Peter Gabriel, yaklaşık yedi yıllık bir aradan sonra Bob Ezrin prodüktörlüğünde yeni bir albüm yayınladı. Ancak, progresif rock grubu Genesis’in vokalisti olarak ünlenen müzisyen, kendisi de iyi bir besteci olmasına karşın, bu defa da yeni şarkı yazmamış.
“Scratch My Back”, Gabriel’in en sevdiği sanatçıların şarkılarını yorumladığı bir cover albümü. Bu sanatçıların arasında, kendi döneminin devleri David Bowie, Paul Simon, Lou Reed, Randy Newman, Neil Young ve Talking Heads’le birlikte; günümüzden Radiohead, Arcade Fire, Bon Iver, Elbow, The Magnetic Fields ve Regina Spektor da yer alıyor.
"Scratch My Back", bir cover albümü olmakla birlikte, onu diğerlerinden ayıran bir özelliği var. Peter Gabriel, bu albümde şarkılarını söylediği her sanatçı ya da grubun, karşılık olarak onun şarkılarından birisini söylemesini talep ediyor. Böylece, ortaya çıkan çalışmalar, her ay iki şarkılık bir single olarak yayımlanacak.
Ardından hepsinin bir araya geldiği toplu bir albüm piyasaya çıkacak. O albümün adının ise, "I'll Scratch Yours" olacağı açıklandı. İlk başta pazarlama açısından akıllıca bir yöntem olarak görülse de, bence cover albüm anlayışına yeni bir boyut getirdiği için oldukça yaratıcı.
Albümün müzik açısından en dikkat çekici özelliği, şarkıların gitar ve bateriden arındırılarak, basit bir orkestral düzenlemeyle, bazen sadece bir piyano eşliğinde ve daha çok Peter Gabriel’in sesini ön plana çıkaracak şekilde yorumlanması. Belli ki, ünlü müzisyen, bir şarkıcı olarak farklı düzenlemelerle neler yapabileceğini görmek istemiş.
Albümde tek tek şarkılar bazında başarılı olanlar da ver olmayanlar da... Örneğin Talking Heads’den “Listening Wind”de funk havası bir kenara bırakılınca, şarkının sözleri daha belirgin hale gelmiş ve eski halinden daha dokunaklı bir melodi çıkmış ortaya.
Ama aynı şeyi her şarkı için söyleyemem. Orijinal “Heroes”u mükemmel kılan şey, Bowie’nin naif bir hayalciliği yansıtan yorumudur. Oysa Peter Gabriel’in "Heroes"u oldukça karamsar.
Ne kadar dinlesem de hakkında olumlu bir düşünce edinemediğim bir başka cover ise, Radiohead'in "Street Spirit" adlı şarkısı oldu.
Peter Gabriel, bu şarkı hakkında Thom Yorke'dan herhangi bir geri dönüşüm almamış. "Galiba pek hoşlanmadı benim yorumumdan," diyor Gabriel. Bana kalırsa, Thom da bu durumda böyle efsanevi bir sanatçıya ne diyeceğini bilememiş olabilir...
Albümdeki en dikkat çekici cover'lardan birisi "Flume". Bon Iver'in bu mükemmel şarkısı, Peter Gabriel'in albümünde de tartışmasız öne çıkıyor.
Sonuç olarak, Peter Gabriel'in aynı tondaki yorumunun biraz bıkkınlık yarattığını belirtmekle beraber, The Durutti Column ile yaptığı çalışmalardan tanıdığımız John Metcalfe’nin albümdeki düzenlemelerini başarılı bulduğumu söylemeliyim.
"Scratch My Back"de cover'lanan şarkı listesi şöyle:
1. Heroes (David Bowie) 2. The Boy in the Bubble (Paul Simon) 3. Mirror Ball (Elbow) 4. Flume (Bon Iver) 5. Listening Wind (David Byrne/Talking Heads) 6. The Power Of the Heart (Lou Reed) 7. My Body is a Cage (Arcade Fire) 8. The Book Of Love (The Magnetic Fields) 9. I Think It's Going To Rain Today (Randy Newman) 10. Apres Moi (Regina Spektor) 11. Philadelphia (Neil Young) 12. Street Spirit (Fade Out) (Radiohead)
Albümü dinlemek ve "Flume"ü yasal olarak ücretsiz indirmek için buraya tıklayın. buraya tıklayın.
