31 Ağustos 2008 Pazar

27 Yıl Sonra Yeni Albüm


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/30 Ağustos 2008



2008’in en heyecan verici müzikal işbirliklerinden birisi meyvesini bu hafta verdi ve ikinci Eno-Byrne albümüne kavuştuk! Kavuştuk diyorum; çünkü bunun için tam 27 yıl geçmesi gerekti.

Müzik dünyasının en yetenekli ve en saygın isimlerinden Brian Eno ile David Byrne’ün yeni albümü “Everything That Happens Will Happen Today”, 18 Ağustos günü müzikseverlere ulaştı. Eno ve Byrne ikilisi, albümü bir plak şirketinden çıkarmak yerine, doğrudan kendi kurdukları internet sitesinden yayımlandı. www.everythingthathappens.com adresindeki siteden albümü MP3 ya da CD formatında almak mümkün. Ama almadan önce ücretsiz dinlemek istiyorsanız, o da olanaklı.


1980’LERDE ÇIĞIR AÇAN İLK ALBÜM

Eno ve Byrne’ün 1981 tarihli ilk albümü “My Life in the Bush of Ghosts” (Hayaletler Çalılığındaki Yaşamım), popüler müziğin en önemli çalışmalarından birisidir ve "vokal sample" denilen tekniği keşfederek yeni bir çığır açmıştır.

Talking Heads’in karizmatik solisti David Byrne ile “Rock’ın profesörü” diye anılan efsanevi prodüktör Brian Eno’nun bir araya gelişi zaten başlı başına bir olaydı. Ama ortaya çıkardıkları eserde kullandıkları teknikler öyle farklıydı ki, sonraki yıllarda müziğin gidişatını derinden etkiledi.

Albümün adına esin kaynağı olansa, Nijeryalı yazar Amos Totoula’nın ruhlar üzerine yazdığı fantezilerle dolu aynı isimli kitabı. İkilinin Afrika ve Arap müziklerine olan ilgisi, bu albümde açıkça gösterir kendisini. Sonuçta, Batı’nın ileri teknolojisiyle Afrika ruhaniliğini birleştiren; elektronik müziği, etnik perküsyonlar ve vokal efektleriyle bütünleştiren muhteşem bir albüm ortaya çıkar.

Eno ve Byrne’ün, müzik tarihinde mihenk taşı oluşturan böyle bir çalışmayı yaptıktan sonra, onca yıl birlikte yeni bir ürün vermemelerinin nedenini hep merak etmiştim. Yeni albümle ilgili haberleri duyduğumdan bu yana da, birçok müziksever gibi büyük bir sabırsızlık içinde bekliyordum.

MÜZİK ENO’DAN, SÖZLER VE VOKAL BYRNE’DEN

David Byrne’ün internetteki günlüğünde yazdığına göre, Brian Eno ile “My Life in the Bush of Ghosts”ın 25. yılı dolayısıyla yeniden yayımlandığı 2006’dan beri daha sık temasa geçmişler. İkinci bir albüm yapma fikri de, Eno’nun bir süre önce New York’ta kendisini ziyaret ettiği sırada ortaya çıkmış.

Eno, yayımlamadığı çok sayıda enstrümantal çalışmasının olduğunu söyleyince, Byrne, bunlara söz yazmayı teklif etmiş. Eno’nun kendisine CD ile gönderdiği çalışmaları yaklaşık bir yıl boyunca dinleyen Byrne, müzikten bir tür folk-elektronik-gospel tadı aldığını söyleyerek sözleri de buna uygun şekilde yazmış.

İnternet üzerinde yazışmalarla devam eden karşılıklı görüş alışverişleri sonucunda, bir süre sonra bakmışlar ki yeni albüm yapıyorlar. “Everything That Happens Will Happen Today” böylece ortaya çıkmış.

Yeni açılan internet sitesinde, 4 Ağustos’ta, albümde yer alan “Strange Overtones” adlı şarkının ücretsiz olarak indirilmesine izin verilmişti. Bu şarkıdan albümün geneline ilişkin çıkarsamalar yapmaya çalıştık, ama işin içinde Eno olunca, tahminde bulunmak çok zor. Albümün bütününü dinledikten sonra şunu belirtmek gerekir; bu, vokal efektleriyle donatılmış ikinci bir “My Life in the Bush of Ghosts” değil. Bu defa şarkıları David Byrne seslendiriyor.

Byrne/Eno ikilisine göre albüm “bir tür elektronik gospel”. Byrne’ün gospel temalarından etkilenen ve savaşları, havaya uçan arabaları, çöken binaları anlatan sözleri, multi-enstrümantalist Eno’nun ses oyunlarıyla yine çok uyumlu. Bunun ilginç tarafı, karamsar denebilecek sözlerin melodilerle bir araya geldiğinde, adeta neşeli bir hava yaratması. Bu, birkaç ay önce 60’ına basan Eno ile 56 yaşındaki Byrne’ün olgunluğunun getirdiği rahatlığın sonucu mudur, emin değilim...

Bunun yanıtını David Byrne de arıyor aslında. Albüm hakkında yazdığı bir yazıda, bu korkunç Bush döneminde, albümün yansıttığı olumlu ve umutlu havanın nereden kaynak bulduğunu soruyor kendisine. Ve diyor ki: “Ben müziğin içinde barındırdığı hislere karşılık verdim. Her ikimiz de tek başımıza olsak yapamayacağımız bir şey çıkardık ortaya.”

Sonuçta durum şu ki; bu iki büyük müzik adamı bağırmadan, yakıp yıkmadan insanı etkilemeyi çok iyi beceriyor. Üstelik bunu uzun zamandır dinlediğim en iyi albümlerden birisini yaparak gerçekleştiriyorlar.

24 Ağustos 2008 Pazar

Scorpions'ın Gitaristi Rudolf Schenker: "Boğaz Köprüsü Gibiyiz!"


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/23 Ağustos 2008


(Fotoğraflar: Steve Jennings)

Dünyanın en başarılı hard rock gruplarından Scorpions, “Humanity- Hour I” adlı son albümünün dünya turnesi kapsamında dün gece İstanbul Parkorman’da konser verdi. Biz de bu vesileyle, 15 yıl aradan sonra ülkemize ikinci kez gelen grubun kurucularından gitarist Rudolf Schenker’le konser öncesinde söyleşme olanağı bulduk.

Son albümünüz hayranlarınız ve eleştirmenler tarafından oldukça iyi karşılandı. Siz bu albümü Scorpions’ın tarihinde nasıl bir yere koyuyorsunuz?

Bu albüm bizi müzikal anlamda ilk çıkış yaptığımız yere, o bilinen heavy rock sounduna geri götürdü. Bu defa ünlü prodüktör Desmond Child ile çalıştık. Benim bu albümle ilgili duygularım çok olumlu. Yıllar önceki o enerjiyi yeniden hissettiriyor.

Daha öncekilerden farklı olarak, bu albümde “insanlık” etrafında dönen genel bir konsept var. Bunun nedeni ne?

Bu fikir Desmond Child’a ait. Dünyanın içinde bulunduğu ortamda bir şeyler yapabileceğimizi, gençlerin söylediklerimizi dinlediğini söyledi. İnsanlar olarak doğaya ve birbirimize karşı yeterince özen göstermiyoruz. Biz de bu konuda bir uyarı yapmak istedik. Linkin Park da böyle bir abüm yaptı, arkasından başkaları da geldi. İnsanlar aynı dönemde bunları dinleyince, gelecekte bir felaketle karşılaşmama konusundaki duyarlılığa katkıda bulunulmuş oldu. Biz de, geçmişte kadınların peşindeki erkekler hakkında birçok güzel şarkı yaptıktan sonra, bu defa daha olgun bir albüm yapmak istedik.

Albümde karanlık şarkıların yanı sıra umut dolu olanlar da var. Dinleyicilere bunlarla vermek istediğiniz asıl mesaj ne?

