29 Kasım 2009 Pazar

Elektronik Müzikten Seçmeler


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/28 Kasım 2009

Bugün elektronik müzik dünyasına dalacağım.

Kim ne derse desin, bu türde birbirinden ilginç çalışmalar yapılıyor. Nedense Türkiye’de elektronik müziğe karşı küçümseyici bir yaklaşım söz konusudur. Rock müziğe olan sevgisini elektronik müziğe duyduğu nefretle açıklamayı tercih eden çok insan tanıyorum...

Oysa bana göre, iyi müzik akustik de olabilir elektronik de... Yapılış yöntemine değil, kulaklarınızın duyduğuna ve ruhunuzun hissettiğinize odaklanırsanız, hangi türde olursa olsun iyi müzik dinlemenin önünde bir engel yoktur...

MODERAT-MODERAT

2009’un en iyi elektronik müzik albümlerinden birini Moderat yaptı. Berlinli ikili Modeselektor ile Apparat diye bilinen Sascha Ring’in birleşmesinden oluşan bu üçlü, aslında 7 yıl kadar önce bir albüm denemesinde bulunmuş ama ortaya çıkan sonuç pek tatmin edici olmamıştı.

Çünkü Modeselektor’un müziğinde, IDM, hip-hop ve yoğun bas kullanımı dikkat çekiyor. Apparat ise, son yıllarda daha beat ağırlıklı müziğe yönelmesine karşın, duygu yüklü elektro pop ve ambient tarzının ustası.

Moderat üçlüsü bir şekilde bu yıl tekrar bir araya geldi ve yeni bir albüm ortaya çıktı. Bana göre, albümdeki “Rusty Nails”, yılın en iyi elektronik müzik parçası. Apparat’ın “Walls” adlı albümündeki şarkılara benziyor; ama bu şarkının farklılığı, Sascha Ring’in Thom Yorke’vari vokalini dubstep ritimleriyle mükemmel bir uyumla buluşturması.





TWINKRANES-SPEKTRUMTHEATRESNAKES

Dublin'de yaşayan üç müzisyenin kurduğu Twinkranes, son dönemde beni en çok heyecanlandıran gruplardan birisi. Dans müziğini enstrümanlarla canlı çalıp, işin içine dinamik rock soundunu da katan gruplardan hoşlanıyorsanız, Twinkranes'in bu garip isimli albümünü mutlaka dinleyin.

Grup elemanları, yaptıkları müzik üzerinde etkili olan isimleri Happy Mondays, Roxy Music, Brian Eno ve Cluster olarak sıralıyor. Bu bile onlara kayıtsız kalmamak için başlı başına bir neden...

Krautrock, psychedelic rock ve etkili bir synth kullanımını birleştirerek, Holy Fuck'ı anımsatan müthiş bir sound yaratmış Twinkranes. Myspace'e girip şarkılarını dinleyin, ne demek istediğimi anlayacaksınız.



DEADMAU5-FOR LACK OF A BETTER NAME

Son dönemde elektronik müziğin en parlak isimlerinden birisi Deadmau5. Asıl adı Joel Zimmerman olan bu Kanadalı genç DJ/prodüktör, yeni albümü "For Lack of a Better Name"i kısa bir süre önce yayınladı.

Armin Van Buuren, Tiesto, Pete Tong gibi önemli DJ ve prodüktörlerin beğeniyle söz ettiği Deadmau5, bu yıl da, İngiliz müzik dergisi DJ'in okuyucuları tarafından "En İyi 100 DJ" anketinde 6. seçildi.

Deadmau5’un çok iyi bir albüm yapacağını tahmin etmek için kahin olmaya gerek yoktu. Ama bu ikinci albüm beklentilerin de üzerine çıktı.

"For Lack of a Better Name", özellikle gotik elektro, drum & bass ve minimal trance türüne getirdiği yaratıcılıkla dikkat çekiyor. Uzun zamandır bu türde dinlediğim en iyi çalışma olduğunu söyleyebilirim. Fikir edinmek isterseniz, www.myspace.com/Deadmau5 adresine girip şarkılardan bazılarını dinleyebilirsiniz. Benim favorim “The 16th Hour”.






KRAFTWERK-THE MIX

Elektronik müziğin en büyük, en saygın gruplarından Kraftwerk’ün “The Mix” adlı albümü yeniden düzenlenmiş haliyle yayımladı.

Orijinali 1991’de çıkan The Mix, elektronik müzik dinleyicileri için paha biçilmez bir albümdü. Çünkü içinde Kraftwerk’ün o güne kadar yaptığı albümlerinde (74 tarihli Auobahn ile 86 tarihli Electric Cafe arasındaki dönem) yer alan en sevilen şarkıları vardı. Bu parçalar, grup, stüdyosunda analog teknolojiden dijitale geçtiği sırada yeniden kayıt edilmişti.

The Mix 2009’un farkı ise, orijinal albümdeki şarkıların 2000’lerin teknolojisiyle dijital olarak yeniden düzenlenmiş versiyonlarını içermesi. Kanımca, albüm Kraftwerk tarafından yeniden remikslenip yayımlansaydı çok daha ilginç olabilirdi...

