25 Temmuz 2010 Pazar

Vitrindeki Albümler 28:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 25 Temmuz 2010

COCOROSIE-Grey Oceans (Sub Pop Records)

“Freak folk” akımının belki de en garip grubu CocoRosie. Kurucuları, genç yaşta hayatları farklı yönlere gittiği için teması kaybeden ama yıllar sonra birbirlerini tekrar bulan Amerikalı iki kızkardeş. 2003 yılında Paris’te grubu kurup beraber müzik yapmaya başladılar.

İlk albümlerini çıkardıkları 2004’ten bu yana pop, folk, opera, elektronika, hip-hop, blues gibi birçok farklı türü karıştırıp tanımlanamayacak bir müzik yapıyorlar. Grubu 2007'de Radar Live'da da canlı dinleme olanağı bulmuş ve ses aksaklıklarına karşın performanslarını beğenmiştim.

Genel beğeni açısından fazla uçlarda yer aldıkları bir gerçek. Bu yıla kadar yayınladıkları üç albüm de, deneysel çalışmalara ilgi duyanlara hitap etti.

4. albüm “Grey Oceans” da yine uçlarda geziniyor ama belki de en melodik olanı. Yine de, albüm kapağında takma bıyık ve sakallarla görünen Bianca "Coco" ve Sierra "Rosie" Casady kardeşlerin türlü garipliklerine hazırlıklı olmak gerek... Çünkü albümdeki baskın ruhu, yine akustik ile elektronik sesleri çok özgün bir şekilde buluşturan bir deneysellik yönlendirmiş.

Ama şunu da belirtmek lazım ki, daha önce evlerinin banyosunda yaptıkları kayıtlara göre, bu defa prodüksiyon daha profesyonel. Bunda yetenekli caz piyanisti Gael Rakotondrabe ve Arjantinli davulcu Bolsa ile yaptıkları işbirliğinin de etkisi olsa gerek. Piyano ve klavyede rol üstlenen Rakotondrabe, albümdeki beş şarkının yazımına da katkıda bulunmuş.

Albümden yayımlanan ilk single "Lemonade"i dinler dinlemez beğendim. Bana kalırsa, prodüksiyonu TV on the Radio'nun gitaristi Dave Sitek ile yapılan bu şarkının ilk single olarak seçilmesi çok isabetli bir karar olmuş. Casady kardeşlerin çocukluk anılarından esinlendikleri parça, etkileyici melankolik sounduyla dikkat çekiyor.

Söz etmek istediğim bir diğer şarkı, dinleyeni alıp başka bir dünyaya sürükleyen "Gallows". Arka plandaki kuş ve gülme seslerine eşlik eden arp ve Bianca'nın büyüleyici ipeksi sesi, ancak çocuksu düşlerin soundtrack'i olabilecek güzellikte. Albümde tekrar tekrar dinlediğim şarkı bu oldu.

Elektronika, drum and bass, opera, mistik Doğu soundu ve çeşitli ses örneklerini, melankolik piyano ile birleştiren, müzikal açıdan karışık bir albüm Grey Oceans.

Bugüne kadar duyduğunuz hiçbir şeye benzemeyen şarkılar, çocukluk, hayaletler, pişmanlık ve ölüm gibi temaları işliyor.

Buna karşın vokaldeki ses ürpertici değil; aksine Bianca’nın Björk’ü andıran çocuksu sesiyle, masalsı ve hipnotik bir dünya kurulmuş. Opera eğitimi alan Sierra’nın geri vokaldeki falsettoları da, o yeni dünyanın bir başka boyutu. Bu iki ses arasındaki tezat, bazılarına uyumsuz gelebilir ama bence ilginç bir sound yakalanmış.

Ardı ardına birbirine benzeyen albümlerin çıktığı bir ortamda böylesine farklı bir çalışma hakkında son tahlilde şunu söyleyebilirim: Grey Oceans'da anlatılan masalın içine girip Casady'lerin rüyasını paylaşmak isterseniz, önce albümü birkaç kere sindire sindire dinlemeniz şart. Yazık ki o sabrı gösteremeyenler çok olacaktır biliyorum...


Albümden yayımlanan ilk single "Lemonade"in videosu:

CocoRosie - Lemonade from Souterrain Transmissions on Vimeo.



"Gallows" albümde en beğendiğim parçalardan birisi. Aşağıda bu şarkı kullanılarak yapılmış bir video var. Resmi video değil ama şarkıyı dinlemeniz için onu da ekliyorum.

Gallows / CocoRosie from Tara on Vimeo.





-

19 Temmuz 2010 Pazartesi

İstanbul Faithless'la "Bir" Oldu


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 19 Temmuz 2010

İstanbul, müzik açısından olağanüstü bir haftaya sahne oldu. Önce arka arkaya, Massive Attack, Tony Bennett ve Grace Jones’u dinledik; cumartesi akşamı da dans müziğinin en önemli gruplarından Faithless coşturdu kenti.

Ama ne coşma! Maçka Küçükçiftlik Park’ta grubun “Insomnia”, “God Is a DJ”, “Salva Mea” gibi unutulmaz hitlerinde 5000 kişinin dans ettiği kocaman bir partiye dönüştü konser.

Eski şarkıların yanı sıra Faithless’ın bu yıl çıkan ve İngiltere listelerine 1 numaradan giren “The Dance” albümünden de parçaları dinledik.

Grup, bu albümü dağıtmak için İngiltere’de WalMart benzeri market zinciri Tesco ile özel anlaşma yapınca çok eleştirilmişti. Yeni dans gruplarına karşı albüm satışında mücadele edebileceğine güvenmediğinden böyle bir anlaşma yaptığını söyleyenler oldu.

Ancak “Happy”, “Sun to Me”, “Feel Me Now”, “Crazy Bal’heads”, “Tweak Your Nipple” ve “Not Going Home”u canlı dinledikten sonra, tereddütsüz söyleyebilirim ki, Faithless uzun süre dans pistlerini dağıtır bu albümle.

Konserin kanıtladığı bir gerçek daha var. Yıllar geçse de, Faithless’ın performans kalitesi en yüksek noktada. Ses sistemi de iyi olunca, çok güzel bir konser gerçekleşti.

Grubun elemanlarından programcı Rollo, turnelere katılmadığı için yine yoktu ama Sister Bliss klavyede harikalar yarattı. Ayrıca, 2 perküsyoncu, 2 gitarist ve 2 geri vokalden oluşan 6 kişilik çok iyi bir ekip vardı sahnede.

İlginç olan, Faithless’ın gelir düzeyi ve kültür açısından toplumun çok farklı kesimlerine hitap ediyor olması. Konserde dinleyiciler arasındaki kaotik ortamda yine bunun izleri vardı. Ben Faithless konserlerinin bu kaotik olma halini çok seviyorum; 80’lerdeki rave partilerini anımsatıyor.

Ancak onlardan farklı olarak, saf bir hedonizmle değil; sosyal ve politik mesajlarıyla öne çıkıyor. Bunun ardındaki güç de, elbette grubun karizmatik vokalisti Maxi Jazz.

İnsanları politik şarkı sözleri olan parçalarda dans ettirmenin sırrını bulmuş o. Yazdığı derin sözleri öylesine etkili bir vokalle seslendiriyor ki, kalabalık üzerinde müthiş bir elektriklenme yaratıyor.

Sıradan bir rap vokalisti değil Maxi Jazz. İki yıl önce kendisiyle röportaj yaptığımda, şarkı sözleriyle, insanların kendi güçlerini keşfetmesine yardımcı olmaya çalıştığını söylemişti.

Bu hedefine yeni albümde de devam ediyor. “Herkeste bir cevher görüyorum. Zorluk kendi içindekini algılamakta” diyor “Tweak Your Nipple”da.

İstanbul’da dinleyicilerine bir kez daha “Kim olursanız olun, beyaz ya da siyah, Hıristiyan ya da Müslüman hepiniz bir olun” mesajını iletti Maxi Jazz.

Konserin sonunda “We Come 1”ı söylemeden önce herkesin işaret parmağını havaya kaldırmasını ve “one” derken tüm gücüyle bağırmasını istedi.

Amacı, farklılıkları bir yana bırakıp herkesi birlik olmaya davet etmekti.

Dinleyicilerin tümü uydu Maxi Jazz’ın isteğine; “Ben sol gözüm, sen sağ / Savaşmak delilik olmaz mı?” diye inledi Maçka.

Acaba Küçükçiftlik Parkı’nda eğlenen gençleri dejenere olmakla suçlayan politikacılar duymuş mudur bizi?

-

18 Temmuz 2010 Pazar

Vitrindeki Abümler 27: FUTURE ISLANDS - IN EVENING AIR


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 18 Temmuz 2010

FUTURE ISLANDS-In Evening Air (Thrill Jockey)

Post-punk ve new wave hayranı mısınız?

New Order’dan Peter Hook’u hatırlatan hipnotize edici bas soundunu seviyor musunuz?

Klavye ve synthleri öne çıkaran new wave ‘den hoşlanıyor musunuz?

Aşk acısını dans sounduyla bütünleştiren şarkılar ilginizi çekiyor mu?

Bu tür şarkıları olağanüstü bir vokaliste sahip bir gruptan dinlemek ister misiniz?

“Evet” diyorsanız, iyi bir önerim var. Hemen Baltimorelu Future Islands’ın yeni albümünü edinin.

Belki ilk dinlediğinizde “Buna benzer şeyler 25 yıl önce yapılmadı mı?” diyebilirsiniz.

Ama zaten günümüzün birçok akımı da o dönemden esinlenmiyor mu?

Önemli olan esin kaynaklarını başarıyla kullanıp yeniden dönüştürmek. Bana göre Future Islands bunu en iyi şekilde yapmış. Onlar müziklerini daha çok post-wave olarak tanımlıyorsa da, açık ki post-punk döneminden hissedilir şekilde etkilenmişler.

Diğer bir önemli bir esin kaynağı da David Bowie. “In Evening Air” adlı parçada bu oldukça belirgin.

Albümü adeta iki kısma ayıran bu kısa enstrümantal parça, bana Bowie’nin “Sunday” adlı şarkısının girişini çok anımsattı. Bir de tabii “Tin Man” isimli şarkı, doğrudan Bowie’ye bir atıf olsa gerek.

Bütün bunları kağıt üzerinde okumak, grup hakkında bir fikir vermiş olabilir. Ancak vokalist Samuel T. Herring’in sesinin etkileyiciliğini yazıyla anlatmaya olanak yok.

Ayrılık acısının verdiği öfkeyi sesine kusursuz yansıtabilen ender vokallerden birisi Herring. Benim gibi çarpıcı vokallerin peşine düşenlerdenseniz, grubun “An Apology” adlı şarkısını dinleyince bana hak vereceksiniz.


/AN APOLOGY/ from 521studies on Vimeo.


-

İstanbul’da Grace Jones Kasırgası


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 18 Temmuz 2010


Cuma akşamı İstanbul Caz Festivali’nde tarihi bir gün yaşandı. Açık Hava Tiyatrosu’nda pop müziğin ayrıksı divasının sergilediği müthiş performans, beklentilerin de üzerinde başarılıydı.

Biliyorduk; yıllardır duyduğumuz o güçlü kontralto sesiyle İstanbul’u inletecek diyorduk. İnternetten konser görüntülerini izlemiştik; benzersiz bir sahne şovu olacak diyorduk. İki yıldır “Hurricane” adlı son albümünü dinliyorduk; esip gürleyecek kentte tam bir kasırga gibi esecek diyorduk.

Hepsi oldu; ama karizmasının etkisiyle bu kadar çarpılacağımızı bilmiyorduk. Yarım saat gecikmeyle başlayan konserde sahneyi kaplayan siyah perde inip de asansörlü bir platform üzerinde Grace Jones gözüktüğünde, “Ve Tanrı kadını yarattı...” dedik.

Değil 62, 22 yaşındakileri bile ezip geçecek güzellikteki bedenini elbette saklama gereği duymamıştı. Siyah korse, tanga ve yüksek topuklu ayakkabılardan oluşan sahne kostümü, aslında oldukça minimalistti ama etkisi çok büyüktü.

Her şarkı arasında değiştirdiği aksesuvarları, maskeleri, özellikle gösterişli şapkaları ise, ancak onun takabileceği türden fantastik tasarımlardı.

Bunları yazarak Grace Jones’un dış görüntüsüne odaklanmak istemiyorum. Çünkü benim için o, görüntüsünden daha çok sesiyle önemli. Ama konser boyunca seksapeliyle dinleyicileri tam anlamıyla etkisi altına aldığını da belirtmem gerek.

İki saat süren konserde hem sevilen eski şarkılarından hem de “Hurricane”den toplam 13 şarkı seslendirdi disko kraliçesi.

Nightclubbing”le açtığı gecede sık sık Jamaikalı olduğunu söyledi. “Sizleri şimdi Jamaika’ya götüreceğim” diyerek “My Jamaican Guy”ı taşıdı İstanbul’a...

Demolition Man”de aldı eline kocaman zilleri kendisi çaldı.

Astor Piazzola’yı andığı “Libertango”yu döner platformlu bir striptiz direğinin üzerinde söyledi. Hayatımda gördüğüm en etkileyici sahnelerden birisiydi...

Bilinen eski şarkılarından “La Vie En Rose”, “Love Is the Drug”, “Pull Up to the Bumper” ve “Slave to the Rhythm”i de yorumladı.

Kimi zaman dansöz kıyafeti giyip belindeki zilleri şaklatarak söyledi, kimi zaman şarkı boyunca hiç düşürmeden hulahop çevirerek...

Bu kostüm değişikliklerini yapabilmesi için sahneye özel olarak bir soyunma odası kurulmuş. Her parçadan sonra ışıklar karardı ama biz Grace Jones’un sesini duymaya devam ettik. Espriler yaptı, şarkılar mırıldandı, hatta bir ara orgazm taklidi yaptı. Bizi bir an bile sesinden mahrum etmeden tamamladı konseri.

O yaygın arıza kadın imajının tam tersine çok sıcak bir tavır sergiledi. Bir zamanlar evlenip ayrıldığı Türk eşini hâlâ sevdiğini söyleyip samimi itiraflarda bulundu. “Türk erkekleri hep böyle kıskanç mıdır?” diye sordu.

Kanımca konserin en muhteşem anları sonuydu. Kafasında siyah bir şapka ve üzerinde siyah ipeksi bir pelerinle sahnedeki rüzgar pervanesinin karşısına geçti Grace Jones. “Hurricane” adlı şarkıyı dev bir kasırga ile savaşırcasına söyledi. Olağanüstü bir görsel ve işitsel şova tanık olduk. Dakikalarca ayakta alkışladık.

Alkışlar o kadar yoğundu ki, “Biliyorum, buraya daha önce gelmeliydim” dedi. O da bizi alkışladı. İstanbul’da tarihi bir akşamdı. Adeta başka bir gezegenden gelen kusursuz bir yaratığın şovu vardı.

_

15 Temmuz 2010 Perşembe

Bu Şarkılar Özgürlük İçin


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 15 Temmuz 2010

Massive Attack, İstanbul Kuruçeşme Arena’daki konserinde politik mesajlar verdi

Massive Attack, ülkemize kaçıncı kez gelmiş olursa olsun, her defasında büyük coşkuyla karşılanıyor. Salı akşamı “Heligoland” albümünün turnesi için verdikleri konser de aynı ilgiyi gördü.

Grup, 2008 konserinde olduğu gibi, bu kez de yine sahnedeki barkovizyondan demokrasi, insan hakları ve özgürlük üzerine mesajlarını Türkçe yazılarla aktardı dinleyicilere.

Guantanamo’daki işkenceler, medyadaki savaş destekçiliği, korku toplumunun dehşeti, hukukun ayaklar altına alınışı, çevre katliamı ve bütün bunlar olurken medyanın toplumu magazinle uyutuşu yansıdı ekrana...

İsrail de ağır eleştirilerden nasibini aldı. “Safe from Harm”ı “İsrail’in Mavi Marmara’da katlettiği Türkler için söylüyoruz” dediler. “Inertia Creeps”i esin kaynağı İstanbul için çaldılar ve bir kez daha gönülleri fethettiler.

Gelelim konserle ilgili gözlemlere...

"Heligoland" albümünde Massive Attack'la ilk kez çalışan İngiliz şarkıcı Martina Topley-Bird'ün çok güzel bir sesi var. Ancak grup sahneye çıkmadan önce yaklaşık 40 dakika boyunca tek başına çalması, bana göre, pek iyi bir fikir değildi. Çünkü oraya Massive Attack'ı dinleme beklentisiyle gelmiş kalabalığı tatmin edemedi. O nedenle de pek kimsenin umurunda olmadı Martina'nın seti. O sahnedeyken, en önde bile dinleyenlerin sayısı yok denecek kadar azdı. Belki başka bir grubun konseri öncesinde olsa daha fazla ilgi görebilirdi ama Massive Attack öncesinde değil...

Martina'nın Massive Attack'a eşlik ettiği anlardaki performansı ise, özellikle "Teardrop"da beni bir parça hayal kırıklığına uğrattı. Sound olarak dinlediğim en yalın (stripped-down) "Teardrop"du ve bu değişiklik melodiyi başka bir havaya sokmuştu. Ama hayal kırıklığımın tek nedeni bu da değildi; Martina'nın vokali, ne yazık ki orijinal versiyonda Elisabeth Fraser'ın ve önceki yıllardaki konserlerde Sarah Jay'in üstlendiği vokallerin yarattığı etkinin gerisinde kaldı...

59 yaşındaki Jamaikalı muhteşem şarkıcı Horace Andy'ye ise diyecek söz yok! "Angel" ile yine ateşe verdi ortalığı. Kanımca, canlı dinlenebilecek en iyi şarkılardan birisi bu. "Girl, I Love You"da da yine aynı başarıya tanık olduk. Horace Andy, kesinlikle Massive Attack'ın sahip olduğu en büyük güçlerden birisi.

Diğer kadın vokal Deborah Miller'ın sahnedeki duruşu ve olağanüstü sesiyle ayrı bir özellik kattığı "Unfinished Sympathy" ve "Safe from Harm"ı söylediği anlar, konserin en güzel anları arasındaydı. İlk olarak Shara Nelson'ın sesinden duyup sevdik bu şarkıyı ama Deborah Miller da kendi tarzını kabul ettirmekte hiç zorlanmadı. Miller'ın şarkıları söylerken elleriyle ve bedeniyle yaptığı hareketler, performansını daha da karizmatik bir hale soktu.

Kuruçeşme Arena'da ses limitinden doğan sorunlar vardı yine. Konseri en önden dinlememe karşın, doğrusu müziği doyarak hissedemedim. Oysa 2008'de Park Orman'daki konserde ortalarda bir yerden dinleyip çok daha fazla zevk almıştım. Bu ses sorununa mutlaka çözüm bulmak gerekiyor. Çünkü belli bir desibelin üzerine çıkamadığınızda, açık hava konserlerinin de etkisi azalıyor...

Ama yine de Massive Attack'ı dinlemek her zaman büyük zevk. Özellikle unutamadığım anlar, "Angel", "Safe from Harm", "Mezzanine", "United Snakes", "Future Proof" ve "Unfinished Sympathy"nin İstanbul Boğazı'nda yankılandığı dakikalardı...

Konserden önce bu kez gruptan Daddy G ile konuşma olanağı buldum. Geçen defa 3D ile röportaj yaptığımda canayakınlığına ve konuşkanlığına şaşırmıştım. Aynı gözlemim Daddy G için de geçerli oldu. Yalnız onun bir farkı, soruları yanıtlamaya başladıktan sonra sürekli kendini kaptırıp başka konulara dalması ve sonra da "Soru neydi?" demesi. 3D, çok daha bütünlüklü bir şekilde ve odaklanarak konuşuyor.

Ne kadar süredir turdasınız?
İngiltere’deki konserlerden bu yana sürüyor. Eylül’de bir yıl olacak ve sonra bir süre daha devam edecek gibi gözüküyor. Toplam 18 ay olacak sanırım.

Çok uzun zaman... Nasıl geçiyor?
İyi gidiyor ama doğrusu neler olup bittiğini de tam hatırlamıyorum. Geceleri genellikle sarhoş bir halde geçiriyoruz çünkü... Bir de turdayken zaman kavramınızı yitiriyorsunuz. Bir gün bir ülkede ertesi gün başka bir ülkedesiniz, kıtalar arasında dünyanın her tarafında durmadan seyahat ediyorsunuz. Bu durumu ancak zaman kavramından biraz uzaklaşarak aşabiliyorsunuz.

“Heligoland, bugüne kadar yaptığınız albümler içinde sound olarak en organik olanı. Bunu kayda başlamadan önce amaçlamış mıydınız?
Evet, öyle denebilir. Biraz geriye dönüp daha organik bir sound yakalamak istedik. “Blue Lines”ın izinden gitti bu albüm de. Biliyorsunuz, “100th Window” çok daha elektronikti. Bu son albümde bunu azaltmayı hedefledik. Çünkü albüme katkıda bulunacak arkadaşlarımızı da işin içine katmak, onlarla birlikte yapmak istedik albümü. Bu da bir nedendi tabii...

Bu albümde birçok önemli vokalle çalışmanızın özel bir nedeni var mı?
Bu, Massive Attack’ın tercih ettiği bir çalışma yöntemi genelde; farklı sesleri albümlerimize taşımayı seviyoruz ama istemediğimiz kimseyle de çalışmıyoruz. “Heligoland”, biraz aile içinde yapılmış gibi oldu. Çünkü dostlarımızla çalıştık. 3D ve Guy Garvey tanışıyorlardı zaten, Damon iyi bir dostumuz. Önceden tanıdığımız insanlarla çalışmak bizim için çok rahatlatıcı. O nedenle tercih ediyoruz.

(Tam bu sırada Daddy G’nin cep telefonu çaldı. Otel lobilerinde çalan demode müzikleri andıran bir melodi yayıldı telefondan. Bir an öyle şaşırdım ki, “Bu çalan müzik ne?” diye sordum kendisine. “Sıradan, eski, berbat bir telefon müziği. Adını bile bilmiyorum ama değiştireceğim” dedi. Benden özür dileyip telefonu yanıtlamadı Daddy G. Ama arayan ısrar edince “OK, bye bye diyerek” bastı tuşa kapattı telefonu. O melodi de komik bir anı olarak tarihe geçti.)

Siyahların ve beyazların müziklerini İngiliz tarzıyla birleştirip, tamamen size özgü bir füzyon yaratmanın sihirli formülü ne?
Yaptığımız müzik yaşadığımız yeri yansıtıyor. Müziğimiz hepimizin ait olduğu farklı kültürlerin bir toplamı gibi. Çünkü çokkültürlü bir toplumdan geliyoruz, 1980’lerde İngiltere’de DJ’lik yaparak büyüdük, The Wild Bunch böyle doğdu ve Massive Attack’a dönüştü. Özellikle de Bristol’da yaşayan herkes gibi biz de hip-hop’la büyüdük. Bir şarkıcı elinde bir Technics turntable ile stüdyoya girer ve müzik yapardı. Bu daha çok New York tarzı bir yöntemdi ve biz de bunu büyük ölçüde aynen kopyaladık. O zamanlar hip-hop ilk olarak New York’ta doğduğundan o sırada baskın bir İngiliz aksanı rap yapmak aptallık olur diyorduk. Ama ilk Massive Attack albümünden bu yana müziğe yaklaşımımızda bilinçli olarak bir İngiliz vurgusu var. Karanlık bir İngiliz soundu söz konusu...

Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, İngltere’de farklı etnik kökenleri barındıran bir yerden geliyoruz. Müziğe ilk başladığımız dönemlerde siyah beyaz çatışması oldukça güçlüydü. Reggae ile punk’un buluşması önemliydi. The Clash’ın punk’ın içine reggae öğelerini sokup, siyah etkisiyle farklı bir müzik yapışı, Public Image Ltd.’in baskın bas soundu ile ortaya çıkıp bunu reggae’den etkilenişi vb. olaylar oldu. Daha sonra New York dans sahnesinde de bunlar kaynaştı.

Ben ve D de yıllar önce punk camiasındaydık. 80’lerde bir siyahın oraya ait olması için özel bir çaba harcaması gerekliydi. Irklar ve kültürler arası geçiş, punk’ın reggae ile flört etmeye başladığı dönemde müziğe yansıdı. Sonuç olarak, müziğimiz hem yaşadığımız yerin çokkültürlü yapısından hem de bizim farklı kökenlerimizden beslendi.

“Heligoland”i bir görüntü ve bir renk ile özdeşleştirmeye çalışsanız, ne derdiniz?
Bu çok iyi bir soru. Çünkü şu anda beni hayal gücümü kullanmaya zorluyorsunuz. Ama biraz düşünmem lazım...

(Daddy G, soruyu yanıtlamak için 40 sn. kadar düşündü gerçekten de... Birisine soru sorup yanıtı almak için 40 sn. bekleyin bakın nasıl uzun geliyor. Hele de röportaj süreniz sınırlıysa...)