İnsanların yalnızca para ve güç peşinde koşmayıp kalplerinin sesini daha çok dinlemesini ve sevgiye önem vermesini istiyorum. Albümde o bilinen “savaşma seviş” dileği yatıyor. Herkes çok güzel bir hayat istiyor. Ama bunun için asıl ihtiyacımız olan güç değil, zekâ ve sevgi. Örneğin şimdi Amerika’da başkan adayı Obama da barışçıl yöntemleri egemen kılmaya çalışıyor. Benim dileğim de, barış dolu bir dünyada yaşamak. Müzik bu dileği gerçekleştirmede bir araç olabilir. Çünkü çok farklı kuşaklara ve ülkelere ulaşmamızı sağlıyor.

Scorpions, hiçbir zaman politik bir grup olmadı. Ama bu söyledikleriniz tam tersi...

Politik değiliz ama insani konularla ilgiliyiz. Bu konuya yaklaşımınıza bağlı. İnsani mesajları politik olarak yorumlamak da olanaklı. Rusya’da “Still Loving You” ve “Wind of Change” adlı şarkıları söylediğimizde müthiş karşılandı. Bu sayede onlarla dostluk kurabildik. Müzik de, kültürler ve dinler arasında dostluğu sağlamak için kullanılabilir. Türkiye’ye ilk geldiğimizde, tekne ile bir plaja gitmiştik. Giderken de Avrupa ile Asya’yı birleştiren Boğaz Köprüsü’nün altından geçtik. Benim için büyüleyici bir şeydi bu. Scorpions da o köprü gibi farklı kültürleri müzikle birbirine bağlıyor!

Albümdeki şarkılardan birisinin adı “Love Will Keep Us Alive”, bir diğerininki ise “Love Is War”. Bu oldukça ironik değil mi?

Evet, bence de öyle! Ama nasıl düşündüğünüze göre de değişir. Çekici duvara çivi çakmak için de kullanabilirsiniz, bir insanı öldürmek için de. En önemli nokta şu: Olumsuz bir şeyi olumluya çevirebilmek için ona karşıt yöntemle karşılık vermek. Bu, çok eski bir Doğu felsefesidir, Judo gibi. Size karşı güç kullanan birine aynı şekilde yanıt vermek yerine sevgiyle yaklaşırsanız, karşıdakinin gücü kırılır.

Scorpions, 45 yıldır müzik dünyasında yer alan, uluslararası alanda ün kazanmış, çok başarılı bir grup, Tüm kariyerinizi düşününce sizi hâlâ heyecanlandıran en büyük olay neydi?

Kremlin’e davet edilip konser veren ilk rock grubu olmak muhteşemdi. Üstelik o zaman Gorbaçov görevdeydi. Gerçekten inanılmazdı. Bizimle tam 45 dakika boyunca konuştu. Berlin’de duvar yıkıldığında gerçekleştirilen “The Wall” konserine katılıp Pink Floyd’dan Roger Waters ile çaldık. O da olağanüstüydü. Birçok unutulmaz olay var Scorpions’ın tarihinde. 1993’teki İstanbul konserimiz de bunlardan birisidir. Hatırlıyorum, o yıllarda Türkiye ile Almanya arasında bir gerginlik söz konusuydu. Almanlar’ın Türkler’in dostu olmadığına dair bir izlenim vardı. İstanbul’a geldiğimizde dost olduğumuzu gösterip, o izlenimi yok etmeye çalışmıştık. Ama Türkiye’de çok iyi karşılandık ve hep birlikte çok güzel bir gece yaşadık.

17 Ağustos 2008 Pazar

Eğlenceden "Eğlemce"ye


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/16 Ağustos 2008



İstanbul, geçtiğimiz hafta sonunda iki ayrı festival vardı. İkisinde de birer gün geçirdim. Bu yazıda onlarla ilgili gözlemlerimi anlatacağım.

Cuma günü Kilyos’ta Global Gathering’in eğlence dünyasını ziyaret edip, cumartesi günü soluğu Sarıyer’de Barışarock’ın “eğlemce” ortamında aldık. Bu “eğlemce” ifadesi kulağa hoş geliyor. Eğlence ve savaş karşıtı eylem bir arada gerçekleştirildiği için katılımcılar böyle tanımlıyorlar Barışarock’ı. Onun ayrıntılarına girmeden önce dönüyorum cuma gününe...