Yine de bu yeni versiyon, orijinaline sahip olmayanlar için çok iyi bir fırsat. Dinledikçe hayranlığı daha da artıyor insanın; 1970’lerde zamanın çok ötesine geçen böyle bir müziği nasıl yapabilmiş Kraftwerk?

22 Kasım 2009 Pazar

Spotify, müzik endüstrisini kurtarır mı?


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/21 Kasım 2009

İnternet çağında MP3 dönemi yaşıyoruz. Ben, hâlâ CD’lere fiziksel olarak sahip olup arşivlemeyi sevsem de, şu bir gerçek ki, CD formatı öldü.

Artık insanlar albüm değil, tek tek şarkı alıyor; daha da kötüsü, almıyor yasadışı sitelerden indiriyor... Bu durumda Radiohead, Rush gibi kimi gruplar da bir daha albüm yapmayacaklarını, sadece şarkı yayınlayacaklarını açıklıyor...

Yasadışı paylaşım sitelerinden yediği darbeyle çöküşün eşiğine gelen müzik endüstrisini ne kurtatır? Bizde bu soruna çare olabilecek etkili bir yöntem henüz bulunamadı, ama dünya bugünlerde Spotify’ı konuşuyor.

iTunes’un kullanıma sunulduğu 2003’ten bu yana gündeme gelen en devrimci sistem olarak nitelenen Spotify, geçen yıl Martin Lorentzon ve Daniel Ek adlı iki İsveçli tarafından başlatıldı.

SİSTEM NASIL ÇALIŞIYOR?

Bilgisayar ve mobil cihazlarda müzik dinlenmesine olanak sağlayan sistem kısaca şöyle çalışıyor: İnternetten bedava Spotify uygulamasını bilgisayarınıza yüklüyorsunuz. İki tür üyelik var ve ikisi de sadece yüklenen uygulama ile birlikte çalışıyor:

1-Sistemi bilgisayarınızda kullanacaksanız stream (Wi-Fi ya da 3G üzerinden internet yayını) ücretsiz ve sınırsız. Ancak şarkı aralarına reklam alınıyor.

2-Eğer Spotify’ı cep telefonunuzda (3G'li olması gerek) kullanmak istiyorsanız, ayda yaklaşık 10 euro verip Premium uygulamasına abone oluyorsunuz. Üyelik ücretini ödemeyi keserseniz, sistem kullanılamıyor; ama tekrar ödemeye başlarsanız, şarkılar aynen telefonunuza geri geliyor.

Ayrıca, Premium üyeliğe geçenler, Spotify'ı internete bağlanmadan da bilgisayarda ve cep telefonunda kullanabiliyor. Offline mode denilen bu durumda, 3333 şarkı reklam yayını olmadan dinlenilebiliyor.

NEDEN TUTTU?

Bu sistemin arkasındaki düşünce şu: 20. yüzyıl satış mantığı değişti. Artık insanların önce parasını alıp sonra satış yapamazsınız. Çünkü ilk önce aldıkları hizmeti ya da ürünü denemeleri gerek. Bu nedenle, müziği internette stream formatında bedava dinlemelerine olanak sağlanmalı.

Bu stratejinin Spotify modelinde başarıyla uygulandığı görülüyor. Yapılan bir araştırmaya göre, bu sistemi kullanananların yüzde 80’i mobil modele yöneliyor. Artık hemen herkesin cep telefonu var ve çoğu kişi, ücretli de olsa, Spotify'ı cep telefonunda kullanmayı tercih ediyor.

Tüketicinin bu eğilimini iyi saptayan Spotify, sadece iPhone için değil, Android ve BlackBerry için de uygulamalar geliştirmiş. Yani tek bir yere bağlanmadan, herkesle çalışıyorlar.

Spotify'ın Avrupa'da başarılı olmasını sağlayan en önemli neden, plak şirketleri ile yayın hakları konusunda anlaşma sağlanması. Büyük plak şirketlerinin bu sistemden hoşlanmasının nedeni ise, Spotify hisselerinin yüzde 18’ini daha önceden satın almış olmaları...

Ancak Spotify'ın iki modeli de (bedava ve ücretli) şu anda İngiltere ve Kuzey Avrupa'da erişilebilir durumda olmasına karşın, henüz telif hakları sorunu çözülemediğinden Amerika'da görüşmeler sürüyor.

SPOTIFY, iTUNES'U ÖLDÜRÜR MÜ?

"Yasal Napster” olarak tanımlanan Spotify, yayın hakları konusundaki engelleri aşarsa, iTunes’un sonunu getirecek gibi gözüküyor. Çünkü iTunes’da CD fiyatına alıyorsunuz müziği. Oysa milyonlarca şarkının yer aldığı Spotify, ayda bir CD fiyatına binlerce şarkı dinleme olanağı sunuyor.

