© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 1 Mart 2010
Alternatif rock’ın en iyi gruplarından The Veils, hafta sonunda Babylon’da muhteşem bir konser verdi. Şarkı yazarı, gitarist ve vokalist Finn Andrews, aynı zamanda grubun kurucusu.
Ben The Veils'i ilk kez 2007 yılında New York'ta Bowery Ballroom'da canlı dinleme olanağı bulmuştum. Kanımca, o konserden daha güzeldi Babylon konseri. Finn, İstanbul'da daha rahat ve esprili gözüküyordu. Kendisi de sonuçtan memnun kalmış olmalı ki, İstanbul'u tur programlarına düzenli olarak dahil etmek istediklerini söyledi.
Konserin bence en güzel anları, grubun "Jesus for the Jugular" adlı olağanüstü şarkıyı çaldığı anlardı. O sırada sahneden dinleyiciye yansıyan enerjinin etkileyiciliğini, konserde olmayanlar için sözcüklerle anlatmamın yeterli olacağını sanmıyorum.
Grubun müziği ve özellikle Finn'in sahne performansı, öylesine yoğun bir içtenlik yansıtıyor ki, konser öncesinde yaptığım röportajda bunun kaynaklarını bulmaya çalıştım.
Şarkılarındaki karanlık havayı da sordum Finn’e; onu da cevapladı, sonra akşam konsere gelip gelmeyeceğimi sordu. Ve asıl yanıtı, bis için gitarını alıp tek başına sahneye çıktığında verdi. Televizyonda gördüğü Missy Elliott’tan esinlenerek disko havası yaratmayı denedi. Ancak buna hem kendi güldü hem de biz.
Röportaj sırasında Finn'in yanında basçı Sophia Burns de vardı ama o daha çok dinlemeyi tercih etti. Sanırım yorgun olduğundan... Yolculuk sırasında uyumuşlar aslında ama yorgun olduklarını söylediler. Çünkü sabah erken kalkmışlar ve uçaktan iner inmez de soluğu Babylon'da almışlar.
-Bugüne kadar üç albüm yaptınız. Size göre hangisinde hayata ve müziğe dair hislerinizi en iyi şekilde aktardınız?
-Benim için albüm yapma nedeni, daha iyiyi, daha güzeli bulmak. Aklınızdakine en yakın olanı buluncaya kadar devam ediyorsunuz. Ama o noktaya gelmediyseniz, albümlerin hepsinden gurur duysanız da, yapılması gereken bir şeyler kaldığını düşünüp devam ediyorsunuz. Ben de o noktaya gelmedim.
-Ama son albümünüz “Sun Gangs” için en iyisi dediğinizi biliyorum.
-O içinde bulunduğumuz döneme daha yakın. O nedenle kim olduğumuzu daha iyi anlatıyor. Bu aşamaya gelene kadar oldukça inişli çıkışlı yollardan geçtik. İlk albümü yaptığımda ortada belli bir grup bile yoktu; 17 yaşındaydım ve ne yaptığımı çok iyi bilmiyordum. Daha basit bir albümdü. Ama daha sonraki iki albümde gerçek bir grup vardı. Onlara daha yakınım.
-Şarkılarınızı yazarken belirleyici olan, sadece anlık duygularınız mı, yoksa daha teknik bir yöntemle zaman içinde mi gelişiyor?
-Daha çok kendiliğinden gelişiyor. Sonra birden farklı bir yola girdiğinizi hissediyorsunuz. Belirli bir planla olmuyor hiçbir şey. Aslında gizemli ve şaşırtıcı bir süreç ve ilginç olan da bu. Bir ara bu konuda bir teorim de vardı. En çok gurur duyduğum şarkıların, nasıl yazdığımı hatırlamadıklarım olduğunu fark etmiştim. Bir andaki duyguların şekil verdiği öylesine doğal şarkılar ki, başka insanlar hoşlanır mı diye endişe duymuyorsunuz.
-Şarkı sözleriniz melankolik ve sembolik anlamlarla yüklü. Bir kayıp ya da yokluk hissi seziliyor. Buna neden olan içsel bir tavır mı, yoksa yazma tarzınız mı böyle?
-Şarkıda ne söylenmesi gerektiğini önceden ne kadar az düşünürseniz, yani plan yapmazsanız, o kadar dürüst oluyorsunuz. O zaman gerçekten içinizden geçenler ortaya dökülüyor. Sanırım şarkı yazmamın en önemli nedeni bu...
-Neden genellikle hüzün insanları yaratıcılığa teşvik ederken, mutlu olduğunuzda yapmak istediğiniz son şey, elinize gitarı alıp bütün dünyaya bunu duyurmak oluyor?
-Ben de bugüne kadar hiç mutluluk şarkısı yazmadım... Yalnızlık insanları kendine yöneltip daha çok kendi duygularına yoğunlaştırıyor. Ama rock müzik öylesine büyük bir enerjiyle dolu ki, mutlaka öfke ya da hüzün ifade eden bir şarkı yazmanız şart değil. Bana göre tek başına sürekli hüznü yansıtan müzik de, mutluluğu abartan şarkılar kadar rahatsız edici. Bence müzisyenlerde bir espri, ironi yeteneği olmalı. Müzik de, aynı insanlar gibi duygusal karşıtlıkların karışımını sunmalı.
-Sizi New York’ta izlediğimde, konserlerin sizin için farklı bir duygusal deneyim olduğuna dair bir izlenim edindim. Doğru bir izlenim mi?
-Evet, doğru. Daha önce beni sahnede gören arkadaşlarımın konserden sonra gelip benim için endişelendiklerini söyledikleri çok oldu. Ama ben sahnedeyken, günün geri kalan kısmında olduğumdan çok daha mutlu ve özgürüm. Sahnedeki halim tamamen içgüdüsel, ancak dışardan neye benzediğini bilmiyorum.
-Çekingen bir insana benziyorsunuz ama sahnedeki duruşunuz oldukça güçlü. Şarkı söylemek sizi bir şekilde dönüştürüyor sanırım.
-Dönüştürdüğü kesin. Orada gerçek ben ortaya çıkıyor. Performansın nasıl yapılacağını önceden öğrenmediğiniz için, yenilikleri keşfettiğiniz bir süreç bu. İçinde başarısız anlar da var, gurur duyduklarınız da. Patti Smith’i izlediyseniz bilirsiniz; sadece kendisini değil, o anda orada olan herkesi dönüştüren, şamanistik bir performanstır o. Benim ulaşmak istediğim nokta da orası.
-Bir tür terapi etkisi de söz konusu mu?
-Evet, bu benim en büyük zevkim. Uzun süre turda olunca her akşam sahneye çıkıyor ve bir süre sonra arkada bıraktıklarınızdan kopuyorsunuz. Ama bu bana başka hiçbir şeyde bulamadığım bir keyif veriyor. Doğrusu, bizim gerçek anlamda ev yaşantımız yok...
-Hayatı yollarda geçen halk ozanları gibi...
-Aynen öyle. Sahnede olmak, ait olduğunuz bir toplumun içinde yer alma hissi veriyor. Sahne benim evim.