28 Haziran 2009 Pazar

Hayırsever Bir Rock Grubu


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 27 Haziran 2009

Başlık doğru: Starsailor, rock müziğin en hayırsever grubu. Çünkü, Hard Rock Cafe’lerin de sahibi olan Hard Rock International tarafından verilen Hayırsever Rock Sanatçısı Ödülü’nün bu yılki sahibi onlar...

İngiliz grup, müzik terapisiyle yapılan tedaviler için para toplamak ve açlıkla mücadele için yapılan albüme katkıda bulunmak gibi birçok yardım işine gönüllü destek veriyor.

Bu hayırsever rock grubu, geçen hafta sonunda Efes Pilsen One Love Festival’ın konuğuydu. Dinleyici kitlesinin büyük bir kesimi, onlar çalarken konuşmayı tercih etse de, oldukça başarılı bir performans sergilediler.

Biz de bu vesileyle, grup üyelerinden James Walsh (vokalist/şarkı yazarı/gitarist) ile söyleşme fırsatı bulduk.

AMERİKAN FOLKUNUN ETKİSİ VE EMPERYALİZM

Yeni albümünüzün adı “All the Plans." Burada bir ironi seziyorum.
Doğru... Hayatımız süresince yaptığımız planların çoğu işe yaramıyor ve başımıza gelen en güzel şeylerin önemli bir kısmı da beklemediğimiz bir anda aniden ortaya çıkıyor. Albümün adı buna vurgu yapıyor.

Bu albümü, önceki çalışmalarınıza göre müzik ve şarkı sözleri açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir önceki albümümüz “On the Outside”a kıyasla şarkılar daha gitar ağırlıklı ama düzenlemeler daha yalın. Canlı çalmaya daha uygun bir bakıma... “Love Is Here” adlı albümü anımsatan oldukça duygusal ve güçlü şarkılar var. Bu albümü, temellerimize dönüş olarak nitelendirmek mümkün.

Albümün karakterini belirleyen en önemli faktör ne?
Güçlü bir Amerikan folk akustik etkisi var. James Taylor, Jackson Brown ve günümüzden Ryan Adams, Jenny Lewis, bu etkiyi yaratan isimlerdi. Amerika’nın Batı Yakası’ndan gelen bir etkilenme söz konusu. Albümü Amerika’da değil, İngiltere’de kaydettik ama o aşamada daha çok dinlediğimiz, saygı duyduğumuz sanatçılardan etkilendik. Fakat tabii şarkı sözlerinin kökeni yine de İngiltere ve İrlanda...

“Star and Stripes” adlı şarkınızın sözleri Amerikan emperyalizmini hedef almış gibi...
O şarkıyı uzun süre önce, Irak Savaşı sırasında yazdım. O sırada turnedeydik ve her yerde Amerikan bayraklarını görüyorduk. Ayrıca İngiltere’de aşırı sağcı Britanya Ulusal Partisi yükselişe geçmişti. Bazı insanlar kökenlerinden duydukları onuru, diğer ülkelerdeki insanları sömürmek ve herkesin üzerinde otorite kurmak için kullanıyor. Yanlış olan da bu... Oysa her insanın mutlaka kendine özgü bir yeteneği, daha iyi olduğu bir alan var. Bunları kullanarak onur duyacağımız işler yapmaya odaklansak, dünya çok daha iyi bir yer olurdu. Farklı kültürlerin var olduğu bir dünyada yaşıyoruz ve onları kucaklamamız gerek.

Şarkı yazma sürecinde ilk fikirler her zaman sizden mi geliyor, yoksa provalar sırasında örneğin basçınızın bir öneri ile geldiği ve onun üzerinde çalıştığınız da oluyor mu?
Bazı şarkılar bir gitar riff’i ile başlıyor ve şarkıyı bunun etrafında düzenliyoruz. Genelde şarkılar benim aklımda şekillenir, kendi kendime akustik gitarla çalışırken ortaya çıkanı daha sonra gruba aktarırım. Ama şarkıya göre farklılıklar olur her zaman.

“TOPLUMA KATKIDA BULUNMAK BİR ONUR...”

Başkalarının pek farkında olmadığı ilham kaynaklarınız var mı?
Çok kitap okurum. Favori yazarlarımdan birisi David Peace. Çağdaş bir yazardır, aynı zamanda seri cinayetlerle ilgili kült romanlar yazmıştır. Graham Greene’i çok beğenerek okurum. Ayrıca, yeşilliklere bakmayı, film izlemeyi çok seviyorum. Bunların dışında, kendi ailem bana duygusal olarak ilham veriyor. Genellikle kendi yaşantıma odaklanıyorum, ama zaman zaman başka insanların hayatları da ilgi alanıma giriyor; “Stars and Stripes”da olduğu gibi...

Yeni albümde The Rolling Stones’dan Ronnie Wood ile birlikte çalışma olanağı buldunuz. Nasıl gerçekleşti bu?
The Rolling Stones’a Almanya ve İngiltere turnesinde eşlik ettik ve özellikle Ronnie ile çok iyi anlaştık. Onunla kayıt yapmayı çok istiyorduk ama bizim kayıt yaptığımız sırada o meşguldü. Fakat bir gün oğlu Jesse Wood aradı ve Ronnie’nin bizimle çalmayı gerçekten istediğini söyleyerek belirli bir saat için randevu verdi. Sonuçta, “All the Plans We Made” adlı şarkıda gitarda Ronnie Wood çalıyor.

The Rolling Stones'un bir üyesi ile çalmak nasıl bir deneyimdi?
Müthiş bir olaydı bizim için. Heyecanlandık tabii! O, gerçekten müzik tarihinin çok önemli bir parçası...

Hayalinizde dünyanın en iyi rock grubunu kursanız, kimlere yer verirdiniz?
Davulda Ringo Starr, piyanoda ve geri vokalde Elton John, bas gitar ve vokalde Paul McCartney, gitar ve vokalde Jeff Buckley!

Gerçekten fantastik... Sizinle ilgili ilginç bir haber de, Starsailor’ın bu yıl Hayırsever Rock Sanatçısı Ödülü’ne değer görülmesi oldu...
Bu büyük bir onur. İçinden çıktığınız topluma katkıda bulunmak çok güzel bir duygu. Bu toplum, bizim oldukça rahat hayatlar sürmemizi sağladı. En azından elde ettiğimiz gücü insanlara yardım etmek için kullanabiliriz. Bono ya da Chris Martin gibi değiliz, dünyayı değiştirebileceğimizi söylemiyoruz. Eğer birkaç albüm yapıp, hayır işlerine destek verirsek, yerel düzeyde belki bir parça düzelme sağlanabilir.

Müzisyenlerin politika ile ilgilenmesi konusunda görüşünüz ne?
İyi bir şey ama biz politika ile doğrudan ilgili değiliz. Mick Jagger’ın Londra’da tarihi bir sinemanın kurtarılması için yapılan kampanyaya katılması çok güzeldi bence. Sanatçıların politik kampanyalara katılması moda oldu son yıllarda. Çünkü ünlü müzisyenlerin katıldığı kampanyalar daha çok dikkat çekiyor ve herkes onları görmek için konsere gitmek istiyor...

Küresel Depresyon İçin Ufak Bir Çaba


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 27 Haziran 2009

Efes Pilsen One Love Festival’ın kapanışını Norveçli elektronik müzik grubu Röyksopp yaptı. Vokalde Norveçli şarkıcı Anneli Drecker'ın eşlik ettiği performans, beklendiği gibi muhteşemdi. Konsere "Röyksopp Forever" adlı şarkı ile başlamaları ise, gecenin en güzel anıydı.

Konserin sonunda alkışlarla iki kere bis yaptı Röyksopp ve bir EPOL daha coşkuyla bitti. Ama dünya festivallerinin en gözde gruplarından birini İstanbul’da bulmuşken birkaç soru sormadan bırakmak olmazdı. Grup üyelerinden Torbjorn Brundtland ile, konserden önce kaldıkları otelde konuştuk.

FELSEFENİN DİNGİNLİĞİ, DANSIN HIZI

Chill-out, lounge gibi yavaş ritimli tarzlardan, elektronikanın çok daha hızlı türlerine uzanan geniş bir yelpazede müzik yapıyorsunuz. Bunu kendinizi istediğiniz yerde konumlandırmak için bir avantaj olarak mı görüyorsunuz?
Bu çok iyi bir soru... Yanıtlayamadığım sorulara bu karşılığı veriyorum... Fakat şunu söyleyebilirim; bizim içimizde ikili bir durum var. Hem enerji doluyuz hem de oturup sakince felsefe konuşmaktan hoşlanan bir tarafımız var. Yeni albümümüz “Junior”, bugüne kadar yayımladığımız en enerjik albüm. Ama bir süre sonra “Senior” adlı yeni bir albümümüz çıkacak. O pek öyle değil. Müziğimizin herhangi bir şekilde sınıflandırılmasına karşı değiliz. Ama doğrusu, şu ana kadar bunu başarabilen de olmadı...

Norveç’in kuzeyinde Tromso adlı kentte doğup büyüdünüz. Oradaki yaşam müziğinizi ne yönde etkiledi?
Çok geniş bir alanda çok az insanın yaşadığı bir yerdir Tromso. Ancak 50-60 bin insan vardır. Ama kişi başına düşen kilometre bakımından dünyanın en geniş üçüncü kentidir. Daha sonraki yıllarda Bergen’e taşındık. Orası daha Avrupai bir kent. Müzik yapmak ve yaratıcı etkinliklerde bulunmak için çok daha uygun bir yer. Ama orası da kalabalık değil. Aslında İstanbul’u gördükten sonra hiçbir yer için kalabalık diyemem...

“Junior”ın çok iyimser bir havası var. İlk single “Happy Up Here”i “küresel depresyonu sona erdirmek adına yapılan ufak bir çaba” olarak tanımlıyorsunuz. Norveç, kişi başına düşen en yüksek gelire sahip ülkeler arasında ikinci. Kriz orada nasıl hissedildi?
Biz Bergen’da yaşadığımız için şanslıyız. Çünkü küresel depresyondan etkilendiğimizi söyleyemem, ama İngiltere’ye sık gidip geldiğimiz için orada olanları biliyoruz. Bunları bilmesek, farklı bir yaklaşımımız olabilirdi.

“JUNIOR"I DİNLEME FORMÜLÜ

Bazı müzisyenler albüm yapma sürecinde kendi içine kapanır. Siz bu süreçte dış dünyayla ne kadar ilgilisiniz?
Ben ilham almak için sürekli çevreme bakarım. Şu anda burada olmak bile benim için bir esin kaynağı. Sokakta yürürken kalabalığın içinde gördüğüm bir gülümseme de etkileyebilir beni. Her şey, insanda farklı bir duygu yaratabiliyor. O nedenle devamlı gözlem yapıyorum.

Öyleyse, İstanbul’a geldiğiniz andan itibaren dikkatinizi çeken ilk şey oldu?
Beni şaşırtan ilk şey vize oldu. Ülkeye giriş yapabilmek için 15 Euro ödedik. Bu daha önce hiç başıma gelmemişti. Ama burada olmaktan dolayı çok heyecanlıyız. Etrafı görmek için henüz pek vaktimiz olmadı. Fakat bir süre kalıp müzik yapmak için iyi bir yer olduğunu hissediyorum.

Bazı albümler bazı ortamlarda dinlemeye daha uygundur. Kimisi yol albümüdür, kimisi gece dinlenince daha güzel olur. Siz “Junior”ı en çok hangi atmosfere uygun buluyorsunuz?
Bence en iyisi bir güne yayarak dinlemek. Örneğin, sabah uyanıyorsunuz ve yorgunsunuz. Ama mecburen kalkıp duş alıyorsunuz, kulaklıklarınızı takıp işe gitmek için evden çıkıyorsunuz ve güne “Happy Up Here” ile başlıyorsunuz. Sonra otobüse biniyorsunuz ve pek de rahat değilsiniz. Enerjiye ihtiyacınız olduğu sırada “The Girl And The Robot”u dinliyorsunuz. İşe vardığınızda, rahatlamanız lazım; sırada “Vision One” var. Gerisi iş çıkışına kalır. Eve dönerken arabanızda ya da trendesiniz. O atmosfere tam uyansa, “This Must Be It” adlı şarkı. Yemekten sonra Türk kahvesi içerken “Röyksopp Forever” gelir mutlaka. Bundan sonrasında duş sırasında tercihe göre geri kalanlardan birkaç şarkı seçilir ve son şarkı da vücut losyonu sürerken dinlenir. Bence önemli olan, duygusal etki bakımından, aynı şarkıda farklı işler yapmamak!

Sizi elektronik müziğe böyle tutkuyla bağlayan tek bir albüm adı var mı?
Var. Kraftwerk’ün Autobahn adlı albümünün B-Side’ı.

21 Haziran 2009 Pazar

Geçmişin Bilgeliği Çağdaşla Buluşunca...


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 20 Haziran 2009

Hafta başında Açıkhava Tiyatrosu’nda Kodo’yu izledik. İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın organize ettiği etkinlik, topluluğun ülkemizi ikinci ziyaretiydi. Sergiledikleri performans, insanoğlunun yeteneklerinin sınırını nasıl zorlayabileceğinin kanıtı...

Başarılarının sırrı, Taiko adlı geleneksel Japon davullarını kullanarak, Japon gösteri sanatlarına farklı yorumlar getirmeleri. Bunu yapabilmek için, kendilerine ayrı bir yaşam tarzı seçmişler. Turnelerden arta kalan zamanlarını, Japon Denizi’ndeki Sado Adası’nda bulunan merkezlerinde geçiriyorlar.

Kodo’yu 11 yıl sonra yeniden izlemek, olağanüstü bir deneyimdi. Japonca'da "kalp atışı" anlamına gelen Kodo sözcüğünün hakkını verdiler ve yine herkesin kalp atışını hızlandırdılar... Topluluğun Sanat Yönetmeni Jun Akimoto ile Açıkhava Tiyatrosu’nda gösteriden önce buluşup konuşma fırsatı bulduk.

Yeni performasınızın adı “Ekkyo: Trans-border”. Bu gösterinin mesajı ne?
Ekkyo, sınır ötesi anlamına geliyor. Amacımız, sınır ötesindeki dostlarımıza ulaşmak. Ama bir bütün olmalıyız demek istemiyoruz. Farklı kültür ve dilden insanları tanıyıp onlara kendi kültürümüzü yansıtmayı istiyoruz. Kuruluşumuzdan bu yana yapmaya çalıştığımız bu. Turlarımızın adı da bu nedenle “One Earth” (Tek Dünya).

Grupta hem kadın hem de erkek sanatçılar yer alıyor. Kadınlar ve erkekler davul çalma ve yaratıcılık açısından nasıl farklılaşıyor?
Elbette farklı fiziksel yapıları var. Biyolojik olarak güç ve dayanıklılıkları farklı. Fakat yine de kişiden kişiye göre değişen bir durum bu. Kodo’da toplam 25 performansçı var, ama bu gösteride 10’u erkek olmak üzere 14 üyemiz yer alıyor. Kadın üyelerimiz daha duyarlı, fakat 400 kg’lık en büyük davulu çalmak için fiziksel yapıları elverişli değil. Yine de bazen kimi kadın performansçılar diğerlerine göre daha güçlü olabiliyor.

TAIKO, YALNIZCA PERKÜSYON ÇALMAK DEĞİL

Taiko’nun dayandığı felsefe nedir?
Taiko, yalnızca perküsyon çalmakla ilgili değil; Japon kültüründe Budizm ve Şintoizm ile bağlantılı olarak gelişmiştir. Taiko, orijinal olarak Çin’de Budizm ile doğdu. Bu enstrümanın performans sanatlarında kullanılışı, ancak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra oldu. Gerçekte bu enstrüman, insanı doğayla ve sanatla buluşturan bir araçtı. Kullandığımız davulların her biri tek bir ağaç parçasından yapılıyor. Bizde hep anlatılan bir hikaye vardır; davula ne kadar güçlü vurursanız, içindeki tanrılar o kadar memnun olur derler.

Geleneksel Japon performans sanatına yeni yorumlar getirip, eski sesleri modernle birleştiriyorunuz. Bu durumda ortaya çıkanı “fusion” olarak görmek olanaklı mı?
Biz onu “fusion” olarak adlandırmıyoruz. Bu daha çok bir buluşma. Çünkü orijinal olanı değiştirmek istemiyoruz; onun üzerine yeni düzenleme yapıyoruz. Ve bunu yaptığımız zaman da, yerel halktan izin alıyoruz. Yapılan radikal bir değişiklik değildir. Çağdaş olanı yakalamak istiyoruz ama kökleri de koruyoruz.

1971’de kurulan Kodo topluluğu, Japonya’da geleneksele dönüşü savunan bir hareketin parçasıydı. Burada bir karşıtlık var mı sizce?
Belli bir denge kurmak zor olabilir ama bizim içimizde bir karşıtlık yok... Yapmak istediğimiz, geleneksel hayata dönmek değil. O dönemin kültüründen çok şey öğrendik ve onları günümüze taşıdık. Bugün artık modern hayata direnerek yaşayamayız. Yapmamız gereken, geçmişten gelen bilgeliği çağdaş yaşama aktarmak...

“ÖNCE CHOPSTICK YAPMAYI ÖĞRENİRİZ.”

Sado Adası çok güzel ve huzurlu bir yere benziyor. Ama adanın geçmişte entelektüellerin sürgüne yollandığı bir yer olduğunu biliyoruz. Bugün adadaki kültürel atmosfer nasıl?
Ada günümüzde oldukça huzurlu gerçekten. Toplam 60 bin kadar insan yaşıyor orada. Ana geçim kaynakları turizm, balıkçılık ve tarım. Fakat dediğiniz gibi, 400 yıl önce büyük trajedilere sahne olmuş, birçok ünlü kişi, hatta imparator oraya sürgüne gönderilmiş. Ama bu insanlar, entelektüel ve politik açıdan çok bilgiliydi. Bu da, canlı bir kültürel ortamın doğmasına neden oldu. Ayrıca o dönemden sonra, adada altın madeni bulundu. Bugün Japonya’da üretilen altınların yüzde 90’ı bu adadan çıkıyor. Aslında oldukça ironik... Trajik olayların yaşandığı bir yerken, şimdi refah içinde...

Performansçıların yüzünde kimi zaman konsantrasyondan kaynaklanan inanılmaz bir ifade oluyor. Bir keresinde The Village Voice dergisi bunu “Perküsyoncu Kamikazeler” diyerek tanımlamıştı. Ne diyorsunuz buna?
Performans sırasında kendilerini tamamen yaptıkları işe adıyorlar. Bu nedenle, o büyük davulları çalanların yüzünde insan ötesi bir ifade vardır. Ama bunun yanı sıra, sahnede çok zarif bir şekilde dans eden sanatçılar da var. Bu incelikli yön ile doğa ötesi radikalizm arasında bir denge kurmaya çalışıyoruz. The Village Voice, o yorumu epey bir süre önce yapmıştı. İnsanların gösterilerden edindiği duygu, döneme göre değişiyor. Örneğin 10 yıl önce daha maskülen bir görüntüdeydik. Şimdi bu oran ancak yüzde 50...

Topluluğa katılmak isteyen stajyerler nasıl bir eğitim alıyor?
İki yıllık bir eğitimden geçiyorlar. Bu iki yıl süresince üç aşamalı sınav var. Onları da geçerlerse, sürekli üye olmadan önce bir yıl daha eğitim alıyorlar.

Japonya dışında bir ülkenin vatandaşı da başvurabilir mi?
Evet, 18 yaşını doldurmuş herkes başvurabilir. Yurtdışından başvuranlar oluyor ama bugüne kadar hiçbiri sürekli olarak kalamadı. Nedenini tam bilmiyorum...

Belki daha kolay bir yaşam tarzına alışmış oldukları içindir...
Ama bugünkü Japon gençliği de kolaya alışkın. Her istediklerini tek bir düğmeye basarak yapar hale geldiler... Oysa stajyerlerin eğitim gördüğü merkez, Sado Adası’nın merkezinden bile uzakta, bir dağın ortasında, terk edilmiş bir okul binasının içinde. 20 stajyer, iki yıl boyunca, oradan ayrılmadan birlikte yaşamak zorunda. Büyük bir soyutlanma... Batı ülkelerinden gelenler, iki yıl devam etmekte ve Japonca öğrenip kültüre adapte olmakta zorlanıyor.

Eğer ben bugün stajyerliğimin ilk gününde olsaydım, bana ilk tavsiyeniz ne olurdu?
Bu işe bağlılık göstermenizi öğütlerdim. Bir stajyer ilk günlerde çalışmak, ortalığı temizlemek, yemek pişirmek, tarlayı ekip biçmek zorunda. Üstelik, davul çalmadan önce ağaçtan kendisine chopstick yapmayı öğrenmesi gerek. İnsanın kendisine odaklanamayağı kadar meşgul olacağı bir dönem...

Placebo, Bu Kez İyimser


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 20 Haziran 2009

İngiliz alternatif rock grubu Placebo, 23 Haziran akşamı İstanbul'da konser verecek. BKM'nin organize ettiği etkinlik, grubun yeni albümü “Battle for the Sun”ın tanıtım turnesi kapsamında gerçekleşiyor. Turkcell Kuruçeşme Arena'daki konser, Placebo'nun İstanbul'daki 4. performansı olacak.

Ülkemize ilk olarak 2000 yılında gelmişti Placebo. O dönemde bir televizyon kanalında müzik programı hazırlıyordum. Grubun vokalisti ve şarkı yazarı Brian Molko ile o program için röportaj yapmıştık. Androjen görüntüsü, farklı ses rengi ve yazdığı iddialı şarkı sözleriyle rock müziğin en ilginç isimlerindendi. Röportaj sırasındaki çekingen hali hâlâ aklımda...

Placebo, o günden bu yana üç albüm daha çıkardı, 2007'de gruptan ayrılan Steve Hewitt’in yerini geçen yıl Steve Forrest aldı. Gazeteciler ise, Molko ve gitarist Stefan Olsdal’ın cinsel tercihleriyle uğraşmayı sürdürdü. Müzik dergilerindeki röportajlarda, Molko’ya, “Neden gözünüze kalem çekiyorsunuz?” türünden sorular sormaya devam ettiler...

Oysa kısacık bir araştırma yapsalar, o sorunun yanıtı, Molko’nun baskı dolu çocukluk yıllarında yatıyordu... Benim merak ettiklerim ise, her zaman albüm yaratım süreci ve onun sonunda ortaya çıkan müzik eseri ile ilgili oldu... Bu kez sorularımı, Placebo’nun kurucularından, İsveçli gitarist Stefan Olsdal’a yönelttim.

DAHA MUTLU YAŞAMA KARARLILIĞI

Bir süredir dünya turnesindesiniz. Nasıl gidiyor?
Çok iyi gidiyor. Dinleyicilerden yeni albüme çok iyi tepkiler alıyoruz.

Yeni albümünüzün adı (“Battle for the Sun”) iyimser bir havayı yansıtıyor. Fakat Placebo, özellikle belirgin bir romantizmi yansıtan karanlık şarkılarıyla ünlüdür. Bu isim bir değişikliğin işareti mi?
Albümün adına en son şarkılar arasında bir tematik bütünlük olup olmadığına bakarak karar veriyoruz. Bu albümü, önceki albümümüz "Meds"e bir reaksiyon olarak yaptık. Oldukça karanlık ve kasvetli bir albümdü o. Bu nedenle yeni çalışmamıza başlarken daha iyimser, renkli ve umutlu olsun istedik. “Battle for the Sun”, daha mutlu ve dengeli bir yaşam sürme konusundaki kararlılığa yapılan bir referans... Yani karanlığa karşı aydınlığı seçme, böylece sorunlu dönemi aşma ve kötülüklerden uzak durmak için her gün mücadele etme gerekliliğini anlatıyor!

Yeni bir albüme başlarken, sizin için çalışmayı yönlendiren en önemli etken ne?
Yeni albüm yapmak giderek zorlaşıyor. Şarkı yazmayı formüle etme rahatlığına kapılma tehlikesi her zaman için söz konusu. Bu yüzden kendimizi çok sert şekilde eleştirmeye çalışıyoruz. Hissettiğimiz tek baskı, kendimizden gelen baskı. Kendimiz dışında başka kimleri memnun edebileceğimizi gerçekten düşündüğümüzü pek sanmıyorum...

Virgin Records ile sözleşmeniz bittikten sonra çıkardığınız ilk albüm bu. Büyük bir plak şirketine bağlı olmadan kendi kendinizi finanse etmeniz, yaratım sürecini nasıl etkiledi?
Bu sayede özgür kaldık ve istediğimizi yaptık! Ayrıca ilk kez, kayıtları Avrupa dışında yaptık. Böylece evimizde olmanın rahatlığından uzaklaşsak da, başka işlerle ilgilenmediğimiz için kayıtlara odaklanmamız daha kolay oldu. Bunlara ek olarak, grubun içinde yakaladığımız yeni heyecan, bu albümün daha tutkulu, renkli ve olumlu olmasını sağladı. Müziğimize yeni katkılar da yaptık bu albümde... Bazı yeni nefesli aletler ve geri vokalde yer alan soul müzisyenleri gibi...

RÜYALAR GERÇEK OLUNCA...

Oscar Wilde’ın bir sözü var: “İki türlü trajedi vardır; istediğini elde edememek ve istediğini elde etmek.” Kendi başınıza yayımladığınız böyle bir albümden sonra, siz hangi hisler içindesiniz?
Şanslıyız ki, 1994’te bu grubu kurduğumuz günden beri Brian ve ben bazı şeyleri yaşayarak öğrendik. Şu anda hissettiğimiz şu: Sanki bir rüyayı gerçekleştirmeye çalışıyoruz ama farkına varıyoruz ki o rüya zaten gerçek! Hayatta neyin önemli olduğunu bulmakla ilgili bir durum... Bunun müziğe yansıması da, yola devam edip yeni kanallar bulmak oluyor...

Bu albüm, aynı zamanda yeni bateristiniz Steve Forrest ile kaydettiğiniz ilk çalışma. Forrest’ın gruba nasıl bir katkısı oldu?
Meds turnesinden bu yana, Placebo dünyasında bazı değişiklikler oldu. Artık grupta genç bir bateristimiz var. Steve’in aramıza katılışı, her şeyden önce gruba taze kan ve pozitif enerji getirdi.

Bu kez prodüktör Dave Bottrill ile çalıştınız. Albümü onunla yapmaya karar vermenizin en önemli nedeni neydi?
Kariyeri boyunca yaptıklarından (özellikle Tool ve Deus grupları ile çalışmalarından) ve aldığı Grammy ödüllerinden etkilendik. En iyi performansı ortaya koymamızı sağladı. İlk kez olarak prodüktörün de şarkılardaki düzenlemelere yardım etmesine izin verdik; ki bu çok hassas bir konu. Ama Dave, albüme yeni boyutlar kattı. Kendisine gerçekten müteşekkiriz.

Yıllar önce David Bowie, Placebo üyeleriyle bir söyleşi yapmıştı. O söyleşide şöyle diyordu Bowie: “Sahneye çıkıp beş bin kişinin önünde duran herkes biraz anormaldir.” Siz bugün o büyük kalabalıkların önüne çıktığınızda ne hissediyorsunuz?
Binlerce insandan oluşan kalabalıkların karşısında hâlâ çok heyecanlanıyoruz!

_

14 Haziran 2009 Pazar

2009 Yazının Albümünü Canlı Dinleyin


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 13 Haziran 2009



Her yazın bir favori albümü vardır. Bu yazınki de, Röyksopp’dan “Junior”. Dance-pop türünün Norveçli ikilisi, bu üçüncü albümüyle son aylarda adından çok söz ettiriyor.

Torbjorn Brundtland ve Svein Berge’den kurulu Röyksopp’u isim olarak tanımıyorsanız bile, büyük olasılıkla bugüne kadar müziklerini duymuşsunuzdur. Çünkü 2001 yılında yayımladıkları ilk albümleri “Melody A.M.”den bu yana, birçok şarkıları, reklam ve film müziği olarak kullanıldı.

Bunların içinde en ünlüsü, Apple firmasının Mac OS X Panther işletim sisteminin açılış müziği olarak kullanılan “Eple” adlı şarkıydı. Son albümlerinde yer alan “Happy Up Here”in giriş kısmını da, ülkemizde e2 kanalının reklamında duyuyoruz.

RÖYKSOPP, EFES ONE LOVE FESTIVAL’DA

Gelecek hafta sonunda santralistanbul’da düzenlenecek olan Efes One Love Festival’ın bu yılki konuk listesinde birçok ünlü grup ve müzisyen var. Bunların arasında en merakla bekleneni Röyksopp!

Yeni albümün tanıtım turnesine İstanbul’un da dahil edilmesi, güzel bir sürpriz oldu. İkili, festivalin ikinci günü olan 21 Haziran’da, Türkiye'deki ilk performansını gerçekleştirecek.

Müzikseverlerin Röyksopp’u heyecanla beklemesi boşuna değil. Çünkü son dönemin en neşe verici, en pozitif albümünü yapan bir grubu canlı dinleme olanağı bulacaklar. “Junior” albümünün hangi şarkısını dinlerseniz dinleyin, birden bir mutluluk hissi kaplıyor içinizi; nedensiz de olsa...

Grup, daha işin başında, "Junior"ı kaydederken “mutlu bir sound” yakalamayı hedeflemiş. Bunun ilk belirtisi, albümün en başında gösteriyor kendisini; açılışı yapan ilk şarkı “Happy Up Here”, gülme sesleri ile başlıyor.

Röyksopp elemanları bu parçayı, “Küresel depresyonu sona erdirme çabasına katkıda bulunmak adına ufak bir çaba” olarak tanımlıyor. Başarılı bir çaba olduğu kesin!


"ROBOT"A AŞIK OLAN KADIN

Albümden çıkan ikinci single “The Girl and the Robot” ise, 2009 yılının en iyi single’ı adaylarının en güçlüsü. Şarkı görünüşte bir kadının bir robota olan aşkını anlatıyor.

Fakat “robot” denilen, aslında modern dünyada sürekli işiyle ilgilenip kadını görmezden gelen bir erkek...Yalnızlıktan yılan kadın, karşılaştığı ilgisizlik ve sevgisizlik yüzünden, sonunda bir robota aşık olduğunu itiraf ediyor. İsveçli pop şarkıcısı Robyn’in muhteşem vokaliyle eşlik ettiği parça, tek kelimeyle kusursuz...

Robyn dışında albümde iki İsveçli, bir Norveçli konuk vokal daha yer alıyor: The Knife grubundan ve Fever Ray projesi ile tanıdığımız Karin Dreijer-Andersson, Lykke Li ve Anneli Drecker.

Karin’in seslendirdiği “Tricky Tricky”, albümün en gözde parçası. Electro-pop türündeki şarkı tekno ritimlerine de yer veren dinamik müziğiyle son dönemde dans pistlerinin vazgeçilmezi...

Karin’in vokalleri üstlendiği diğer parçanın adı “This Must Be It”. Disko müziğini andıran ve çok da çarpıcı olmayan bir melodinin üzerine Karin’in belirgin ve sert vokali bindirilmiş. Bazı kulaklara garip gelebilir ama asıl ilginç olan da bu gariplik...

Anneli Drecker'in yumuşak sesini üç şarkıda duyuyoruz. Ambient elektronika sınırlarında dolaşan “You Don’t Have A Clue”, oldukça romantik. Fransız elektronik müzik grubu Air’i hatırlatıyor ve ne kadar dinlerseniz dinleyin bıkmıyorsunuz.

Albümde ihmal edilemeyecek kadar iyi iki enstrümantal parçanın da olduğunu belirtmek gerek: “Röyksopp Forever” ve “Silver Cruiser”. Yaylıların dikkat çektiği iki parça da, şimdiden grubun klasikleri arasına girmiş durumda. Yıllar geçse de hiç eskimeyecek türden zamansız parçalar...

Bu kadar iyi bir albüm çıkaran Röyksopp, gerçekten yakın bir ilgiyi hak ediyor. İstanbul’daysanız ve olanağınız varsa, Efes One Love’da Röyksopp’u kaçırmayın. Kuşkusuz yazın en güzel konserlerinden birisi olacak.

7 Haziran 2009 Pazar

Morrissey'den Yine Sol Kroşe


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 6 Haziran 2009

Alternatif rock'ın şair müzisyeni Morrissey’in 5. stüdyo albümü “Southpaw Grammar”, yeniden düzenlenerek tekrar yayımlandı. 1995 yılında ilk çıktığında farklı tarzı nedeniyle tartışmalara neden olan albüm, özelikle "Boy racer" ve "Dagenham Dave" gibi şarkılarla büyük başarı yakalamıştı.

Albümün tekrar yayımlanmasının nedeni, müziğe yön veren ve gelecek kuşaklara kalacak önemli yapıtlar arasında yer alması. Sony Müzik tarafından başlatılan "Legacy Edition" adlı seriden çıkmasının nedeni de bu.

2009 versiyonu, 1995 tarihli albüme göre bazı farklılıklar gösteriyor. Orijinal albümün kapağında görülen efsanevi boksör Kenny Lane’in yerine, bu kez kapakta Morrissey'in, hayranlarının deyimiyle Moz'un, fotoğrafı var.

Bir diğer yenilik, Morrissey’in kaleme aldığı ve “kendi kendisiyle konuşma” olarak tanımladığı 20 sayfalık yazıyla sunulan albüm kitapçığı. Yeni fotoğraflarla süslenen bu yazı sayesinde, “Southpaw Grammar”ın kaydı sırasında yaşananları ve müzisyenler arasındaki gerilimleri, ilk ağızdan öğrenme olanağı buluyoruz. Üstelik Moz'un şarkı sözleri gibi, bu yazı da tahlil edilmesi gereken satırlarla, metafor ve ironilerle dolu...

Bana göre, Morrissey’in büyüleyici anlatımı bile bezenen bu kitapçık bile, yeni versiyonu almak için başlı başına bir neden. Ama albümün 15. yılını kutlamak için, sadece bunlarla yetinilmemiş. İçerikte de yenilikler yapılarak, 2009 baskısına daha önce yayınlanmamış dört şarkı eklenmiş: “Honey, you know where to find me”, “Fantastic bird”, “You should have been nice to me” ve “Nobody loves us” adlı şarkılar, Southpaw Grammar 2009’un sürprizleri...

DİNLEYİCİLERİ İKİYE BÖLEN ALBÜM

Dinleyicilerin ve eleştirmenlerin birbirinden çok farklı tepkiler gösterdiği albümler vardır; bazılarının çok beğendiğini, bazıları yerden yere vurur. “Southpaw Grammar” bu türe iyi bir örnek oluşturuyor.

Albüm ilk yayımlandığında, Moz hayranları ve eleştirmenler, birbirine taban tabana zıt görüşleri savunan iki kampa ayrılmıştı. İnsanların müziğe yaklaşımı öznel bir değerlendirmeyi gerektirdiğinden, herkesin zevki farklıdır ve bu da doğaldır. Ama yine de, bu albüme haksızlık yapıldığını düşündürecek bazı nedenler var...

Albümü beğenmeyenler, içinde 10 dakikayı aşan iki şarkı var diye, Moz’u kendi egosunu tatmin etmekle suçluyor. Bir şarkının 3-4 dakika ile sınırlandırılması, radyolarda çalınması ve pazarlama açısından gerekli olabilir. Ama uzun olması, o şarkının kötü olduğu anlamına gelmez.

Nitekim, Shostakovich’in 5. Senfonisi’nden sample kullanılan “The Teachers Are Afraid Of Pupils”, 11 dk. 20 sn. sürer ve albümün en güzel parçalarındandır; Pink Floyd’un ünlü şarkısı “Another Brick In the Wall”un öğretmenlerin bakış açısıyla yazılmış halidir bir bakıma...

6 dk. 54 sn. süren “The Operation” ise, baterist Spencer Cobrin’in 2.5 dakikayı bulan solosu ile başlar. Kimileri bunu gereksiz görüp eleştirir... Oysa o davul solo neler anlatır insana? Kişilik değişimine uğrayan eski sevgiliye duyulan öfkenin yansımasıdır o.

Bir grup da, şarkılardaki orkestrasyonu ve sert gitarların kullanıldığı bölümleri abartılı bulur. Çünkü Morrissey’in önceki albümlerinden farklı olarak ‘progresif rock’a kaydığını düşünürler.

Gerçekte, “Southpaw Grammar”ın genel havası, Moz’un o dönemde boks sporuna karşı duyduğu ilgiyi yansıtır. Albümün orijinal kapak fotoğrafı ve adı da bunu ortaya koyuyor. (“Southpaw” sözcüğü, İngilizce’de “solu güçlü boksör” anlamına geliyor. Southpaw Grammar’ın ne olduğunu da şarkı sözlerini duyunca anlıyorsunuz.)

BU ALBÜMLE ÖLÜMSÜZLEŞECEK...

Bu albümün, Morrissey’in önceki solo çalışmalarından farklı olması neden insanları o kadar rahatsız etti, neden müzik dergisi NME'nin hışmını çekti, bilmiyorum... Bir müzisyen hep birbirine benzeyen şarkılar yazmak zorunda mıdır? Öyleyse, bu yaratıcılığı öldürmez mi? Kulaklar sürekli aynı ritimleri mi duymak ister?

Acaba bu tepkilerin nedeni, Morrissey'in kendisinin de içinden çıktığı işçi sınıfının bakış açısını en çok yansıtan albümü olduğu için miydi? Sert gitarlara, insanın kalp ritmini hızlandıran davullara duyulan öfkenin nedeni bu muydu yoksa?...

Sonuçta bütün bu tartışmalar, albümün daha çok ilgi görmesine katkıda bulundu. Ama "Southpaw Grammar", bu kadar sansasyon yaratmamış olsaydı da, Morrissey için çok özeldi. Bunu, albüm kitapçığındaki şu sözlerinden de anlamak olanaklı: “Bu albüm insanların ilgisini çekmeye devam edecek mi? Yıllarca, günlerce, saatlerce mi sürecek bu ilgi, yoksa hiç mi ilgilenmeyecekler? Southpaw Grammar, ölüp ebediyete intikal ettiğimde bile beni hayata döndürecek ...

Moz’un The Smiths sonrası kariyerinin en başarılı çalışmalarından birisi "Southpaw Grammar"... Ve siz almaya hazırsanız, albümün vereceği çok şey var...

Translate