© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 15 Şubat 2010
İKSV’nin yeni konser mekanı Salon’a, ilk kez geçen cumartesi gecesi gittim. The Tiger Lillies grubunu dinleyeceğim için heyecanlıydım. Bu heyecanım, Deniz Palas’tan içeri girdiğim anda daha da arttı. Çünkü Salon’u gerçekten beğendim. O nedenle, konsere geçmeden önce biraz bundan söz etmek istiyorum.
Salon, alternatif konserler için ideal büyüklükte, ses sistemi, ışıklandırması ve havalandırması gayet iyi, sıcak ve modern bir mekan. Ama en önemlisi, en sevdiğim türden konserlere uygun bir yapısı var: Yani müzisyenle dinleyici arasındaki sınırı kaldırıp, ortak bir deneyimi birlikte yaratmalarına olanak sağlıyor.
İstanbul, güzel bir konser mekanı kazandı. Bengi Ünsal’ın yöneticiliğinde Salon’da unutulmaz konserlere tanık olacağımızdan hiç şüphem yok.
ACIDAN NEŞE ÇIKARANLAR
Gelelim The Tiger Lillies’e... Kurt Weil’ın alaycı ve kışkırtıcı müziğinden izler de var müziklerinde, Edith Piaf tarzı dramdan da... Kimi zaman Jacques Brel kadar dokunaklı, kimi zaman Balkan müzikleri kadar neşeli... Tarifi zor bir tür sokak operası bu!
Grubun kurucusu vokalist Martyn Jacques, müthiş yetenekli bir kastrato. Falsetto’dan Tom Waits benzeri çatallı bir sese yaptığı anlık geçişleri, aldığı opera eğitimine borçlu.
Yüzünde palyaçoları andıran bir makyaj var ama onlar gibi gülen bir ağzı yok; sanki şeytani bir palyaço gibi. Konser boyunca akordeon, gitar ya da piyano çaldığı anlarda, gergin, hüzünlü ve bazen de ürkütücü bir ifade var yüzünde...
Perküsyoncu Adrian Huge’u “davulun James Joyce’u” diye tanımlamış David Byrne. Bildiğiniz türden aletlerin yanı sıra, mutfak gereçleri ve çeşitli oyuncakları da vurmalı çalgı olarak kullanıyor.
Perküsyon setinin yanında kocaman bir bavul var. Arada bir ordan plastik bir oyuncak alıp, başlıyor önüne gelen yere vurmaya; oyuncak bir bebeği davul sopası yapıyor, yukardan sallandırılan tencerelere vuruyor. Hatta bir ara hızını alamayıp tüm seti vura vura darmadağın ediyor.
En ilginç gösterisini ise, M & M çikolatalarıyla yapıyor. Bir sandalyenin üstüne çıkıyor ve ağzına doldurduğu çikolataları teker teker düşürerek çalıyor zilleri...
Grubun üçüncü üyesi, kontrabas, teremini ve müzikal testerede harikalar yaratan Adrian Stout. Sadece aletleri çalmakla kalmayıp, zaman zaman da kabare türü gösterilere katılıyor. Örneğin ışıklı şeytan boynuzu takıyor kafasına, teremini çalarken yüzünün aldığı ifadeleri izlemek de ayrı bir zevk doğrusu.
Şarkılarında kırlarda koşan sarı saçlı kızlarla yakışıklı oğlanları anlatmıyor The Tiger Lillies. Onların kahramanları sokak kadınları, kaybedenler, serseriler, aykırı insanlar. Şiddet, karanlık, zalimlik var şarkılarında...
Peki, aslında insanın içini acıtan konulara konserde neden gülüyor insanlar? Çünkü The Tiger Lillies konserleri kara komedi filmi gibi; hayatın hoş olmayan ama bir o kadar da gerçek yönlerini, bir hiciv zenginliğiyle sunuyor.
Bir anlamda, kötülükleri ortaya dökerken, Brecht gibi, kapitalist toplumda insan onuruna yakışır bir biçimde yaşamanın olanaksızlığını sergiliyorlar.
Anlattıkları nahoş konular yüzünden onları kınayanlar da var; ama Martyn Jacques’ın buna verdiği yanıt kayda değer: “Lütfen, televizyon bizim herhangi bir şarkımızdan daha iğrenç bir halde!”
Haksız mı?
-