DENİZ, KUM, GÜNEŞ VE MÜZİK

Dünyada çeşiti ülkelerde düzenlenen çok büyük bir dans müzik festivali Global Gathering. Türkiye’de de ilk olarak geçtiğimiz yıl Electronica Festival ile birleştirilerek yapıldı. Bu yıl ise, ayrı bir etkinlik olarak Kilyos Seanergy Beach’te gerçekleştirildi.

Öncelikle, ülkemizin sayılı elektronik müzik radyolarından FG’yi böyle bir çabaya giriştiği için kutlamak gerek. Çünkü elektronik müzik, Türkiye’de çok büyük kitlelere hitap eden bir müzik türü değil. Belli bir dinleyicisi var tabii, ama henüz Avrupa’daki noktaya gelmedi. Global Gathering, İngiltere’de 55-60 bin kişinin katılımıyla yapılıyor. İstanbul için 25 bin katılımcı hedeflendiği açıklanmıştı... Umarım gelecekte bu sayıya ulaşmak olanaklı olur.

Yeri gelmişken burada elektronik müziği küçümseyenlerin savunduğu bir görüşe karşılık vermek istiyorum. Sık sık duyarsınız; birileri bilgisayar ve ileri derecede teknoloji kullanılarak yapıldığı için, elektronik müziği değersizleştirmeye çalışır. Onlara şunu sormak gerekir: “Bir filmi seyrederken ekranda gördüklerinizden etkilenip, görsel efektlerin başarısından söz ediyorsunuz ve hiçbir zaman o filmin o anda gözünüzün önünde çekilip kurgulanmasını beklemiyorsunuz. Kullanılan ileri teknoloji o filmin sanatsal değerini azaltmıyor. Ama iş müziğe gelince, o yöntemle üretilen müzikleri küçümsüyorsunuz. Neden?” Sonuçta ikisi de insan aklının ve yaratıcılığının ortaya çıkardığı bir ürünse, çöp kovasına vurularak da müzik yapılabilir, bilgisayar ortamında da...

Global Gathering’e geri dönersek... Festivalin plajda yapılması bir açıdan olumlu. Böylece, denize girme olanağı da sunulmuş oluyor ve katılımcı sayısı artıyor. Fakat bir yandan da, önceliği müzik yerine plaj olanların da gelmesine yol açıyor. Bunun ne zararı olduğunu soracak olursanız, ne çalarsa çalsın umursamadığı belli olanların arasında müziğe odaklanmak bir ölçüde güçleşiyor.

Türkiye’deki elektronik müzik etkinliklerinde dikkatimi çeken bir başka nokta da, katılımcılar arasındaki erkeklerin kadınlara göre ezici bir çoğunlukta oluşu. Neredeyse 2’ye 1 oranında... Nedenini anlamış değilim. Bunu müziğin türüne bağlamak olanaklı değil; çünkü yurtdışındaki aynı tür festivallerde böyle bir durum yok.

Belirttiğim bu bir iki noktaya ek olarak, Global Gathering’le ilgili olarak asıl söylenmesi gereken şey, gerçekten iyi müzik dinleme olanağı verdiği. Bu yıl Sasha, Eric Prydz, Samim, Calvin Harris, Dubfire, Sander Van Doorn gibi çok başarılı isimleri konuk ettiler. Festivalin gelecek yıllarda daha kapsamlı organizasyonlarla gelişerek büyümesini diliyorum.

ALTERNATİF FESTİVAL 6 YAŞINDA

Barışarock, 2003’te Rock’n Coke festivalinin alternatifi olarak başlamıştı. 6. yaşını kutladığı bu yıl, Rock’n Coke düzenlenmedi; Global Gathering’le aynı tarihlere rastlayınca da sanki onun alternatifi gibi oldu. Global Gathering’e gideceğimi duyup, “Barışarock varken ne işin var orada?” diyenler oldu. Ama ben “eğlemce”den de geri kalmadım, 3 YTL’lik rozetimi alıp Barışarock’ın festival alanına da girdim.