Gitar/bas/bateri formülünün dışına çıkarak farklı bir enstrümantasyona yönelen indie grupları seviyor musunuz?
Sürekli aynı isimleri pompalayan ana akım medyanın hiç lafını bile etmediği, ama gerçekte günümüzün en güzel albümlerini yapan grupları merak ediyor musunuz?
“Evet” diyorsanız, bir önerim var: Efterklang’ın yeni albümü “Magic Chairs”. 10 yıl önce kurulan Danimarkalı bir deneysel pop grubu Efterklang.
Bugüne kadar yaptıkları çalışmalarda deneysel bir sound hakimdi; dinlerken müthiş zevk veren ama sonrasında fazla akılda kalmayan parçalar vardı o albümlerde. Çünkü şarkı yapısı tekrarlardan arındırılmıştı.
Ancak grup, bu defa daha melodik bir orkestral pop’a yönelmiş. Klasik müzik orkestrasyonu ile dikkat çekici melodiler arasında dengeli bir birliktelik yaratılmış.
Grubun böyle bir tercih yapmasında, geçen sene Danimarka Ulusal Oda Orkestrası ile gerçekleştirdikleri kaydın etkili olduğu anlaşılıyor. İkinci albümleri “Parades”i orkestra ile yorumladıkları bu kayıt, daha sonra “Performing Parades” adıyla 55 dakikalık bir canlı konser kaydı (CD ve DVD) formatında yayımlanmış ve çok beğenilmişti. (Bu DVD'den kayıtları izlemek isterseniz buraya tıklayın. )
“Magic Chairs”, dokunaklı yaylılar, piyano, trombon, flüt, ıslık ve el çırpmalarla bezeli, keyifli bir ses cümbüşü. Düzenlemelerdeki zenginlik, bazı şarkılarda koro desteği ile ayrıca güçlendirilmiş.
Doğa tarihçisi Charles Darwin’in “The Origin of Species” (Türlerin Kökeni) adlı eserinin 150. yıldönümüydü geçen sene. İnsanlık tarihine ışık tutan evrim teorisinin kurucusu, bu çerçevede çeşitli etkinliklerle anıldı.
Bunlar arasında dikkatimi özellikle bir performans çekti. Kopenhag’daki Royal Danish Theatre’da, konusunu evrim teorisinden alan “Tomorrow, In A Year” adlı bir elektro-opera sahneye kondu.
Danimarkalı performans grubu Hotel Pro Forma’nın sahnelediği operanın benim açımdan en ilgi çekici yanı, müzikleri ve librettoyu, İsveçli elektropop ikilisi The Knife’ın üstlenmesiydi.
İlk gösterimi Eylül 2009’da yapılan operayı sahnede izleme şansım olmadı, ancak müziklerini dinledim.
Gelecek ay albüm olarak da yayımlanacak bu çalışma, kanımca, şarkı yazımında 21. yüzyılda gelinen en yaratıcı noktadır. Evrende her şeyin nasıl birbiri ile ilişki içinde olduğu, müziğin asıl kaynağının doğadan geldiği, ancak bu kadar etkileyici bir albümle anlatılabilir!
The Knife’ı oluşturan Olof ve Karin Dreijer kardeşler, librettoyu Darwin’in metinlerinden yola çıkarak Berlinli prodüktör Mt. Sims ile yazmış. Müzikler de yine Mt. Sims ve Planningtorock ile birlikte yapılmış.
Bir operanın bir bilimsel teoriyi anlatması, ilk anda insana garip geliyor. Ancak müzikleri dinleyip. kimi zaman romantik ve nostaljik duygulara sürüklendiğinizde şaşırıyorsunuz. Bunun bir nedeni, The Knife’ın yer yer, Darwin’in özel yaşantısının izlerini de sürmesi.
Örneğin, “Annie’s Box” adlı parçanın esin kaynağı, Darwin’in 10 yaşında ölen kızı Annie’ye yazdığı mektuplar. Kemanın eşlik ettiği parçadan, doğal olarak, son derece hoş bir duygusallık yansıyor.