Sistemde parçaların kopyalanmasını ve paylaşımını engelleyen özellikler var; ancak kullanıcının istediğinde istediği şarkıya yüksek bit oranlarında ulaşabilmesi çok önemli. Böylece, cihazların belleğinde şarkı taşınmasına ve yasadışı MP3 indirilmesine de gerek kalmıyor.

Ülkemizde de bugüne kadar aylık üyelik üzerinden çalışan müzik siteleri denendi ama pek başarılı olmadı. Spotify ise, kullanıcılara mobil kullanımda kolaylıklar sunduğu için tercih ediliyor.

Sistemin şu anda Avrupa’da 8 milyon abonesinin bulunduğu bildiriliyor. 3G uygulamasının başlamasıyla, Spotify, gerçekten korsana karşı bir çare olabilir...

Ama şunu da belirtmek gerekir ki; bu sistemde bağımsızlara ve büyük plak şirketlerine farklı muamele söz konusu. Bağımsızlara ön ödeme yapılmıyor, stream başına sabit bir ödeme belirlenmiyor, sadece belli bir reklam geliri söz konusu oluyor. Ayrıca herhangi bir plak şirketiyle anlaşması olmayanlara sistemde yer verilmiyor. Dinleyici açısından en kötü yanı bu kanımca...

Sonuç olarak, bütün bu yenilikler, müziğin geleceğini çok etkileyecek. Çünkü eskiden, bir albüm satıldıktan sonra dinlenmese bile, bu plak şirketlerini ilgilendirmiyordu. Oysa Spotify gibi bir sistemde artık önemli olan, şarkının ne kadar dinlendiği... Asıl rekabet şimdi başlıyor!

15 Kasım 2009 Pazar

Kitapseverler İçin Müzik


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/14 Kasım 2009

Yazının başlığını radyo NPR'dan ödünç aldım. Fanfarlo adlı grubu çok iyi anlattığı için hoşuma gitti. Grubun ilk stüdyo albümünden söz etmeden önce bu tanımın nedenini açıklayayım...

Fanfarlo adını iki yıl önce tesadüfen duyduğumda, elbette aklıma hemen Baudelaire gelmişti. 19. yüzyılın ünlü Fransız şairi, “Les Fleurs du Mal”in yazarı, modernist estetiğin ve avangard sanatın öncüsü, asi ve kışkırtıcı yazılarıyla bir dönemin sembolü Baudelaire... Rimbaud’nun “Şairlerin Tanrısı”, Yahya Kemal’in “gelmiş geçmiş en büyük şair” diye tanımladığı Charles Baudelaire...

La Fanfarlo”, şairin 1877’de yazdığı bir romanın adı. Sevgilisi Jeanne Duval ile yaşadığı aşkı anlattığı bu kitap, Baudelaire’in kaleme aldığı tek kısa roman.

Fanfarlo üyesi İsveçli Simon Balthazar, grubu kurduğu sırada rastlamış bu kitaba. Romanın yazıldığı dönemden ve mekandan çok etkilendiği için de, gruba Fanfarlo adını vermiş.

1 DOLARA ALBÜM!

Londra’da yaşayan beş müzisyenden oluşan grubun ilk albümü “Reservoir”, birkaç ay önce yayımlandı. Çıktıktan hemen sonra da, albümün bir süre için 1 dolara indirilebileceği bildirildi. Öğrendiğime göre, ilk haftada 10 bin kişi indirmiş albümü. Ben de o şanslılardan biriyim!

Tabii bu durum, albüm, grup üyeleri tarafından bağımsız olarak yayımlandığı için mümkün olabildi. Çünkü hiçbir büyük plak şirketi yayımladığı bir albümü 1 dolara satmaz. İşin ilginci, Fanfarlo eğer büyük bir plak şirketine bağlı olsaydı, albüm başına kazanacağı para da bu kadar olurdu...

Fanfarlo’nun adına ikinci kez, David Bowie’nin The Sunday Times için yazdığı bir makalede rastladım. Grubun en önemli özelliğini şöyle açıklıyordu Bowie: Enfes bir melankoliyle bezeli ama aynı zamanda canlı ve neşeli bir müzik yaratabilme yeteneği...

Fanfarlo'nun bu becerisinin dayanakları belli: Baudelaire’in 19. yüzyıl Avrupası’nda, romantizm, sembolizm, gerçeküstücülük ve varoluşçuluk akımlarının başını çektiği dönem, grubun müziğinde bulmuş yansımasını...

EDEBİ REFERANSLAR SUNAN MİZAH

Ancak Fanfarlo’nun müziğinden yansıyan his, asla Karanlıklar Prensi denilen Baudelaire’in şiirleri kadar trajik değil; romantizmin getirdiği naif bir melankoli var olsa olsa... Hatta videolarına bakarsak, edebi referanslar sunan duyarlı bir mizahın izlerini sürmek de olanaklı.

Örneğin “You Are One of the Few Outsiders Who Really Understand Us” adlı ikinci single için çektikleri video, bir evin içinde oyuncak treni yakalamaya çalışan robotun hikayesini anlatıyor. Sonuçta tren camdan uçup giderken, robot arkasından bakakalıyor...

Kanımca, gerçeküstücü akımdan aldıkları ilham, Fanfarlo’nun müziğini ilginç yapan en önemli etkenlerden biri. Bunun en iyi örneği, 1950’lerde UFO hikayeleri ve kayıp uygarlıklarla ilgili kitaplarıyla ünlenen İngiliz araştırmacı yazar Harold T. Wilkins hakkındaki şarkı.

Bir diğeri ise, Finlandiya’daki bir göl çevresinde yaşayanların anlattığı hayalet hikayelerini konu alan “Ghosts”...

Fanfarlo'nun müziğini tanımlamak için, Arcade Fire’ın art-rock soundu ile Beirut’un pastoral folk müziğinin karışımı denilebilir. Müzikteki orkestrasyon ve adeta bir bando takımını andıran canlılık nedeniyle yerinde bir benzetme...

Ama bu bando havası, Fanfarlo’da onlar kadar ağır basmıyor. Belki bir istisna, Reservoir’ın açılış şarkısı “I’m a Pilot” olabilir. Bu parçadaki zil gibi çalan gitar soundunu elde etmek için, bulabildikleri bütün gitarları almışlar ve bir o kadar da müzisyeni bulup aynı anda aynı notaları çaldırmışlar.

Yazının sonunda diyeceğim şu: Fanfarlo, son yılların en iyi müzik yapan gruplarından birisi; onlara kulak verin. Üstelik, saygın müzik ve sanat dergisi The Ouietus, Fanfarlo’nun, gelecek birkaç yılı çok daha çekilir kılabileceği görüşünde... Benden söylemesi...

ROLL'A VEDA NOTU:
Roll dergisi bu kez gerçekten kapandı... Benim de zaman zaman katkıda bulunma zevkini yaşadığım çok iyi bir müzik dergisiydi. Bir avuç idealist müzik tutkunu, 13 yıl boyunca bağımsız bir yayıncılık örneği verdi. Bu ülkede güzel şeylerin de olabileceğine dair sembollerden biriydi benim için... Roll ekibine içten teşekkürler...

9 Kasım 2009 Pazartesi

Notalara Kişilik Veren Piyanist


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 8 Kasım 2009

Türkiye’nin önde gelen kültür platformlarından İş Sanat, 10. yıldönümünü görkemli bir programla kutluyor. 8 Kasım’da başlayan 2009-2010 sezonu, birçok önemli müzisyeni canlı dinleme olanağı sunuyor.

Kuşkusuz bunların en başında da, “Bad Henry” lakaplı caz piyanisti ve besteci Hank Jones var. 9 Kasım akşamı İş Sanat Kültür Merkezi’nin konuğu Hank Jones Trio!

Bu yıl 91 yaşına basan ünlü piyanist, yaklaşık 78 yıldır sahnede; hâlâ NYU ve Harvard gibi üniversitelerde caz dersleri veriyor. Geleneksel caz metotlarını "Bebop" ile buluşturan özgün çalış tarzı ve sofistike bir lirizm içeren besteleriyle, caz müziğinin yol göstericilerinden birisi Hank Jones.

Birçok müzisyenin cazdaki yeni akımları denemekten çekindiği bir dönemde, o, bunları kendi tarzını yaratmak için bir fırsat olarak gördü. Hiç yılmadan yıllarca çalıştı; emprovizasyon yeteneğini geliştirirken geleneksel cazın içinde kalmayı başardı.

Mississipi’de müziğin çok önemsendiği 10 çocuklu bir evde yetişmiş Hank Jones. Kilisede ilahiler okuyan babası, cazın kilisede icra edilmesine karşı olsa da, çocuklarına küçük yaşlarda piyano dersleri aldırmış. Sonuçta o evden Hank Jones’la birlikte iki büyük müzisyen daha çıkmış: John Coltrane ile yaptığı çalışmalarla tarihe geçen caz davulcusu Elvin Jones ve usta trompetçi Thad Jones.

13 yaşından itibaren yerel gruplarla birlikte sahneye çıkan Hank Jones, o günden bu yana, gelmiş geçmiş en büyük caz efsaneleriyle çaldı. Hemen akla gelenler, Louis Armstrong, Charlie Parker, Ella Fitzgerald, Miles Davis, Charlie Haden ve Coleman Hawkins...

Jones, hepsinden bir şeyler öğrenmiş, ama en çok “Bird” (Charlie Parker) ile çalmaktan heyecan duyduğunu da saklamıyor. Şarkıcılar içindeyse, “Ella en iyisiydi,” diyerek onu diğerlerinden ayırıyor.

Hank Jones’u diğerlerinden ayıransa, müziğe adadığı onca yılın ardından yitirmediği öğrenme isteği. Öğrenmenin sonu olmadığını, en iyi performansını henüz ortaya koymadığını söylüyor.

Duyduğum en iyi performans, Art Tatum’a aitti,” diyor ve en iyi olabilmek için insanın büyük bir ciddiyetle çalışması gerektiğini vurguluyor. Kendisi bugüne kadar yaptığı çalışmalardan mutlak bir tatmin duymasa da, başkalarını memnun etmek onu mutlu ediyor. Her gün yeniden aynı istekle piyanosunun başına geçmesini buna bağlıyor.

Yaşam Boyu Başarı dalında Grammy ile ödüllendirilen bir müzisyenin sözleri bunlar. Sanatı “dokunaklı, şiirsel ve kusursuz” sıfatları ile tanımlanan bir müzisyen böylesine alçakgönüllü olabiliyor.

Başkası olsa, “Marilyn Monroe J. F. Kennedy için ‘Happy Birthday Mr. President’ı söylerken ona eşlik ettim”, “Kariyerimde almadığım ödül kalmadı” ya da “The Ed Sullivan Show’da Frank Sinatra’ya eşlik ettim” diyerek kasılabilirdi. Oysa o, kendisini “Ben yaşadığım müzikal deneyimlerin bir sonucuyum sadece” diyerek tanımlıyor.

Caz tarihine altın harflerle yazılan sayısız albüm kaydeden bu kibar müzisyenin hayatında çarpıcı bir yan daha var: Hiçbir zaman bir “star” statüsünde ticari başarı kazanmadı Hank Jones. Alçakgönüllü ve dikkat çekmekten hoşlanmayan kişiliği nedendi belki de.

Ama yeteneği ve azmi sayesinde sanatında öyle bir noktaya geldi ki, yaptığı müziğin duyarlı kulakların dikkatini çekmemesi olanaklı değildi. “Bir piyanisti dinlediğinizde, her bir notanın kişiliği ve ruhu olmalı” diyor Hank Jones. Onun piyanosundan çıkan notalardaki ruh ve kişiliklerle yüz yüze tanışmak için belki de son şansımız bu konser...

7 Kasım 2009 Cumartesi

Alkışlar Piano Magic’e!


OKUYUCULARA NOT: Bugünkü Cumhuriyet Hafta Sonu'nda yayımlanan yazımda teknik bir hata olmuş ve yazıda geçen hiçbir "ş", "ğ" harfi ve kesme işareti basılmamış. Okunması çok güçleşmiş yazının... Nasıl olmuş bilmiyorum ama çok üzgünüm... Yazıyı bloga koyuyorum.

© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 7 Kasım 2009

2009 bitmedi ama ben bu yılın en iyi indie rock albümünü ilan ediyorum. Kalan 54 günde daha iyi bir albüm çıkmazsa; ki çıkacağına dair bir beklentim yok, benim bu kategori için adayım, "Ovations". Piano Magic, yeni yayımlanan bu albümüyle, adı gibi coşkulu bir alkışı hak ediyor.

Ülkemizde de yakından tanınan gruplardan biri Piano Magic. İki yıl önce Radar Live festivalinde verdikleri kısa konserle dinleyicileri büyülemişlerdi. Sonra Babylon’da dinledik onları.

Babylon’un 10. yıl kitabında, bazı kişilere o salonda görüp unutamadıkları konseri sormuşlar. Bana sorulsaydı, Piano Magic derdim. Müziklerinin yansıttığı içtenlikten çok etkileyiciydi. Aynı hissi “Ovations”ı dinlerken de hissettim.

Albüm, İngiltere’de tam bağımsız bir plak şirketinden çıktığı için ülkemizde satılmıyor. Make Mine Music adlı bu plak şirketinin sahibi sanatçıların kendisi. Herkes albümünün yapım masraflarını tümüyle kendisi karşılıyor ve elde edilen bütün geliri de kendisi alıyor. Tam bağımsız dememin nedeni bu.

Ancak albüm Türkiye’de satılmasa da, internet üzerinden CD ya da MP3 olarak almak olanaklı. Ben de öyle yaptım.

DEAD CAN DANCE ETKİSİ

Gelelim Ovations için neden bu yılın en iyi albümü dediğime... Piano Magic’in 10. stüdyo çalışması bu albüm ve bugüne kadar yayımladıklarının içinde en dinamik olanı. 80’lerin Manchester soundunu başarılı bir enstrümantasyonla günümüze taşımışlar. Bunu yaparken de, indie rock soundunu Ortadoğu ve Akdeniz ile buluşturmuşlar.

Bana birçok şarkıda Joy Division ve New Order’ı hatırlattı albüm. Zaman zaman Depeche Mode yansımaları da geldi kulağıma. Ama işin ilginci, albümü dinlerken sadece 80’lerin Manchester soundunu duymuyorsunuz; duyduğunuz şey, bir tür Joy Division ve Dead Can Dance bileşimi...

Bunun gerisindeki en önemli neden, bu albümde gruba katılan iki efsanevi müzisyen: Gotik çağın müziklerini günümüzün ritim ve perküsyon aletleriyle yeniden yorumlayan ünlü grup Dead Can Dance’den Peter Ulrich ve Brendan Perry.

Peter Ulrich’in perküsyondaki yeteneği ve Brendan Perry’nin hafızalarımızdan hiç çıkmayan sesi, albüme çok şey katmış. Santur, viyolonsel, çello, analog synth, gitar, piyano, darbuka, orkestra çanı, clave, bas ve davul, flamenko ile özdeşleşen el çırpmalarla birleşince ritmik ve canlı bir albüm çıkmış ortaya.

Brendan Perry'nin seslendirdiği iki şarkı, “You Never Loved This City” ve “The Nightmare Goes On”, özellikle Tindersticks sevenleri mest edebilecek türden çok etkileyici şarkılar. (Grubun Myspace sayfasında bu şarkıları dinleyebilirsiniz. www.myspace.com/lowbirthweight ) Perry, bu albüme katkıda bulunduğu için çok mutlu; uzun zamandır duyduğu en iyi müziği Piano Magic’in yaptığını söylüyor.

ATEİSTLERİN YÜRÜYÜŞÜ

Bir Piano Magic albümü, sözleri incelenmeden anlaşılmaz. Çünkü vokalist ve şarkı sözü yazarı Glen Johnson, günümüzün en şair ruhlu müzisyenlerinden birisidir. Yazdığı sözlere farklı anlamlar katıp düşündürür, sözcüklerle oynar, çeşitli metaforlar kullanır...

Bu albüm de yine melankolik ve nostaljik. Kendisiyle yaptığım bir röportajda, şarkı yazarken hayatının hayaletlerinden kurtulmaya çalıştığını söylemişti Johnson. O çabasına yine devam ediyor. Bu defa kurtulmaya çalıştıklarının arasında dinci yobazlar da var.

March of the Atheists” adlı şarkıda, “Senin inançlı olduğunu kabul edebilirim / Ama sen de benim öyle olmadığımı kabul etmelisin” diyor. El çırpmalar yaylılarla karışırken, “Kalbinde tanrı var ama ellerin kan içinde” diyerek, din adına yapılan savaşlara ağır eleştiriler getiriyor.

Albümdeki en dikkat çeken parça “The Faint Horizon”, hayatı yakalamaya çağırıyor insanları... Gençlik geleceği düşünerek, yaşlılık da gençliğe duyulan özlemle harcanıyor; sonunda da hayat ıskalanıyor diyor...

Synth ve gitarların baskın kullanıldığı “On Edge”, albümdeki en elektronik şarkı. Benim favorimi soracak olursanız, “The Blue Hour” derim. O kadar çok Joy Division’ı hatırlattı ki takılıp kaldım...

Albümde fark ettiğim bir değişikliği de söylemeden geçmeyeceğim. Bu defa yağmurdan hiç söz etmemiş Glen Johnson. Rüzgâr var, bulut var, deniz var ama yağmur yok... Oysa Piano Magic şarkılarında sık sık yağmur yağardı...

Bu arada, albüm kapağındaki resmi bulmak için grupla temas kurdum. Glen Johnson'ın kendisinden bir e-posta geldi. Şöyle diyor mesajında: “Belki yakında yine Türkiye’ye geliriz." Konser organizatörlerine hatırlatmak isterim; Piano Magic albüm tanıtımı için Avrupa turunda... İstanbul'da yine coşkulu bir şekilde alkışlayabilir miyiz onları?

5 Kasım 2009 Perşembe

Yazarların DJ’lik Macerası


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 5 Kasım 2009

Kültür Servisi Şefimiz Celal Üster, İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin kapanış partisi hakkında bir yazı yazmamı önerdiğinde eğlenceli olabileceğini düşündüm.

Beyoğlu’ndaki Ghetto adlı kulüpte yerli ve yabancı yazarlar DJ’lik yapacaktı. Profesyonel DJ olmadıklarından, scratching, mixing gibi yetenekleri de olmasa gerekti.

Kendilerine ayrılan 15-20 dk.’lık sürede sadece şarkı çalacaklarsa, seçimleri ilginç olabilirdi. O kadar kısa bir sürede, ya kendi oturma odalarında dinledikleri şarkıları çalacaklardı ya da profesyonel bir DJ gibi şarkı araştırması yapıp, gelenleri eğlendirme yolunu tercih edeceklerdi.

Gecenin sonunda durum şuydu: Biri hariç bütün yazarlar, birinci yolu seçti. O istisna yaratan kişi, Sloven yazar Andrej Blatnik’di. Bir Eddy Grant klasiği “Give Me Hope Jo’anna” ile başladığı setine aynı dinamizmle devam etti. Dans edenlerin sayısı aniden arttı, sonuçta en çok alkışı Blatnik aldı. Bir ara yanıma gelen yazarı kutlama olanağı da buldum. Meğer bir zamanlar bir punk grubunda bas çalıyormuş, birkaç sene öncesine kadar da profesyonel DJ’lik yapıyormuş.

Sanırım bir de hayal kırıklığı yaratanlardan söz etmek gerek... Aksi halde yazı eksik kalır. Bana göre bu konuda öncülük, yazar Berrin Karakaş’a aitti. Belli ki DJ’lik yaparken çok eğleniyordu ama aynı durum salondakiler için geçerli olamadı. “Derbeder oldum” bağrışları arasında performansını noktalarken, hakikaten dinleyiciler de derbeder olmuşa benziyordu.