“Festival Üstü Barış” sloganıyla düzenlenen Barışarock, klasik anlamda bir müzik festivali değil. Atölye çalışmaları, söyleşileri ve sergilerileriyle, savaşa, işgale ve kapitalizme karşı görüşlerin tartışıldığı bir platform. Nitekim, festivalcilerin konuştuğu ana konu, müzik değil, Irak ve Güney Osetya’daki savaştı. Nükleer enerji ve çevre korunması hakkında da ilginç tartışmalar yapıldı.

Bu yıl önceki yıllara oranla, daha fazla müzik grubunun katılması ve bu grupların türlerine göre iki ayrı sahnede yer alması festivale canlılık katmış. Sokaktaki birçok gencin festivale gelenler gibi barış şarkıları söyleyip haksızlıklara karşı gelmediği açık... Ama en azından duyarlılığın geliştirilmesi için bir çaba ve Barışarock gibi önemli bir platform var. Bu umut verici. Ancak festivale gelecek yıl ara verecek olmaları ise üzücü...

10 Ağustos 2008 Pazar

Boğaz’da Unutulmaz Saatler


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/9 Ağustos 2008

İstanbul son günlerde dünyaca ünlü iki müzisyeni daha ağırladı. BKM ve Virgin Radio organizasyonu ile Kuruçeşme Arena’da gerçekleştirilen konserlerde, önce Lenny Kravitz’i, sonra Björk’ü dinledik. İki konser de muhteşemdi, ama aralarında önemli farklar vardı. O farklardan yola çıkıp, en büyük ortak noktalarına getireceğim sözü...


1-Konser başlama saati: Lenny Kravitz, sahneye 1 saat gecikmeli çıktı. Herkesin sabrı tükenmiş, artık ıslıklar duyulmaya başlamıştı ki, Kravitz’i sahnede gören kalabalık rahatladı. Çünkü daha çok beklenenler de olmuştu. Guns N’Roses grubu iki yıl önce aynı mekanda verdiği konsere iki saat gecikmeli başlamış ve hiçbir açıklama yapılmamıştı. Kravitz, hiç değilse trafik nedeniyle geciktiğini söyleyip özür diledi.

Björk ise, önceden duyurulan konser saatinden sadece 15 dakika sonra sahnedeydi,

2-Sahneyi kullanma: Hem Lenny Kravitz hem de Björk, sahneyi çok iyi kullandı. Kravitz, hiç yerinde durmadı; sürekli farklı yönlere giderek dinleyicilerle temas kurdu. Björk de yaptı aynısını, ama Kravitz’in bu kriter bakımından daha başarılı olduğunu belirtmek gerek. Çünkü o, fizik olarak da sahne dışına çıktı, seyircilerin arasına karışıp omuzlarda taşındı.

3-Sahne ve kostüm tasarımı: Bu konuda hiç şüphesiz Björk önde. Farklı dekor tasarımından, giydiği kıyafete ve atılan konfetilere kadar her şey çok güzeldi. Ayrıca kullanılan lazer ışıkları da oldukça etkileyici bir atmosfer yarattı.

Björk, bir başkasının üzerinde görseniz rüküş diyebileceğiniz parlak bir kıyafetle, yalınayak çıktı sahneye. Yerlileri andıran bir şekilde alnını da boyamıştı. Ama o ne yaparsa yapsın kendisine yakıştırmayı başarabiliyor. Kravitz, siyah gözlükleri, dar siyah pantolonu ve kulağındaki küpeleriyle tam bir rock star görünümündeydi, ama yumurta topuk ayakkabıları uzun süre konuşulacağa benzer...

4-Eşlik eden ekip: Bir konserin başarısında hayati derecede önem taşıyan bir nokta bu. Dünyaca ünlü sanatçılar, turnelerine her zaman usta müzisyenlerle çıkıyor. Kravitz’e sahnede, saksafon, trompet, davul ve gitarlarda çok yetenekli müzisyenler eşlik etti. Özellikle gitarist Craig Ross’un soloları olağanüstüydü.

Björk’ün konseri, gitaristin olmadığı ender konserlerden biriydi. Sahnede bir klavyeci, bir baterist ve trompet, saksafon ve trombon çalan 10 kişilik bir genç kız grubu vardı. Bu grup, değişik kıyafetleri ve boyalı yüzleriyle konserin çok renkli geçmesini sağladı. Fakat benim özel olarak adını anmak istediğim kişi, bilgisayarının başında elektronik seslerden sorumlu olan ünlü prodüktör Mark Bell. Elektronik müzik dünyasının en yetenekli isimlerinden olan Bell’e konser sırasında duyduğum o garip ama çok güzel sesler için müteşekkirim.

