fotoğrafları koymak istedim. Bence en güzel İstanbul fotoğrafları Ara Güler’e ait. İnsanla manzarayı çok muhteşem bir kompozisyon içinde ortaya çıkardığı için onları tercih ettim.

Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate