30 Kasım 2008 Pazar

Leon'un Aslanları Fethe Çıktı


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/29 Kasım 2008

Amerika’nın Tennessee eyaletinde (Nashville) yaşayan üç erkek kardeş (Caleb, Nathan ve Jared Followill) ile kuzenleri (Matthew Followill), bir araya gelip bir müzik grubu kurdular. Hem babalarının hem de dedelerinin ismi Leon olduğu için, kendilerine Kings of Leon dediler.

Bu dört gencin müzik yolculuğu, sekiz yıldır devam ediyor. Bu yıl, Glastonbury başta olmak üzere, dünyanın en önemli müzik festivallerindeki performanslarıyla büyük beğeni topladılar. Kendi tahminlerinin de ötesinde başarı sağladılar. Bugün konser verdikleri her yerde biletleri satışa çıktıktan çok kısa bir süre sonra tükeniyor. Dördüncü albümleri “Only by the Night” henüz yayımlandı ve listelerin bir numarasına kadar yükseldi.

Bu ilginin nedeni, elbette iyi müzik yapıyor olmaları. Kanımca, vokalist Caleb’in çok güzel çığlık atıyor oluşu da, önemli bir neden sayılmalı... Güzel çığlık olur mu? Söz konusu müzikse olur... Grubun geçen yıl büyük çıkış yapan şarkısı “Charmer”, bunun en iyi örneği.

Popülerlik kazanmalarının bir nedeni de, 2005’te U2 ve Bob Dylan, 2006 ve 2008’de Pearl Jam turnelerinde ön grup olarak yer almaları. Böylelikle, bu büyük isimlerin hayran kitlesine kısa yoldan ulaşma olanağı elde ettiler.

RAHİP BABAYLA GÖÇEBE HAYATI

Kings of Leon'un müziği, kaynağını,1950 ve 60’larda Amerika’nın güney eyaletlerinde doğup gelişen “southern rock” denilen türden ve garaj rock’tan alıyor. Özellikle ilk iki albümde bu etkileri daha fazla hissetmek mümkündü. Fakat son iki albümde, daha çok indie rock türüne kaydılar.

Followill kardeşler üzerindeki en büyük etkiyi, kiliselerde rahip olarak çalışan babaları yapmış. Neredeyse bütün çocuklukları, işi nedeniyle güney eyaletlerini dolaşan babalarıyla birlikte seyahat etmekle geçmiş.. Hatta çoğu zaman kilise ayinlerinde davul çalmakla görevlendirilmişler. Bu nedenle, önce dini müzikle başlayan kariyerleri, sonra country müziğe ve oradan da rock’n roll’a kaymış.

En çok etkilendikleri iki müzisyen olarak, Bob Dylan ve Neil Young’ın adını veriyorlar. Bu etkilerin de ancak son yıllarda ortaya çıktığını; çünkü uzun yıllar, sadece dini müziğe odaklanan, dış etkilere kapalı bir yaşam sürdüklerini söylüyorlar. Doğrusu, Nashville’den çıkan böyle bir grubun yaptığı rock müzik şaşırtıcı...

EDGAR ALLAN POE’DAN GELEN ESİN

Yeni albümlerinin adı için, Amerikalı şair ve yazar Edgar Allan Poe’nun Eleonora adlı kısa öyküsünden esinlenmişler. “Only by the Night” ifadesi, Poe’nun bu öyküsünde çok güzel bir cümlede geçiyor: “Gündüz düş görenler, sadece geceleri düş görenlerin gözünden kaçan pek çok şeye vakıftırlar.” Poe’nun 1842’de yayımlanan bu öyküsünde, bazı diğer eserlerinde de görüldüğü gibi, ölmüş aşığın mezardan çıkıp dönüşü söz konusu...

Kings Of Leon’un albümü ise, Caleb Followill’in hayalet gibi gelip ruhunu alan gizemli bir kadını anlattığı “Closer”la başlıyor. Müzik de, elbette böyle bir temaya uygun olarak, insani irkilten bir atmosfer yaratmakta son derece başarılı. Ardından gelen “Crawl”, sağlam bass riffleri ile insanı hemen yakalıyor. Sanki hep var olacakmış gibi garanti görülüp ihmal edilen ilişkiler üzerine çok güzel bir şarkı...

Pek çok kişinin favorisi ise, ilk single olarak yayımlanan “Sex On Fire”. Adından da anlaşılacağı gibi, ateşli bir seks hakkında... Müthiş enerjik bir melodi ve Caleb de öyle güzel söylüyor ki, kayıtsız kalmak olanaklı değil. Tur otobüsleriyle yola düşen bir müzisyenin yalnızlığını anlatan “Use Somebody”, biraz Nickelback’i biraz U2’yu anımsatıyor. Ana akım rock çalan radyolarda çokça duyabilirsiniz, ama bence ihmal edilebilir...

KÖKENLERİ KIZILDERİLİ

Söz edilmesi gereken şarkılardan bir diğeri “Manhattan”. Dans edip keyfe bakmanın yanı sıra, tezat bir şekilde, Kızılderililer’in yaşadıkları zorluklar anlatılıyor şarkıda. İlginçtir; bugün hemen her milletten insanın yaşadığı Manhattan, bir zamanlar Hollandalılar tarafından satın alınmadan önce Kızılderililer’e aitti. Kings of Leon üyelerinin böyle bir şarkı yapmasının nedenine gelince... Kendilerinin kökeninde de Kızıderililik olduğunu söylüyorlar.

Aşk acısı çeken vampir, seks, ilişkiler, din, yabancılarla avunmaya çalışan yalnızlar... Followill Kardeşler, bunların hepsini vokal ağırlıklı rock soundu ile başarılı bir şekilde buluşturunca, ortaya “Only by the Night” çıkmış. Bazı sözler biraz fazla mistik kalıyor ve albümün ikinci yarısı birinci yarısı kadar çarpıcı değil. Fakat yine de, yılın en kayda değer albümlerinden birisi... Gündüz de düş görenler için...

23 Kasım 2008 Pazar

Tipik Konser Alışkanlıkları...


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/22 Kasım 2008

Zamanının azımsanmayacak bir bölümünü konser salonlarında geçiren bir müzik tutkunu olarak bazı izlenimlerimi aktaracağım bu yazıda. Bir konsere neden gidilir? “Elbette müzik dinlemek için,” diyorsanız yanılıyor olabilirsiniz.

İlk anda tuhaf bir soru gibi de gelebilir bu, ama ne yazık ki değil... Ne demek istediğimi daha iyi açıklamak için ülkemizden konser gözlemlerimi maddeleyerek anlatayım...

1-Konsere bir arkadaş grubuyla gidilir. Bunda normal olmayan bir şey yok tabii. Fakat anormallik konserle birlikte başlar; çünkü o gruptaki arkadaşlar konser sırasında hiç durmadan konuşur. Hem sahnedeki müzisyenlere hem de diğer dinleyicilere saygısızlık etmeyi fütursuzca sürdürürler. Bir balad çalıyor bile olsa, onlar için fark etmez; sanki heavy metal konserindeymiş gibi bağıra bağıra konuşurlar. Hiç dinmeyen bir uğultu konser boyunca salona hakim olur. Bu tipler müziği dinlemeyeceklerse, neden bir bara gidip rahatça sohbet etmezler bilmiyorum. Muhtemelen davetiyeleri vardır ve bedava girmişlerdir konsere... Başka açıklaması yok bu davranışın.

2-Konuşmalardan uzaklaşıp müziğe odaklanmak istiyorsanız, sahneye yakın ön kısımlara gitmeniz gerekir. Orta ve arka kısım her zaman daha gürültülüdür. Fakat ön kısımlardakı sıkışıklığı ve itişmeden kaynaklanan ter kokusunu göze almanız gerekir. Ya arkada kalıp müziği tam duyamayacaksınız, ya da müziği duymak için ter kokuları içinde sıkışmayı göze alacaksınız. Zor bir tercih...

3-Konser boyunca kalabalığı enlemesine yarıp bir o tarafa bir bu tarafa geçenleri görürsünüz. Tuvalete gidiyordur ya da bara ulaşmaya çalışıyordur diye düşünerek yol verirsiniz. Plastik bardakla taşıdıkları bira sıkışıklıktan dolayı üzerinize dökülür, ellerindeki sigara mutlaka bir yerinize değip yakar. Ve aynı kişiler gece boyunca defalarca aynı hareketi tekrarlar. Bir insan iki saatlik konser süresince neden sürekli olarak bir taraftan diğer tarafa geçmeye çalışır, henüz nedenini anlamış değilim.

4-Konserin başladığı andan bittiği ana kadar şarkı isteklerini avazı çıktığı kadar bağırarak duyuranlar vardır. O şarkıyı dinlemek için gelmiştir konsere ve dinleyene kadar da susmayacaktır. Bilmez ki, sanatçılar ya da gruplar önceden provasını yaptıkları şarkıları çalarlar konserlerde. Bunun dışına çıktıkları çok enderdir. Ayrıca bir müzisyen, her zaman aynı şarkıları seslendirmek istemeyebilir.

Böyle bağıra çağıra şarkı isteğinde bulunanlara en güzel yanıtı, İstanbul Caz Festivali’nde Antony Hegarty vermiş ve espriyle şöyle demişti: “Sanki patates, soğan istermiş gibi bağırıyorsunuz. Ama bu benim şovum. Ne istersem onu söylerim.”

5-Açıkhava konserlerine özel bir durum da, konser alanına kurulan döner ve kokoreç standları... Ülkemize ilk kez gelen bir grubun canlı performansını dinlemek yerine, kokoreç kuyruğunda beklemek kişisel bir tercih. Ertesi gün de kokoreç yiyebileceğini ama o grubu belki bir daha canlı dinleyemeyeceğini hesap ediyordur herhalde diye düşünüyoruz. Bu bakımdan o tercihin diğer dinleyicilere bir zararı yok. Ama işin dayanılmaz tarafı, sahneye kadar ulaşan kokoreç kokusunun içinde müzik dinlemek... Bu kokuya karşın şarkı söylemenin zorluğuna da The Beastie Boys üyeleri dikkat çekmişti.

SİGARA TERÖRÜ DEVAM EDİYOR

Bütün bunları göze alarak konsere gidersiniz, fakat asıl zorluk sigara dumanına dayanabilmektir. Kış geldi, yine kapalı mekanlara girdik. Sigara yasağının lokantalar, kafeler vb. kapalı alanlarda henüz uygulanmaya başlanmaması nedeniyle, tehlikeli bir ortam sizi bekliyor konser salonlarında.

Geçtiğimiz hafta gittiğim üç konseri de, bu sigara sorunu nedeniyle, bitmeden bırakıp çıkmak zorunda kaldım. İçerde 300 kişi varsa 250’si sigara içiyordu. Bu 250 kişinin iki saat içinde yalnızca birer sigara içtiğini düşünmeyin. Nedense konserlerde zincirleme sigara içme alışkanlığı yaygın. 250 kişi 10’ar tane içince, 2500 adet sigaranın küçük ve kapalı bir salonun havasını ne hale getireceğini düşünün. Havalandırmanın yetersizliği de cabası. Ama zaten öylesine yoğun bir dumanı temizleyecek bir havalandırma sistemi icat edildiğini de sanmıyorum.

Kızaran gözlerden yaşlar akınca ve artık nefes alamayınca, müziğe elveda demekten başka seçenek kalmıyor... Daha önce bu konuda yazdığım bir yazıya okuyuculardan gelen elektronik postalar, benim durumumda olanların hiç de az olmadığını gösteriyor. Birçok kişi, sadece bu nedenle artık konserlere gitmediğini söylüyor.

Kapalı yerlerdeki sigara terörü, bu ülkede birçok alanda görüldüğü gibi, çoğunluğun azınlığa diktasından başka bir şey değil. “Rahatsız oluyorsan çek git, buraya geliyorsan sus otur,” deniyor. Tanıdık geliyor değil mi?

16 Kasım 2008 Pazar

O Bir Kasırga...




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/15 Kasım 2008

Bir esinti kadar serin, yumuşak olabilirim. Ama ben ağaçları yerinden söken bir kasırga olacağım...

Grace Jones, yeni albümü “Hurricane”de böyle anlatıyor kendisini. Müzik dünyasında yılın en heyecan verici olaylarından birisi bu: 1980’lerin unutulmaz ikonu, 20 yıl aradan sonra yeni bir albümle yine sahnede!

Grace Jones ismi, çoğu kişinin aklına ilk anda muhteşem bir androjen imaj getirir. Biraz ürkütücü, ancak karikatürlerde görülebilecek kadar çarpıcı bir imajdır bu. Afrikalı kadının seksapelini sembolleştiren heykel gibi bedeni ve provokatif tavrı ile gerçekten bir örneği daha olmayan bir kişilik Grace Jones. Ama doğrusu, bu ismi duyunca benim aklıma ilk gelen şey, o etkileyici kontralto ses...

DİSKO KRALİÇESİ

Bugün 60 yaşında olsa da, bana göre, Disko Kraliçesi hâlâ Grace Jones’dur. Medyada bu ünvan hep çok satışlı Madonna’ya yakıştırılır, oysa Grace Jones’un yanında onun zayıf sesi de, artık klişeleşen performansı da sönüktür.

Bunun aksini düşünen varsa, Grace Jones’un son albümünü dinlemeli. Bir de tabii, bu yılki Meltdown Festivali’nde gerçekleştirdiği performansı internette izlemek gerekir. Grace Jones dışında kimsenin o yaşta öyle dinamik bir performans sunabileceğini sanmıyorum.

Vokal gücünü sorarsanız, o da en yüksek seviyesinde. Bazen buğulu bir sesle adeta konuşur gibi söylüyor, bazen de bir kadından duyabileceğiniz en sert sese ulaşıyor.

Grace Jones, “Hurricane”de ağırlıklı olarak bilinen müzikal tarzını sürdürüyor. Yine ritimlere tutsak; yine geçmişte birlikte albümler yaptığı reggae prodüktörleri Sly & Robbie ile çalışmış. Afrika reggae ritimlerinin disko ve new wave ile bütünleştirildiği electro-funk türünde şarkılar dikkat çekiyor.

Ayrıca albümde belirgin bir Massive Attack etkisi söz konusu. Trip-hop’u rock ile bir araya getiren “Corporate Cannibal”, bunun en iyi örneği. Massive Attack’ın eski üyelerinden Tricky’nin albüme katkı yapmış olması da, bu durumu yeterince açıklıyor zaten.

Bunların yanı sıra, albüme en önemli etkiyi prodüktör kuşkusuz Brian Eno yapmış. Gerçek bir yaşayan efsane Eno. Elini neye değse, sonuç mükemmel oluyor... Kanımca “Devil In My Life”, bugüne kadar klasik müzikle trip-hop’u en güzel şekilde buluşturan şarkı.

TİCARİ YAMYAMLARA ELEŞTİRİ

Albümün tema açısından en ilginç şarkısı ise “Corporate Cannibal”. Grace Jones, ancak korku filmlerinde duyulabilecek türden bir ürpertiyi yaratan ses tonuyla söylüyor şarkıyı. “Piyasada iş yaparım; erkek, kadın, çocuk, herkes hedeftir. Adı sanı olmayan bir yığın insan daha az yokluk için daha çok öder; ben tüketicilerimi tüketirim,” diyen bu dehşet verici ses, elbette 21. yüzyılın ticari yamyamlarından başkası değil...

Grace Jones’un kendi hayatı ve ailesiyle ilgili yazdığı şarkılar arasında “William’s Blood” öne çıkıyor. Sanatçının annesine adadığı epik ve elektronik bir gospel bu. Şarkının sonunda Jones’a bir gospel şarkıcısı olan annesi de eşlik ediyor.

Love You To Life”ı haftalarca komada kalan eski bir sevgilisi için yazmış Grace Jones. Daha önceki albümlerinde olmadığı kadar özel hayatından söz ediyor bu albümde. Başka birisi olsa, bunun nedeni, 60 yaşın getirdiği rahatlıktır derdik, fakat hiçbir zaman kimsenin ne düşündüğünü umursamadı o... Hayatı her zaman kuralların dışında yaşadı. Çıkardığı skandallar nedeniyle insanlar onu hep eleştirdi. Ama Grace Jones’un isyankarlığının gerisinde ne olduğuyla pek de ilgilenmedi kimse.

Çok dindar bir ailenin kızı olarak Jamaika’da doğdu Grace. Dedesi gibi babası da kilisede çalışan bir din görevlisiydi. 13 yaşına geldiğinde ailece New York eyaletine taşındılar. Burada gittiği okulda tek siyahi öğrenci oydu. Uzun boyu, aksanı ve afro saçlarıyla kendisini hep “öteki” olarak hissetti.

Şarkı söylemeyi seviyordu ama sadece kilise korosuna katılmasına izin vardı. Çünkü ailesinin bağlı olduğu kilise, insanların yeteneklerini sadece tanrı için kullanmaları gerektiğini söylüyordu. Syracuse Üniversitesi’nde tiyatro derslerine devam etti. Ama artık kilise korosuna gitmesi de yasaklanmıştı. Nedeni, erkek kardeşinin eşcinsel olduğunun ortaya çıkmasıydı. Sonunda bir gün kendi yolunu çizmek üzere motosikletli bir gruba takılıp evden ayrıldı...

70’lerin başında Paris ve New York’ta modellik ve oyunculuk yapmaya başladı. 70’lerin ikinci yarısında, New York’un hedonistik Studio 54 döneminde pop-art’ın yaratıcısı Andy Warhol ile tanıştı. Onun esin perisi olmuştu. Warhol sayesinde önemli prodüktörlere ulaştı.

1977’de ilk albümünü çıkardı. Bir dizi kalitesiz filmin yanı sıra, Conan ve James Bond gibi büyük filmlerde rol aldı. Fiziksel özellikleri nedeniyle, hep vampir, transseksüel, sado-mazo katil rolleri önerildi. Fotoğrafçı Jean-Paul Goude ile ilişkisi, hayatındaki dönüm noktalarından biriydi. Goude, Grace’in androjen imajını cilalayıp başka dünyadan gelmiş bir yaratığa dönüştürdü.

1989’a kadar toplam 9 albüm yaptı. Son 20 yıldır daha çok moda dünyasına daldığı için herkes bittiğini düşünüyordu. Ama şimdi tüm gücüyle yeniden esiyor. O yine bildiğimiz Grace; akıllara durgunluk veren ve önüne geleni savuran Grace...

O ayrıksı bir kasırga...

8 Kasım 2008 Cumartesi

"Çeşitlilik Hayatı İlginç Kılıyor"


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/8 Kasım 2008



British Sea Power İstanbul'da

Bugün Phonem By Miller'ın son günü. İstanbul'da sekiz gündür süren etkinliğin kapanışında önemli bir performans var. İngiltere'nin en başarılı alternatif rock gruplarından British Sea Power (BSP), bu gece Beyoğlu'ndaki Studio Live sahnesinde olacak.

Bu yılın başında üçüncü albümünü yayımlayan BSP, doğadan, hayvanlardan, sanattan, tarihten ilham alan ilginç bir grup. Nitekim grubun adı da tarih kitaplarından çıkma.

Entelektüel şarkı sözleri çarpıcı; canlı performansları sıra dışı... Melodik müzikleri sık sık The Pixies ve Joy Division'a benzetiliyor. Siren gibi çalan gitarlar ile bomba gibi patlayan perküsyonun öne çıktığı şarkılarda böyle bir benzerlik var gerçekten. Fakat Joy Division'a en karakteristik özelliğini veren Ian Curtis'in sert, güçlü vokali ile BSP'ın yumuşak vokalleri arasında bir benzerlik yok tabii...

Yan ve kardeşi Hamilton ile, üniversite arkadaşları Noble ve Wood'dan kurulu BSP, yenilikleri denemekten hiç çekinmiyor. Farklı seslere meraklılar, röportajlarda verdikleri esprili yanıtlarla dikkat çekiyorlar. British Sea Power'ı konser öncesinde daha yakından tanımak için sorularımızı solist/gitarist Yan'a yönelttik.

Yeni albümünüz “Do You Like Rock Music?” müzik dünyasının en prestijli ödüllerinden Mercury'ye aday gösterildi. Daha önce de David Bowie'nin övgüleriyle karşılaştınız. Bowie tarafından övülmek mi daha iyi yoksa Mercury adaylığı mı?

David Bowie'yi severim. En favori şarkılarımdan bazıları ona ait. Ama Bowie birçok kişiyi övüyor... Mercury'ye aday gösterilince en azından yemeğe götürüyorlar, ki Bowie bunu yapmış değil. Aslında zor bir seçim. İkisi de çok güzel.

Müziğinizin ne kadar "İngiliz" olduğu konuşulur hep. Oysa grup olarak Doğu Avrupa kültüründen etkilendiğiniz açık. Bütün grup üyelerinin o kültüre karşı ilgisi var mı?

Evet, var. Bu ilgi, Martin (Noble) ile Hamilton'ın sırtlarında gitarlarıyla, Çek Cumhuriyeti'nin dağlarını aşıp, nehirlerinde bot gezileri yapmalarıyla başladı. Tarihle olduğu kadar, o bölgenin doğasıyla da ilgili bu... Oralarda ormanlar daha derin.

"Waving Flags" adlı şarkınızda Britanya'ya gelen Polonyalılara, Çeklere, Doğu'da yetişip Batı'ya göç edenlere hoş geldiniz diyorsunuz. Ne gibi tepkiler aldınız bu şarkıya?

Müthiş olumlu. Ama şu da var ki, bizim hayranlarımız bilgili ve zeki genellikle...

Son albümünüzü Kanada, Çek Cumhuriyeti ve İngiltere'de kaydettiniz. Farklı kültürel atmosferlerde çalışmanın avantajları oldu mu?

Çek Cumhuriyeti'ndeyken hava 20 derecedeydi ama Kanada'da -20 dereceyi buldu. Böylece albümün sıcaklık farkına dayanıklılığı test edilmiş olduğundan, her türlü hava koşulunda dinlenebileceğini biliyoruz. Asıl önemlisi, ilginç bir macera yaşadık, farklı aksanları duyduk ve değişik yemekler yedik. Bir Çek vatandaşı, bizim için kocaman bir kedi balığı yakaladı. Ben vejetaryenim ama yine de hoş bir davranıştı. Ayrıca evden uzakta olmak, insanın algılarını daha hassaslaştırıyor.

Birçok toplumda çokkültürlülüğe karşı olumsuz yaklaşımların yaygınlaştığı bir dönemde siz farklılıklara açık davranıyorsunuz...

Aslında bana göre insanlar çoğunlukla dostluk yanlısı ve açık görüşlü; temel konularda da çok farklı değiller. Bence insanlardan daha çok medya dar görüşlü. Ben çokkültürlü bir toplumda yaşamaktan dolayı mutluyum. Çeşitlilik hayatı daha ilginç kılıyor.

Şarkılarınız normal olarak rock müzikle pek bağdaştırılmayan konularla ilgili. Felsefenizi doğa ile teknoloji arasındaki hassas ilişkiden aldığınız şeklinde bir yorum okumuştum. Katılıyor musunuz buna?

Evet, bazı şarkılarda böyle. Zeki gazeteciler olduğunu bilmek güzel! Hassas bir ilişki var ama bence birisi diğerine karşı değil. Doğayı da teknolojiyi de seviyorum ve doğayı olağanüstü gelişmiş bir teknoloji olarak görüyorum.

Albüm kaydı sırasında farklı ses elde etmek için bir piyanoyu merdivenlerden yuvarladığınızı duydum. Nasıl oldu bu?

Napolyon döneminden kalma bir kalede çalışıyorduk ve bodrum katta eski, kırık bir piyano bulduk. Her zaman bir piyanoyu merdivenlerden aşağı itmek istemiştim. Piyano düşerken parçalara ayrılan tahtalar ve metaller merdivenlere çarparak müthiş bir ses çıkardı! (Kaydedilen bu ses, “Atom” adlı şarkıda kullanıldı.)

Londra'da Tate Modern'in bir projesi var. Müzisyenleri müzeye davet ediyorlar ve sergileri dolaştıktan sonra ilham aldıkları bir eseri seçip onun üzerine bir şarkı yapmalarını istiyorlar. Böyle bir projeye katılsanız, sizi etkileyecek sanat eseri ne olurdu?

Emin değilim... Sanırım şair, yazar ve bahçe tasarımcısı Ian Hamilton Finlay'in İskoçya'daki bahçesini seçerdim. En sevdiğim sanatçılardan birisidir; imajları, fiziksel objeleri ve sözcükleri çok ilginç ve anlamlı bir şekilde bir araya getiriyor.

Bu yaz Londra'da Doğa Tarihi Müzesi'nde bir konser verdiniz. O etkileyici atmosferde, devasa dinozor fosillerinin arasında çalmak nasıl bir histi?

Bizim için doğal bir yerdi. Brontosaurus iskeletinin yanında çalacaktık ama iskeletin titreşimlerden yıkılacağını düşündüler! Biz çalarken insanlar soyu tükenen kuşların bulunduğu bir koridordan geçip, ender görülen çekimlerin bulunduğu videoları izlediler. Hayvanların kendisi rock müzik!

2 Kasım 2008 Pazar

Phonem By Miller Dolu Dolu!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/1 Kasım 2008

Tamirane... Dirty... Dogz Star... Bunlar, alternatif ve deneysel müzik dinleyicilerinin gelecek sekiz gün boyunca İstanbul’da sık sık ziyaret edeceği alt-kültür mekânlarından bazıları. Bunların yanı sıra, aynı hafta içinde Otto Santral, Studio Live ve Babylon gibi daha iyi bilinenlere de uğrayacağız. Çünkü İstanbul’da Phonem By Miller zamanı!

Bir anlamda, müzikteki yeni arayışlara meraklı olanların, rock, indie-pop, folk ve elektronik müziğin yaratıcı gruplarını dinlemek için sabırsızlananların bayramı bu...

Phonem By Miller’a konuk olan müzisyenlerin hitap ettiği kitle, tahmin edileceği gibi sınırlı. Adı üstünde alternatif! Ana akıma dahil müzisyenlerin çalışmalarını izlemek kolaydır; ne yapsalar medyada haber olur, şarkıları her yerde çalar; istemeseniz bile bir yerlerde duyarsınız onları. Ama deneysel müzik çalışmalarını izlemek için, her zaman fazladan çaba göstermeniz gerekir. Müzik marketlerde bu türde müzik yapanların albümleri bulunmaz; gazeteler, dergiler ve televizyonlar bu türe pek yer vermez...

Neyse ki internet var da, ilgilenenler siber dünyanın altını üstüne getirerek yeniliklerden haberdar oluyor. Böyle bir ortamda son yılların birçok yenilikçi ismini ülkemize getirerek canlı dinlememizi sağlayan Phonem By Miller’ın değeri gerçekten büyük. Organizasyonda emeği geçenlere teşekkür edip, Phonem By Miller’ın 6. yaşını kutluyoruz.

Gelelim bu yılın konuklarına...


BU YILIN KONUKLARI

Dün gece Otto Santral’de açılışı yapılan Phonem By Miller, bu gece iki ayrı mekânda devam ediyor. İkisi de saat 11’de başlayacak etkinliklerin birisi, Santral İstanbul’daki Tamirane’de “Retro-Disco-Beats” başlığı altındaki Sonny J performansı. Sonny J, alternatif dans müziğinin son dönemde en iyi çıkış yapan DJ/prodüktörlerinden.

Beyoğlu’ndaki Dirty’nin konuğu da, Sonny J gibi İngiltere’den: Henüz 21 yaşında olmasına karşın dans müziği camiasında adını duyurmayı başaran Foamo. Ne yazık ki, birisi Eyüp’te diğeri Beyoğlu’nda olduğu için, Sonny J ile Foamo arasında tercih yapmak gerekecek. Bu durumda, Motown, rock’n’roll ve disco’yu günümüzün dans ritimleriyle ustalıkla bir araya getiren Sonny J, daha fazla ilgi göreceğe benziyor.

Electro-clash seviyorsanız, Robots in Disguise’in 5 Kasım’da Studio Live’daki konserini tavsiye ederim. 2000’de Liverpool Üniversitesi’nde okuyan iki bayan öğrenci tarafından kurulan grubun punk etkileri de taşıyan müziği oldukça dinamik.

Ertesi gece Babylon’a gitmek kaçınılmaz. Çünkü Fransa’dan çıkan en ilginç elektronik müzik gruplarından Ez3kiel’i ve ardından İngiltere’nin punk gruplarından Prinzhorn Dance School’u art arda dinleyeceğiz.

Ambient, hiphop ve dub gibi tarzları kullandığı müziğinin ve protest tavrının yanı sıra, çarpıcı sahne performanslarıyla da tanınıyor Ez3kiel. Kullandıkları fantastik öğeler, grafikler ve animasyonlarla görsel-işitsel şovlara yeni bir boyut getiriyorlar. Hayal gücünü geliştiren böyle bir performansın hemen ardından, el yapımı görsellerle desteklenen punk tavırlı enerjik Prinzhorn Dance School çok iyi gider doğrusu.

7 Kasım’da Babylon’da bu defa Annie’nin konseri olduğunu duyunca, acaba Babylon’a 6 Kasım akşamı girip sonra da hiç çıkmasak mı diye düşünenler olabilir... Üstelik electro-pop’un başarılı ismi Norveç’li Annie’nin öncesinde, aynı türün ülkemizdeki temsilcisi Zi-Punt sahnede olacak.

BRITISH SEA POWER GELİYOR

8 Kasım’da yine önemli konserler çakışıyor... İngiltere’nin en başarılı indie-rock gruplarından British Sea Power, gece 12’den sonra sahneye çıkacak. Saatler 01:00’i gösterdiği sırada ise, Phonem By Miller’ın Dirty’deki kapanış partisi için Streetlife DJs çalmaya başlayacak.

British Sea Power sahneden inmeden nasıl ayrılacağız? Dans müziğinin çığır açan ikilisi Streetlife DJs’i kaçırmak da olmaz... Beyoğlu’nun sokaklarında koşuşturup oradan oraya yetişmek mümkün olabilir ama keşke aralarında biraz daha zaman olsaydı... (Bu arada British Sea Power’ı tanımayanlar için, müziklerinin Joy Division ve Interpol’ü andırdığını belirtmeden geçmeyelim.)

Programdan da anlaşıldığı gibi, alternatif müzik dinleyicilerini dolu dolu bir sekiz gün bekliyor. Ayrıca etkinlik kapsamında ücretsiz atölye çalışmaları ve söyleşiler de var. Bunlara katılmak istiyorsanız, yapmanız gereken önceden kayıt yaptırmak. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın internet sitesini takip edip elinizi çabuk tutun derim.

Translate