5-Dinleyicilerle iletişim: Hiç kuşkusuz Kravitz’in dinleyiciyle iletişimi mükemmeldi. Ülkemizin güzelliğinden söz etti, İstanbul’da olmaktan mutlu olduğunu söyledi. Herkese birlikte şarkı söyletti. Ayrılırken de en yakın zamanda yine gelmek istediğini belirterek kalplerde taht kurdu.

Björk ise, konser boyunca sadece iki kere “Merci”, bir kere “Thank You”, bir kere de “Thanks for tonight” dedi. Konser sonunda kimileri bundan yakınıp, Björk’ün İstanbul’daki hayranlarına yönelik hiçbir şey söylememesinin hayal kırıklığı yarattığından söz ediyordu. Ama o da onun tarzı...

6-Konser süresi: Lenny Kravitz, tam iki saat kaldı sahnede. Rock, funk, disco ve soul karışımı müziğiyle gerçekten çok zevkli bir konserdi. Björk’ün perfomansı toplam 1 saat 20 dakika sürdü. İzlanda’nın sıra dışı müzisyeni, çılgınlar gibi dans edip herkesi coşturdu.

7-Verilen mesaj: Kravitz, “Let Love Rule” adlı şarkısından önce kısa bir konuşma yaparak aşk ve barış mesajı verdi. İstenirse barışın sağlanabileceğini, bir gün bunun olacağını söyledi. Björk, konuşarak doğrudan bir mesaj vermediyse de, kanımca, konserin kapanışını yapan “Declare Independence” adlı şarkı, bu işlevi yerine getirdi. Björk, bu şarkıyı Şanghay konserinde Tibet’in özgürlüğü için söylemiş ve büyük tepkiye neden olmuştu. Bazılarının korktuğu gibi İstanbul’da böyle bir şey olmadı. Şarkının agresif sözleri ve çarpıcı müziğiyle konfeti yağmuru altında dinleyicilerle hep birlikte söylendiği anlar, konserin en güzel dakikalarıydı.

Sonuçta, birbirinden çok farklı müzik yapan, bambaşka iki sanatçının canlı performansıyla unutulmaz saatler yaşandı Boğaz kıyılarında. O unutulmazlığın yaratılmasında sıraladığım bu etkenlerdeki profesyonelliğin payı büyüktü mutlaka. Ama asıl etken, insanoğlunun en büyük başarılarından birisinin, müziğin gücüydü...

3 Ağustos 2008 Pazar

Metallica Coşturdu, Björk Büyüleyecek


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/2 Ağustos 2008

3 dev ekran... 4 müzisyen... 40 bin kişi... 300 görevli...

Hepsi kocaman bir stadyuma doluştu ve büyük ayin başladı! Geçen hafta sonu Ali Sami Yen Stadyumu’nda yapılan Metallica konserinden söz ediyorum. Aslında sayılar bu müzik olayının büyüklüğünü anlatmaya yetiyor, ama stadyumda o atmosferin içinde olmak bambaşka bir duygu.

Dünyanın en popüler heavy metal gruplarından biri Metallica; ülkemizde de seveni çok. 1999 yılında yine aynı mekanda verdikleri konsere de gitmiş ve aynı coşkuya o zaman da tanık olmuştum. Şunu belirtmek lazım ki, grup elemanları artık gençlikten orta yaşlılığa doğru adım atmış olsa da, Metallica performans açısından tam formunda. “Ah, nerde o eski yıllar” dedirtmiyorlar kısacası...