Yine karanlık mı?
Tamamen karanlık değil. Aklıma şöyle bir görüntü geliyor. Karanlık bir tünelden geçiyorsunuz, ama tünelin ucunda ışık görünüyor ve palmiye ağaçları var. Ancak palmiye ağaçlarını geçer geçmez tekrar karanlık başlıyor...

Vokalistlerinizden Horace Andy’nin grubun ruhunu temsil ettiğini söylemiştiniz. Bunu biraz açar mısınız?
Kesinlikle grubun ruhunu o temsil ediyor. Müziğe ilk başladığımızda çevremizdeki farklı etkileri keşfediyorduk. İlk iki albüm daha çok reggae etkisindeydi, daha sonra Mezzanine’de olduğu gibi new wave unsurları girdi işin içine, sonra farklı elektronik akımlar ve rock öğeleri kullandık. Bugüne kadar yaptığımız işlerin hiçbiri tek bir şeyi temsil etmiyor. Yıllardır çıktığımız turnelerden çok besleniyoruz. 3D’nin sanat yönü de grubu etkileyen faktörlerden birisi. Bildiğiniz gibi, kendisi esas olarak bir graffiti sanatçısı. Grubun kendisini açıkladığı işlerde sanatsal yönü o üstlenir. Bütün bunların hepsi DJ temelli bir gruptan türedi. Horace Andy ise, eski bir reggae şarkıcısı ve şarkı yazarı. 1960’lardan beri müzik yapıyor ve bize turnede eşlik ediyor. Ama en önemlisi, Horace, olağanüstü şeylerin ancak insanın en rahat edebileceği alanı terk edip farklı rotalara yöneldiğinde ortaya çıkacağını bilen bir müzisyen. Bu ruh, Massive Attack’ın özüdür.

Dünya meseleleri üzerine kafa yoran ve aktif tavır alan gruplardan birisiniz. Bu anlamda son albümü etkileyen olaylar nelerdi?
Bizi ilgilendiren meseleler Blue Lines’dan bu yana hep aynı. Körfez Savaşı, Afgan Savaşı, ekonomik kriz, yoksulluk, işsizlik... Hem dünyada hem İngiltere’de büyük bir sorun bu. 80’lerde Thatcher döneminde şiddetle yaşadığımız sorunlar bugün yine ortaya çıktı...

Şimdi Cameron başkanlığında bir koalisyon hükümetiniz var...
Bu yeni iktidar yaptıklarıyla toplumun sonunu hazırlayacak. Kamusal varlıkları ve sosyal hizmetleri özelleştirecekler. Gelecek 5 yıl İngiltere için çok zorlu olacak ve sonunda bir süredir yine çıkışta olan faşizm akımı güçlenecek.

Filistin sorunu ile ilgilendiğinizi ve Filistinli gençlere yardım için para toplanan kampanyalara destek verdiğinizi biliyorum. Bir süre önce Elvis Costello, baskılar sonucunda İsrail’deki konserini iptal etmek durumunda kaldı. Siz bu tür kültürel boykot hakkında ne düşünüyorsunuz?
Aslında hangi ülkeye gitseniz görüyorsunuz ki, orada yaşayan ve sizin gibi düşünen çok sayıda insan var. Çatışmalara neden olan kararları politikacılar alıyor. İnsanların o kararları yüzde yüz desteklendiğini hiç sanmıyorum. Bu nedenle özellikle İsrail halkını suçlayamam; suçladıklarım orada uygulanan kararları alanlar. Biz grup olarak Filistinlilerin haklarını şiddetle destekliyoruz.

İsrail'de konser vermeyi düşünür müsünüz?
Hayır, hiç düşünmedik bunu... Mavi Marmara gemisinde olanları izledik. İsrail’in yaptığını hiçbir şekilde anlayışla karşılamıyoruz. Filistin'de çok zor koşullarda ayakta kalma savaşı veren insanlar var. İsrail'in yaptıkları tümüyle yanlış. Bütün bu olanlardan sonra bir çözüm yolu bulunup Filistin halkının hak ettiği yaşama kavuşması gerek. Ancak o şekilde barış sağlanabilir. Kahrolası Amerika bunu yapabilir ama hepimiz neden yapmadığını biliyoruz.

Elvis Costello, konseri iptal etmeden önce kültürel boykotla ilgili olarak “Bu Margaret Thatcher yüzünden İngiltere’yi boykot etmek gibi bir şey” demişti...
Ben her zaman Margaret Thatcher yüzünden İngiltere’yi boykot eden hareketin bir parçası oldum.

Yeni albümle ilgili bazı dedikodular duydum. Bir sonraki albümde bizi ne bekliyor?
İnanın bunu bizler dahi bilmiyoruz. 2008’de adının "Weather Underground" olacağını düşündüğümüz bir albümle tura çıktık ve ama o yılın sonuna doğru eve geri döndüğümüzde baştan yeni kayıtlar yapmaya karar verdik. Damon Albarn’la çalışmamız da o şekilde başladı. Bazı şarkı fikirleri var ama fazla bir şey belli değil şu anda.

Yine farklı vokalistlerle çalışacak mısınız?
Tunde Adebimpe, Martina-Topley Bird, Guy Garvey ve Damon’la çalışmamız tamamen arkadaş ilişkileri içinde gelişti. Belki yine böyle işbirlikleri olabilir. Ama gidişata göre karar vereceğiz.

-

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Vitrindeki Albümler 26:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 11 Temmuz 2010

THE CHEMICAL BROTHERS-Further (Parlophone/Virgin)

Big Beat akımının öncülerinden The Chemical Brothers (TCB), yine tür geçişlerini barındıran eklektik bir çalışma ile karşımızda. Bu albümde de asit synthler, breakbeat ritimleri, bozulmuş baslar var ama daha önce görmediğimiz kadar bir saykedelik etki de söz konusu.

2007’de çıkan “We Are the Night”, En İyi Elektronik Dans Albümü dalında Grammy kazanmış ancak grubun hayranlarını fazla memnun etmemişti.

Üç yıl aradan sonra çıkan “Further”, "Hey Boy Hey Girl" ya da "Block Rockin' Beats" kadar efsane olacak bir parça içermese de, kanımca, bir önceki albümün yarattığı hayal kırıklığını giderecek düzeyde.

Yine de TCB’nin dans pistlerini coşturan yüksek tempolu şarkılarına alışkın olanlar bu görüşe katılmayabilir. Çünkü albüme orta tempolu parçalar ağırlığını koymuş.

O kadar ki, albümün başından 2. parçanın 2. dakikasına kadar davul bile devreye girmiyor. Ancak “Escape Velocity” adlı bu şarkının 12 dakika olduğunu düşünürsek, geri kalan 10 dakikadaki coşkunun beklentileri karşılayacağını söyleyebiliriz.

“Further’daki bir başka değişiklik ise vokallerle ilgili. Albümün neredeyse yarısında vokal var; ama sürekli aynı cümlelerin tekrar edildiği bu vokaller için ilk kez ünlü bir şarkıcı ile işbirliği yapılmamış.

Toplam 8 parçalık albümü dinlerken sürekli atladığım tek parça “Horse Power”. Doğrusu Big Beat’in kişneme sesleri ile buluşması kulağa pek de hoş gelmiyor...

Perküsyonu öne çıkararak Chicago house ile Krautrock’ı birleştiren “K+D+B” ise, albümün en iyilerinden.

Bu arada bir tavsiye: Albümün DVD’li versiyonunda her parça için yapılmış kısa filmler var. Müzikle görüntünün mükemmel uyum gösterdiği videolar oldukça ilginç.

"Swoon" adlı parça için hazırlanan video:

The Chemical Brothers - Swoon from Serge Fedorovsky on Vimeo.



-

10 Temmuz 2010 Cumartesi

"Bilgisayar hâlâ en yakın arkadaşım"


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 10 Temmuz 2010

Uluslararası İstanbul Caz Festivali, bu yıl “Yeni Ozanlar” serisinde yine sıra dışı bir ismi konuk ediyor. Folk ve elektronik müziği birleştiren çalışmalarıyla başarı kazanan müzisyen Imogen Heap, 10 Temmuz’da İstanbul Modern’de bir konser verecek.

33 yaşındaki İngiliz şarkıcı, aynı zamanda şarkı sözü yazarı, besteci ve multi-enstrümantalist. Geçen yıl "Ellipse" adını taşıyan son albümüyle En İyi Düzenleme Dalında (Non-Classical) Grammy kazandı.

Myspace, Facebook, Twitter ve kendi blogu üzerinden yürüttüğü yazışmalarla çok sayıda hayran sahibi olan Imogen Heap, "Ellipse"in kayıt döneminde blogunda 40 ayrı video yayınlayarak bu süreci dinleyicileriyle yakından paylaştı. Teknolojiyi çok etkin kullanıp bir internet fenomeni haline gelen sanatçıyla ilginç bir söyleşi yaptık.

Son albümünüz “Ellipse”i kaydetmeden önce stüdyonuzu yenilediğinizi duydum. Bu değişikliğin sizin için özel bir önemi var mıydı?

Daha önce Londra’da bir stüdyom vardı. Çok gürültülü bir yerde olduğundan kırsal alandaki aile evimizi stüdyoya dönüştürme kararı aldım. Çocukken o evin bodrum katında oyun oynardık. Oraya yeniden hayat vermek için teknik ekipmanımı taşıdım. Eski oyun alanım şimdi benim yeni oyun alanım oldu.

Elektronik aletlerle çalışırken, şarkıları ekipmana uyacak şekilde mi biçimlendiriyorsunuz, yoksa şarkıya uyacak doğru ekipmanı mı buluyorsunuz?

Son albümümü seyahatlerim sırasında yazdım. Hawaii, Tazmanya, Hong Kong, Japonya, Pekin, Tayland gibi yerleri dolaştım. Yanımda basit bazı aletler ve mikrofonum vardı. Şarkıların demolarını piyano üzerinde çalarak kaydettim. O nedenle şarkılar kendi yolunu biraz kendisi buldu.

Ben de bunu soracaktım. Demoları genellikle piyanoyla mı kaydediyorsunuz?

Bu defa böyle oldu. Ama geçmişte demo kayıtları elektronik aletler aracılığıyla yaptığım da oldu. Bugüne kadar yaptığım tüm kayıtları düşünecek olursak yarı yarıya diyebilirim.

Bir şarkıyı aklınızda geliştirip ona uygun sesin hangisi olduğuna karar veremediğiniz oldu mu?

Sanırım kalbimin derinliklerinde seslerin nasıl olması gerektiğine dair güçlü hislerim var. Şarkıları yaparken sesleri katmanlar halinde düşünüp ilerliyorum. Her bir katmandan sonra bir sonrasını hayal ediyorum, bunun nasıl olmasını istediğimi biliyorum. Bazen stüdyoya girdiğimde işe nerden başlayacağımı bilmediğim de oluyor. O zaman seslerin yönlendirişine bırakıyorum kendimi. Örneğin son albüm için stüdyoya girdiğimde, evdeki çeşitli sesleri, kapı sesi, rüzgar sesi vb. kaydedip sample olarak kullandım.

Ben elektronik müziğin geleceğe bakmakla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu tür müziği küçümseyenlere sizin bir yanıtınız var mı?

Elektronik öğeleri kullanıyorum ama müziğim çok fazla elektronik değil. Elbette elektronik müzik yapmak için buna uygun aletler kullanmak gerekiyor. Ama çok açık ki, bu şekilde müzik yapmak için, bunu geliştirebilecek bir vizyona, donanıma sahip olmak lazım. Pek çok insan elektronik müziği soğuk bulduğunu söyler. Ben buna katılmıyorum. Günlük yaşantımıza bakın. Herkesin arabası ya da cep telefonu aracılığıyla teknolojiyle kurduğu bir ilişki var. Neden bu müzikte farklı olsun ki? Bu da teknolojinin bize sağladığı bir olanak.

Fever Ray, “Bazen yapay bir ses daha gerçek gelebilir” demişti. Katılır mısınız buna?

Fever Ray, bu dünyadaki en farklı, kendine özgü seslerden birisi. Akord ve ses efektleri yardımıyla duyabileceğiniz en karanlık, en derin insan sesini elde ediyor. Bana göre, esas olan kalbinizde yatan sese ulaşmak. Son tahlilde teknolojiyi kullanan da insan; duygusuz, soğuk bir yaratık değil. Teknoloji ile elde edilen şey de, yine insan aklının ve duygularının ürünü.

Deneysel çalışmalarla kendini zorlayıp çıtayı yükseltirken bir yandan da pop sınırları içinde kalmayı başarabilenlerdensiniz. Bu konudaki temel yaklaşımınız ne?

Bir albüme başlamadan önce herhangi bir plan yapmıyorum, nereye gitmek istediğimi belirlemiyorum. Sadece başladığım işi tamamlamayı istiyorum. Kendimi zorlamayı ya da albüm soundunun “cool” olmasını hesaplamıyorum. Tek istediğim dinleyicilerle bağ kurmak. Popun ana hedefi de budur. İnsanlara müzikle, şarkı sözleriyle duygusal olarak dokunmak, onlarla iletişim kurmak amacım. Popun saydam ve açık bir tavrı var. Ayrıca pop müzik çok yaratıcı da olabiliyor. Kendimi zorlama kısmına gelince, stüdyomda kendimle baş başa kalmam zaten yeterince zorlayıcı...

Albümlerinizi film gibi düşünsek, yönetmen, senarist, yapımcı ve başrol oyuncusu da siz olurdunuz. Mükemmeliyetçi misiniz, yoksa tamamen özgür olmak mı istiyorsunuz?

Başka müzisyenlerle işbirliği yapmayı seviyorum. Ama iş kendi albümümü hazırlamaya gelince, bunu ben yaptım diyebilmeyi istiyorum. Çünkü bu böyle devam ettikçe, kafamdakini gerçekleştirmeye daha çok yaklaşıyorum. Ben asla en mükemmelini yaptım demiyorum ama kendi adıma kendi aklımdaki özgünlüğü yakalamaya çalışıyorum.

Milyonlarca hayranınızla günümüzün internet fenomenlerinden birisiniz. Bunun sizin için anlamı ne?

Buradaki en önemli şey, insanlarla bağ kurmak. Blog yazmak, internet üzerinde dinleyicilerle konuşmak, Myspace’de şarkılarınızı paylaşmak, bunların hepsi çevrenizdekilere yakınlaşma fırsatı ve benim hayatımın çok büyük bir parçası. Yaptığım şeyi yapmaya devam etmemi sağlıyor. Bunu hem hayranlarım hem de kendim için sürdürüyorum. Ayrıca benim başka müzisyenler gibi bir yapım ekibim, tasarımcım vs. yok. Her şeyle kendim ilgileniyorum. Bu tür konuları internette insanlarla paylaşıp ortak bir yol buluyorum.

Bilgisayar hâlâ en yakın arkadaşınız mı?

Evet, hâlâ öyle.

Brian Eno, bir keresinde “Müzisyenler bilgisayarlardan daha eğlenceli. Çünkü bilgisayarlar belli bir gelişim düzeyinin altında” demişti.

Öyle mi dedi? Doğru, insanlar daha eğlenceli. Bilgisayarların aklımızdan geçeni tam olarak bilebilecek durumda olmasını isterdim. Düşünün; bir tuşa basıyorsunuz, bilgisayar istediğinizi aynen anlayıp uyguluyor. Bu bugün bir hedef aslında. Bu nedenle insanlara daha çok uyum gösterecek bilgisayarlar geliştirilmeye çalışılıyor.

İstanbul konseriniz nasıl olacak? Sahnede size bas kutusu, papağan ve bilgisayar mı eşlik edecek? Yoksa sizin deyiminizle “uzay gemisinde uçup şarkı söyleyen bir kız” mı göreceğiz?

Piyanom var, bilgisayarım ve başka aletlerim de var. Konserde önceden kaydedilmiş olan unsurları kullanarak değil, daha çok doğrudan aletleri çalarak müzik yapmayı istiyorum. İnsanlara ulaşmak için sahnede icra etmek istediğim müziği yapacağım. Albüm kayıt sürecinde çok sayıda farklı ses kullandık. Bunları sahnede canlı seslendirebilmek için kullandığım ekipman da var tabii. Bana eşlik eden bir perküsyoncu var, vokalde de yer alıyor bazen. Bas gitar ve viyola çalan arkadaşlarımız var. Gerçek insanlarla müzik aletlerini çalarak seslendirdiğimiz eski ve yeni parçalar da var, synthesizerların devreye girdiği daha elektronik parçalar da. Güzel şeyler oluyor sahnede...

-

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Vitrindeki Albümler 25:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 4 Temmuz 2010

THE DEAD WEATHER- Sea of Cowards (Third Man/Warner Brothers)

Rock müziğin yaratıcı ismi Jack White, geçen yıl The Dead Weather adlı yeni bir grupla ortaya çıkmış ve hayranlarını heyecanlandırmıştı.

The Kills’in vokalisti Alison Mosshart’ın vokal ve gitarda, Queens of the Stone Age’den Dean Fertita’nın gitar ve orgda, The Greenhornes’dan Jack Lawrence’ın bas gitar ve davulda yer aldığı The Dead Weather, gerçekten de süper yetenekleri buluşturan sıra dışı bir grup.

İlk albümleri “Horehound”da vokalistliği daha çok Alison Mosshart’a bırakan White, bu kez davul çalmanın yanı sıra vokalde de eşit rol üstlenmiş. Bunun dışında grubun bu ikinci çalışması, ilkine göre önemli bir değişiklik göstermiyor. Sanki onun devamı gibi karanlık blues rock sınırlarında aynı çizgiyi sürdürüyor.

35 dakikaya sığdırılan 11 şarkı, ağır gitar riffleri, psychedelic garage rock ve groove arasında gidip geliyor. Kanımca albümün en dikkat çekici yanı, şarkı geçişlerindeki devamlılık duygusu. Bu sayede tüm albüm adeta bir jam session gibi akıyor.

Günümüzün albüm enflasyonunda fazla bir yenilik getirmediği için pek öne çıkmadı “Sea of Cowards”. Ancak kanımca, alternatif rock’ı blues rock ile başarıyla buluşturan iyi bir albüm.

Bir grup müzisyen Nashville’de bir garaja doluşup akıllarına estiği gibi çalmışlar izlenimi yaratıyor. “Kim ne düşünür?” diye kendilerini kasmadıklarından önce müzisyenler keyif almış. O garajda doğan keyif de dinleyiciye kolaylıkla yansıyor.