Toplam 92 dakikalık çalışma, temelde 3 bölüme ayrılıyor. 1. bölüm, Darwin’in Beagle adlı keşif gemisiyle dünya çevresinde 5 yıl boyunca yaptığı yolculuğu konu alıyor. Bu bölümde, doğa ile ilgili gözlemler, çok çarpıcı sesler ve melodilerle aktarılmış.
Albümün açılışını yapan “Epochs”, ne olduğu anlaşılmayan değişik seslerle başlıyor. Damlayan su taneleri, birtakım hışırtılar, gürlemeler, rüzgar...
Bütün bunlar, sonunda Kraftwerk’i andıran ritimlerle buluşuyor. Derin sessizliği bozan bu garip sesler, elbette evrenin doğuşunu betimliyor.
Olof Dreijer, bu olağanüstü sesleri elde etmek için uzun süre Amazon ormanlarında ve İzlanda’nın vahşi doğasında kayıtlar yapmış, hayvanların ve doğanın seslerini dinlemiş.
İlginç olansa, albümde onları doğrudan kullanmak yerine synthesizer ile taklit etmiş.
2. bölümde evrendeki her şeyin ufak parçalardan meydana geldiği, insanın da milyonlarca mikro organizmadan oluştuğu anlatılıyor. Albümün en güzel parçası da bu bölümde yer alıyor.
Yoğun bir şekilde perküsyonun kullanıldığı “Tumult”, ürkütücü bir sound yaratıp “Colouring of Pigeons”a enfes bir geçiş yapıyor.
Adını Darwin’in güvercinler üzerinde yaptığı çalışmalardan alan bu parça, operada sesle ilgili bütün unsurların, ilk kez bir araya geldiği mükemmel bir müzik şöleni. 11 dakika süren bu kısım, aslında evrendeki bütün varlıkların buluştuğu aşamayı simgeliyor.
3. bölüm ise, Darwin’in “Türlerin Kökeni”ni yayımlamasıyla son bulan 20 yıllık metodolojik çalışmayı aktarıyor.
Albümdeki bütün parçalardan söz etmek için yeterli yerim yok. Ancak birini anmadan geçemeyeceğim. “Variations of Birds”de bir türün nasıl öğrenip evrimleştiğini aktarmak için ilginç bir yöntem kullanılmış.
Tek bir notayla başlayan bir ses, synthesizer aracılığıyla farklı seslere dönüştürülüp, sonunda da o seslerden bir melodi oluşturulmuş.
"Tomorrow, In A Year”, her şeyin bir başka şeyden dönüşerek evrildiğini ve siz isteseniz de istemeseniz de, değişimin kaçınılmaz olduğunu anlatıyor. Ve Darwin’in gözünden evreni görmek için büyüleyici bir deneyim vaat ediyor.
İKSV’nin yeni konser mekanı Salon’a, ilk kez geçen cumartesi gecesi gittim. The Tiger Lillies grubunu dinleyeceğim için heyecanlıydım. Bu heyecanım, Deniz Palas’tan içeri girdiğim anda daha da arttı. Çünkü Salon’u gerçekten beğendim. O nedenle, konsere geçmeden önce biraz bundan söz etmek istiyorum.
Salon, alternatif konserler için ideal büyüklükte, ses sistemi, ışıklandırması ve havalandırması gayet iyi, sıcak ve modern bir mekan. Ama en önemlisi, en sevdiğim türden konserlere uygun bir yapısı var: Yani müzisyenle dinleyici arasındaki sınırı kaldırıp, ortak bir deneyimi birlikte yaratmalarına olanak sağlıyor.
İstanbul, güzel bir konser mekanı kazandı. Bengi Ünsal’ın yöneticiliğinde Salon’da unutulmaz konserlere tanık olacağımızdan hiç şüphem yok.
ACIDAN NEŞE ÇIKARANLAR
Gelelim The Tiger Lillies’e... Kurt Weil’ın alaycı ve kışkırtıcı müziğinden izler de var müziklerinde, Edith Piaf tarzı dramdan da... Kimi zaman Jacques Brel kadar dokunaklı, kimi zaman Balkan müzikleri kadar neşeli... Tarifi zor bir tür sokak operası bu!
Grubun kurucusu vokalist Martyn Jacques, müthiş yetenekli bir kastrato. Falsetto’dan Tom Waits benzeri çatallı bir sese yaptığı anlık geçişleri, aldığı opera eğitimine borçlu.
Yüzünde palyaçoları andıran bir makyaj var ama onlar gibi gülen bir ağzı yok; sanki şeytani bir palyaço gibi. Konser boyunca akordeon, gitar ya da piyano çaldığı anlarda, gergin, hüzünlü ve bazen de ürkütücü bir ifade var yüzünde...
Perküsyoncu Adrian Huge’u “davulun James Joyce’u” diye tanımlamış David Byrne. Bildiğiniz türden aletlerin yanı sıra, mutfak gereçleri ve çeşitli oyuncakları da vurmalı çalgı olarak kullanıyor.
Perküsyon setinin yanında kocaman bir bavul var. Arada bir ordan plastik bir oyuncak alıp, başlıyor önüne gelen yere vurmaya; oyuncak bir bebeği davul sopası yapıyor, yukardan sallandırılan tencerelere vuruyor. Hatta bir ara hızını alamayıp tüm seti vura vura darmadağın ediyor.
En ilginç gösterisini ise, M & M çikolatalarıyla yapıyor. Bir sandalyenin üstüne çıkıyor ve ağzına doldurduğu çikolataları teker teker düşürerek çalıyor zilleri...
Grubun üçüncü üyesi, kontrabas, teremini ve müzikal testerede harikalar yaratan Adrian Stout. Sadece aletleri çalmakla kalmayıp, zaman zaman da kabare türü gösterilere katılıyor. Örneğin ışıklı şeytan boynuzu takıyor kafasına, teremini çalarken yüzünün aldığı ifadeleri izlemek de ayrı bir zevk doğrusu.
Şarkılarında kırlarda koşan sarı saçlı kızlarla yakışıklı oğlanları anlatmıyor The Tiger Lillies. Onların kahramanları sokak kadınları, kaybedenler, serseriler, aykırı insanlar. Şiddet, karanlık, zalimlik var şarkılarında...
Peki, aslında insanın içini acıtan konulara konserde neden gülüyor insanlar? Çünkü The Tiger Lillies konserleri kara komedi filmi gibi; hayatın hoş olmayan ama bir o kadar da gerçek yönlerini, bir hiciv zenginliğiyle sunuyor.
Bir anlamda, kötülükleri ortaya dökerken, Brecht gibi, kapitalist toplumda insan onuruna yakışır bir biçimde yaşamanın olanaksızlığını sergiliyorlar.
Anlattıkları nahoş konular yüzünden onları kınayanlar da var; ama Martyn Jacques’ın buna verdiği yanıt kayda değer: “Lütfen, televizyon bizim herhangi bir şarkımızdan daha iğrenç bir halde!”
Sonunda yedi yıllık bekleyiş bitti ve trip-hop’ın dev ismi Massive Attack’ın yeni albümü “Heligoland”e kavuştuk.
90’larda “Blue Lines, “Protection” ve “Mezzanine” adlı unutulmaz albümlerle Bristol soundunu yaratan grubun, bundan sonra her yaptığı, o albümlerle kıyaslanır oldu. “Heligoland”e de o açıdan yaklaşırsanız, onlar kadar kusursuz olmadığını düşünebilirsiniz.
Ancak kanımca, grubun 2003 tarihli çalışması “100th Window”dan sonra “Heligoland”e giden çizgisi, hayli yukarı çıkmış durumda. "Mezzanine" ile kıyaslarsak, bu albümde daha yumuşak ve daha elektronik bir sound var.
En dikkat çeken bir diğer unsur, adeta bir yıldızlar geçidini andırırcasına, ünlü müzisyenlerle yapılan işbirliği. Bunun nedeni, aslında Massive Attack'ın üzerinde çalıştığı ve neredeyse tamamladığı yeni albümün YouTube'a sızdırılması oldu. Ama her şeyin sona erdiğini düşündükleri bir anda, diğer sanatçılarla yaptıkları işbirlikleriyle adeta yeniden doğdular. İlk olarak, Damon Albarn'la gerçekleştirdikleri kayıtta işlerin yolunda gitmesi, diğerlerinin de yolunu açtı ve Heligoland böylece ortaya çıktı.