Televizyonlarda ya da yazılı basında bu tür büyük heavy metal konserlerinin haberleri verilirken, genel olarak, çılgınlar gibi bir öne bir aşağı kafa sallayan gençlerin görüntüleri öne çıkarılır. Oysa bundan çok daha fazlası yaşanır o konserlerde. Kafa da sallanır, ama orada aslında büyük bir gruba ait olmanın verdiği bir haz söz konusudur. Aynı maçlarda olduğu gibi... Üstelik konserlerde o anda rakip takımın taraftarları da olmadığı için, müziğin de etkisiyle çok güçlü bir ortak ruh doğuyor. Nitekim, konser sırasında Metallica’nın solisti James Hetfield de kalabalık ile grup arasında gidip gelen enerjiden söz etti. Bu enerjinin ortaya çıkışında, Hetfield’in karizmasını da kullanarak ayrı bir başarı gösterdiği kesin. Örneğin, müziğin durduğu bir anda seyirciye arkasını dönüp kendisini ekranlarda seyrederek, bir parmak oynatışıyla kalabalığı heyecan içinde bırakabiliyor. Gitara odaklanan parmaklarının her bir hareketiyle çığlıklar, ıslıklar birbirine karışıyor. Doğrusu iyi numaraydı bu...

İki saatten fazla sahnede kalıp hayranlarını coşturan Metallica, performansının yanı sıra, sahne şovuyla da beğeni topladı. Işıklar, patlamalar, muhteşem ses sistemi, ve dev sahne, konseri bir anda görsel bir şova çevirdi. Stadyum konserleri mutlaka çok etkileyici, ama küçük salonlarda müzikle aranızda kurduğunuz o özel bağı kurmaya olanak veriyor mu acaba? Bana sorarsanız vermiyor... Bunu olumsuz bir eleştiri olarak değil, bir tespit olarak söylüyorum.

Belki olumsuz bir eleştiri, Metallica’nın konserde çaldığı şarkıların sıralaması için yapılabilir. En sevilen şarkılarını ikinci yarıya bırakmaları, kanımca ilk yarıdaki heyecan dozunu biraz düşürdü.

Ama sonuçta, stad dışında satılan tişörtleri, CD’leri, bandanaları ve köfte ekmekleriyle kendi ekonomisini de yaratan büyük bir müzik olayıydı. Hiçbir aksama olmadan etkinliği gerçekleştiren Purple Concerts ve EPD Organizasyon’u tebrik etmek lazım. O akşam Ali Sami Yen’de herkes birkaç saatlik de olsa çok mutlu oldu; ta ki konser sonunda Mecidiyeköy sokaklarındaki trafik kaosunun içine düşüp Güngören’de bombaların patladığı haberini alana kadar...

İZLANDA’NIN SIRA DIŞI SESİ BJÖRK KURUÇEŞME ARENA’DA

Yılın en heyecan verici konserlerinden bir diğerini de yarın akşam Björk verecek! Sesiyle, müziğiyle, görüntüsüyle, video klipleriyle, her zaman müzik dünyasının en farklı, en yaratıcı sanatçıları arasında yer aldı Björk. Müziğini hep beğeniyle dinledim. Fakat 1998 yılında İstanbul Caz Festivali kapsamında Açık Hava Sahnesi’nde verdiği konsere kadar, yakın izlemeye almış değildim. Canlı performansını dinledikten sonra çarpıldığım ender müzisyenlerden biri Björk. Açık Hava’da arkada yaylılar ve DJ ile gerçekleştirdiği konserinde dinleyicileri adeta büyülemiş ve o konser uzun süre bir efsane gibi konuşulmuştu.

Mutlaka günümüzün en güçlü kadın vokalistlerinden, ama aynı zamanda sahnede devleşenlerinden. Çok güzel sesi olan ama sahneye çıktığında fazla etkili olamayan nice vokalist gördüm. Björk ise, eşsiz yaratıcılığını ve özgünlüğünü nutkunuz tutularak izleyeceğiniz müthiş bir sanatçı. İzlanda gibi merak uyandırıyor, daima kendini yeniliyor ve müziği büyük bir aşkla yaptığını dinleyicisine hissettiriyor. Bir sanatçı için bundan büyük başarı var mıdır, bilmem. Kuruçeşme Arena’nın o olağanüstü güzel manzarasına karşı şarkı söylerken neler olur, doğadan aldığı etkiyi bize nasıl yansıtır; onu da tam olarak tahmin edemiyorum ama görmek için sabırsızlanıyorum!

Translate