Bulgar yazar Ludmila Filipova ise, en garip şarkı seçimleri konusunda herkesi geride bıraktı. 1970’lerde Eurovision’da Bulgaristan’ı temsil edebilecek türden şarkılar çaldı. “Maria” diye inleyen bir şarkıdan sonra, sırayı parti boyunca bir ikili halinde gezdiği Tuna Kiremitçi’ye bıraktı. Gecenin en muhteşem şarkı geçişi de o anda yaşandı. Setine U2’dan “In the Name of Love” ile başladı Kiremitçi. Bu sarsıcı değişim bende şöyle bir düşünce yarattı: Bir önceki set, o kadar kötüydü ki, ancak aşk adına çekilirdi...

Yekta Kopan ve Hakan Günday’ın seti sırasında Ghetto bir rock bara dönüştü. “L’ombelico del mondo” ile yaptıkları giriş, ortalığı hareketlendirmişti ama sonradan ağırlıklı bir şekilde Türkçe rock çalmaya başladılar. Ve bir de baktık ki, herkes kendini yanındakiyle sohbete vermiş...

Özellikle fotoğrafçıların beklediği DJ, “Olasılıksız” adlı kitabıyla satış rekorları kıran Amerikalı yazar Adam Fawer’dı. Öğrendiğime göre, diğer bütün yazarlar, çalacakları şarkıları önceden belirleyip yanlarında getirmiş. Fawer ise, Ghetto’nun arşivinde kayıtlı olanlar arasından seçim yapmış. Bunu duyunca, The Offspring’den “Pretty Fly for a White Guy”, Scorpions’dan “Rock You Like a Hurricane”i çalması şaşırtıcı olmadı...

Gece başladığında, 12 olmadan oyun havaları çalınacağına dair bir öngörüde bulunmuştum. Haklı çıktım. Gönül Kıvılcım ve İngiliz yazar Andrew Miller, DJ’lik yaparken aniden başladılar karşılıklı göbek atmaya...

Aslında anlatacak çok şey var ama fazla yerim yok. Sadece birkaç tespitle bitireceğim yazıyı:

1-Ortaya çıktı ki, yaşları 35-45 arasında değişen yazarlar, günümüz müziğini pek izlemiyor; bu nedenle de, gece sanki bir 80’ler ya da 90’lar partisi havasındaydı.

2-DJ’lik kolay iş değildir. Herkesin hoşlanabileceği şarkıları çalıp eğlendirmek asla göründüğü kadar basit değildir. Her şeyden önce iyi müzik bilgisi gerektirir.

3-Yazarların kitaplarını okuyun ama müzik zevklerine pek de güvenmeyin. Ancak hem müzisyen hem edebiyatçıysa, iş değişebilir.

1 Kasım 2009 Pazar

Brazzaville'den İstanbul Öyküleri


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 31 Ekim 2009

Türkiye’de önemli bir hayran kitlesine sahip gruplardan Brazzaville, geçtiğimiz hafta yeni bir albüm yayınladı. Doublemoon etiketiyle çıkan ve Türk müzisyenlerle kaydedilen albümün adı “Brazzaville in Istanbul”.

Kayıtları İstanbul, New York ve Barcelona’da yapılan bu çalışma, hem burdan hem uzaklardan sıcak bir modern esintiler yumağı...

Brazzaville, 5-6 Kasım’da Babylon’da iki konser verecek. Grubun kurucusu David Brown’a çok sevdiği İstanbul’u ve albüm yapım sürecini sordum...

Portecho ve Norrda’dan tanıdığımız Deniz Cuylan'ın yapımcılığını yaptığı bu albümde, eski ve yeni parçalarınızı Türk müzisyenlerle kaydettiniz. Nasıl bir araya geldiniz?

Deniz’le Bant dergisinden arkadaşım Aylin Güngör aracılığıyla tanıştım. Albüm fikri tamamen Deniz’e ait. Albümde çalan diğer Türk müzisyenler konusunu da Deniz’e bıraktım. Çünkü çok iyi müzisyenler tanıyor ve benim Türk müziği hakkındaki bilgim sınırlı. Kayıtların büyük bir bölümünü Ali Rıza Şahenk’in “The Fat Lab” adlı stüdyosunda yaptık.

BOĞAZ'LA EVLİ KIZIN ŞARKISI

Ünlü foto muhabiri Ara Güler, İstanbul’u şöyle tanımlıyor: “İstanbul, Jean Giraudoux’nun La Folle de Chaillot’sudur (Chaillot’daki Deli); ancak Roma, Bizans ve Osmanlı’da bulabileceğiniz türden çılgın bir kadın... O kadın artık yaşlansa da, giyim kuşamını asla ihmal etmez; daima mücevherlerini takar, parfümünü sıkar, süslü şapkalarını giyer. O çılgın kadın gibi, İstanbul’un herhangi bir yerine dokunun, karşınıza bir mücevher çıkar.” Siz İstanbul’a dokunduğunuzda ne hissediyorsunuz?