Albüme prodüksiyonda Portishead’den Adrian Utley ve DFA’den Tim Goldsworthy’nin yanı sıra, vokallerde Elbow’dan Guy Garvey, Mazzy Star’dan Hope Sandoval, TV On the Radio’dan Tunde Adebimpe, İngiliz şarkıcı Martina Topley-Bird ve yukarda da belirttiğim gibi Damon Albarn katkıda bulunmuş.
Hope Sandoval’ın pürüzsüz sesiyle eşlik ettiği “Paradise Circus”, daha ilk dinleyişte insanı sürüklüyor. Ama işin doğrusu, hepsinin içinde en etkileyici vokal, yine grubun uzun süredir beraber çalıştığı Horace Andy. “Mezzanine”de “Angel” neyse, “Heligoland”de “Girl I Love You” da o...
Şu kesin ki, kimse, ürpertici vokallerle buluşan elektronikanın yarattığı melankoliyi, Massive Attack kadar seksi ve romantik hissettiremedi. Temmuz ayındaki İstanbul konseri öncesinde albümü şimdiden dinlemenizi öneririm.
"Splitting the Atom" adlı şarkıya çekilen video klibi izlemek için buraya tıklayın. Şarkının vokallerini Massive Attack elemanları Robert del Naja (3D) ve Grant Marshall (Daddy G) ile Horace Andy birlikte söylüyor.
Bu arada İngiliz gazetelerine albümle ilgili ilginç bir haber yansıdı. Grubun Heligoland'in tanıtımı için Londra metrosuna reklam vermesi yasaklanmış! Gerekçe de, kapak resminin graffitiye benzemesi. Kapak resmini Robert del Naja ve sanatçı Tom Hingston'ın tasarlandığını düşünürseniz, durum iyice tuhaf... Londra metrosunun yetkilileri, graffitiyi sokak sanatı olarak kabul etmiyorlar herhalde...
“Rap’in Büyükbabası” olarak efsaneleşen Gil Scott-Heron, 16 yıl aradan sonra “I’m New Here” adlı muhteşem bir albümle geri döndü.
61 yaşındaki ünlü müzisyen, Amerika’nın 20. yüzyılda yetiştirdiği en önemli kültürel figürlerden biri; aynı zamanda sevilen bir şair ve yazar.
Devrim, eşitlik, adalet gibi sosyal ve politik konuları işleyen şiirlerini, blues, hip-hop ve soul ile bütünleştirdiği şarkılarıyla, kendisinden sonra gelen müzisyenleri derinden etkilemiş bir isim.
Politik rap’in kurucusu olarak görülen sanatçı, bu albümde de ilginç temalar üzerinde duruyor. Ama sesi o kadar çarpıcı ki, ilk anda sadece ona odaklanıyorsunuz.
İnsan sesinin bütün enstrümanlardan daha etkili olduğunu kanıtlayan seslerden birisi onunki. Madde bağımlılığı nedeniyle hapiste geçirdiği yılların da etkisiyle, artık daha çatallı çıkan ama daha olgunlaşmış bir ses...
28 dakikalık albümde 4 cover şarkı, 4 tane yeni şiir ve şarkı aralarında sanatçının çeşitli yorumları yer alıyor. Cover’lardan birisi, Smog adıyla bilinen Amerikalı müzisyen Bill Callahan’ın folk türündeki parçası “I’m New Here”.
Gil Scott-Heron, bu şarkıda “Ne kadar yanlış yaparsan yap, her zaman geriye dönebilirsin” derken, sanki kendi hayatına atıf yapıyor gibi...
XL Recordings’in kurucusu Richard Russell’ın prodüktörlüğü üstlendiği albümün en güzel şarkılarından birisi, Güney’de yaşamanın zevkini anlatan “New York Is Killing Me”.
Ancak insanı tam 12’den vuran şarkı, Robert Johnson cover’ı “Me and the Devil”. Tek kelimeyle kusursuz bir yorum. (Albümün tümünü şu adresten dinleyebilirsiniz: http://gilscottheron.net )
"Me and the Devil" adlı şarkıya çekilen video klibi izlemenizi öneririm.
Gil Scott on MUZU (Yönetmenler Coodie & Chike ve Michael Sterling Eaton.) Klibi sonuna kadar izleyin. Şarkının bitiminde, Gil Scott-Heron'un okuduğu "Your Soul and Mine" adlı şiir yer alıyor.