Bu çok güzel bir İstanbul tarifi! Kesinlikle katılıyorum. Ama şunu da eklerdim: Yaşlı kadın, modayı izlemeye çalışıp fazla genç işi şeyler de giydi. Alışveriş merkezleri ve gökdelenler gibi... Ben tarihi bir geçmişi olmayan bir yerde, Los Angeles’ta büyüdüm. Oranın 100 yıl önceki resmine bakın; göreceğiniz tek şey, birkaç evin yer aldığı boş tepelerdir. Benim gibi birisi için İstanbul inanılmaz. Sokaklarında dolaşıp kaybolmaya bayılıyorum.

“Bosphorus” adlı şarkıda, Boğaz’la evli bir kızdan söz ediyorsunuz. Bu şarkının gerisindeki hikâye ne?

2005’te İstanbul’a ilk kez Caz Festivali’ne geldiğimizde, Özgecan Tapa ile tanıştım. Festivale katılan gruplardan birine rehberlik yapıyordu. Dansçı olduğunu ve okumak için Almanya’ya gideceğini anlatmıştı. Orada yerleşip yerleşmeyeceğini sorduğumda, İstanbul’a daima geri döneceğini; çünkü Boğaz’la evli olduğunu söyledi. 16 yaşındayken bir gün vapurla karşıya geçiyormuş, bu kentle olan bağını hep korumak için yüzüğünü Boğaz’ın sularına bırakmış. Anlattıklarının saf güzelliği beni çok etkilemişti.

Taksim’in İstanbul’un en kalabalık ve gürültülü bölgesi olduğunu düşünürsek, “Taksim” adlı şarkının sakin havası oldukça şaşırtıcı...

Aslında şarkı, iki aylak sarhoşun bir plajda oturup hayatları hakkında konuşmalarını anlatıyor. O şarkının üzerinde çalışırken yine İstanbul’daydık. O sırada beni etkileyen bir olay oldu. Bir cumartesi sabaha karşı otele dönüyordum. O saatte Taksim, yalpalayarak yürüyen sarhoşlarla doluydu. Birden ezan sesi duyuldu. Bu ülkede yetişen biri için sıradan olduğunu biliyorum, ama sarhoşlarla ezan arasındaki zıtlık, benim için çok çarpıcıydı. Bununla şarkıdaki sarhoşlar arasında bir bağlantı kurdum. Plajda oturup hayatlarını nasıl berbat ettiklerini konuşuyorlar ama yine de güneşli bir günde paylaştıkları dostluğun belli bir güzelliği var...

“İLHAM DÜŞÜNEREK YAKALANMAZ”

Belli bir yere ait değilmiş gibi, her yerde kendinizi evde hissettiğinizi söylüyorsunuz. Bu duygunun kaynağı ne ve bir müzisyen için avantaj mı bu?

Annemin ciddi psikolojik rahatsızlıkları vardı. Bu his, bana çocukken kaldığım bir bakımevinde yerleşti. Daha sonra bir süre büyükannemle, birkaç yıl babamla, sonra da okul arkadaşlarımın evlerinde yaşadım. Los Angeles’ta yetiştiğim bölge ise, kültürel olarak çok karışıktı. Latinler, Asyalılar ve siyahlar çoğunluktaydı, beyazlar neredeyse yok gibiydi. Homojen bir toplumda yetişen birine kıyasla, benim farklı insanların yaşadığı yerlerde evimde gibi hissetmemin nedeni bu... Bence bu, her sanatçı bir avantaj. Eskiden halk şairleri, ozanlar da sürekli seyahat edip, duydukları öyküleri “yerleşik” kasabalılara anlatıyordu. Onlar da bu duyguyu hissediyordu sanıyorum.

İlham kaynağınızın peşine mi düşüyorsunuz, yoksa seyahat ederken o mu sizi buluyor?

Yaratıcılığa bir tür “gündüz düşü” yöntemiyle yaklaşıyorum. Rüzgarın beni istediği yere sürüklemesine izin veriyorum. Ne yapmam gerektiğine ilişkin fikirlerim oldukça sıradan; ama eğer olacakları akışına bırakırsam, daha ilginç yerlerde farklı insanlarla tanışabilirim. Aynı şey şarkı yazarken de geçerli. Elimde gitarla dış dünyaya bakıyorum. Yaratıcılığın asıl düşmanı düşünmek. Belli bir fikri geliştirmeye çalışıyorsanız, düşünmek elbette işe yarar; ama hiç kimsenin ilhamı düşünerek yakaladığını sanmıyorum.

Müziğinizi dinleyince, trajik hayatlar yaşamış kahramanlara ilgi duyduğunuzu seziyorum. Örneğin Jesse James gibi... Nedeni ne bunun?

Tarihsel olarak, trajedi, öykü anlatımı açısından çok önemli. O olmadan bir hikâyeye ilgi çekmek zor. Çok dengeli, normal insanları anlatan bir şarkı sıkıcı olabilir. Bana göre, bizi daha insani kılan şey hatalarımız... Ayrıca, hayatın en acı veren yönlerini tam olarak aktarabilmek, sadece müzik, edebiyat ve sanat yoluyla mümkün...

Translate