Albümden çıkan ilk single "Die by the Drop"un videosu:


The Dead Weather - Die By The Drop

Third Man Records | MySpace Müzik Videoları


Albümde yer alan "Gasoline" adlı parçanın canlı versiyonu:


The Dead Weather "Gasoline" - Live From Nashville

The Dead Weather | MySpace Müzik Videoları


-

1 Temmuz 2010 Perşembe

Kasırga Geliyor!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 1 Temmuz 2010

Bu ülkede müzik yazarları bazen öyle çalışmaları göz ardı ediyorlar ki, insan anlamakta zorluk çekiyor. Bir albüm çok başarılı da olsa, büyük bir plak şirketinden çıkmadığı ya da reklamı fazla yapılmadığı takdirde, onların ilgi alanına girmiyor.

Bunun en ilginç örneklerinden birisi, 2008’in son aylarında yaşandı. 1980’lerin ikonu Grace Jones, 20 yıl aradan sonra 60 yaşında, Brian Eno, Tony Allen, Tricky gibi isimlerin katkısıyla yeni bir albüm yapıp sahneye geri dönmüş; ancak bizim medya bu konuyu ilgiye değer bulmamıştı.

O dönemde yazdığım bir yazıda, yılın en heyecan verici olaylarından birisi diye nitelemiştim bu dönüşü. Jones’un uzun bir aradan sonra çıkardığı albüm, 2008’in en iyi albümlerini sıraladığım listede de 5 numaradaydı.

Grace Jones, geri dönüşünü müjdeleyen bu muhteşem albüme “Hurricane” adını vermişti. Gerçekten de kontralto sesiyle tam bir kasırga gibi esip gürlemiş, insanda ürkmekle hayran kalmak arasında bir etki yaratan görkemli imajıyla yeniden boy göstermişti.

Bir heykeli andıran bedeni ve etkileyici yüz hatlarıyla görsel açıdan her zaman çarpıcıydı Grace Jones. Bu özellikleri, New York’un hedonistik Studio 54 döneminde Andy Warhol’un da dikkatinden kaçmadı; Jamaikalı sanatçı, pop-art’ın yaratıcısının esin perisi oldu.

70'li yıllarda model olarak başladığı kariyerine daha sonra oyunculukla devam edip, bir dönemin sembollerinden biri haline geldi. Çok sayıda kalitesiz filmin yanı sıra, Conan ve James Bond gibi büyük bütçeli filmlerde de rol aldı. Alışılmadık tarzı ve ses rengiyle sahnelerin en parlak şovlarını sergileyerek bir fenomene dönüştü.

Ama bugün sahne kostümleriyle onu taklit etmeye çalışan Lady Gaga gibi pop yıldızlarından çok farklıydı o. Müzikteki sığlığını, giyimiyle ya da sansasyonlarla kapatmaya çalışanlardan biri değildi.

Evet, aklı ve hayalleri zorlayan androjen görüntüsü ve tavrıyla daima provokatifti. Ama o uyumsuz ve kışkırtıcı tavır, onun için bir pazarlama stratejisi değil, karakterinin en belirgin özelliğiydi.

Daha lisedeyken sosyal açıdan uyumsuz olduğu rapor edilmişti. Kilisede çalışan din görevlisi bir babanın aşırı baskısı altında yetişmiş, özgürlüğü keşfedince de kurallara meydan okumuştu.

Bu meydan okuyuş, bağımsız bir plak şirketinden çıkardığı “Hurricane”de de gösterdi kendisini. “Corporate Cannibal” adlı şarkı, Jones’un 21. yüzyılın ticari yamyamları dediği büyük plak şirketlerine başkaldırısının simgesi oldu.

1980’lerde daha çok Afrika ritimlerini, reggae, new wave, disko ve R & B ile harmanladığı şarkılarla ünlenmişti ünlü sanatçı. Reggae, funk, dans, rock ve trip-hop buluşturan "Hurricane" ise, yine ritimlere tutsak. Post-disko döneminde yaptığı en güzel çalışmalardan “Night Clubbing” (1989) ile Massive Attack’in “Protection” adlı unutulmaz albümünün bir karışımı sanki...

2008’de Grace Jones hakkında yazdığım yazıyı “O ayrıksı bir kasırga...” diye bitirmiştim. O kasırgayı 16 Temmuz’da Açık Hava Sahnesi’nde bütün kuvvetiyle hissetmek için sabırsızlanıyorum!

-

Dijital Çağın Sıra Dışı Sesi


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 1 Temmuz 2010

İstanbul Caz Festivali’nin en yaratıcı bölümü, bana göre, "Yeni Ozanlar". Müzik dünyasının en yenilikçi alternatif seslerini ülkemize getirdiği için her yıl sabırsızlıkla bekliyorum bu bölümü.

Bu yıl da çok güzel bir sürpriz yaptı İKSV ve besteci, söz yazarı, multi-enstrümantalist, vokalist Imogen Heap’i davet etti festivale. 33 yaşındaki sanatçının adını, pek çok müziksever ilk olarak 1998’de Urban Species’in “Blanket” adlı parçasındaki unutulmaz vokalde duydu.

Ünlü prodüktör Guy Sigsworth’le kurduğu elektronik müzik grubu Frou Frou ile yaptığı çalışmalarla da beğeni kazandı Imogen Heap. Ancak asıl başarıyı, folk ve elektronik müziği bütünleştiren solo çalışmalarıyla yakaladı.

Kanımca, İngiliz müzisyenin en etkileyici özelliklerinden birisi, ilham kaynaklarının çeşitliliği ve onları müziğine yansıtma biçimi. Klasik müzik eğitimi almasına karşın, rock’tan folk’a ve dans müziğine kadar birçok türle yakın temas içinde Imogen Heap.

Bunun nedeni, yeni sesler yaratıp onları dönüştürmeye duyduğu ilgi olsa gerek. Bu ilgi, işe organik seslerle başlasa da, ses deneylerine tutkun her müzisyen gibi, sonuçta onu da farklı aletlere (array mbira ve hang gibi) yöneltmiş.

Imogen Heap’in manipüle edilmiş seslere olan düşkünlüğü beni her zaman cezbetti. O manipülasyonların sonucunda ortaya ne çıkacağını hep merak ettim. 1998- 2009 yılları arasında yaptığı üç solo albümünü de heyecanla beklememin temel nedeni buydu.

Gerçi geçen yıl yayımlanan albümü “Ellipse”in yapım sürecini blogunda yayımladığı 40 video ile dinleyicileriyle yakından paylaşıp bu merakı bir ölçüde önceden giderdi. Hatta hayranlarıyla iletişim kurmak için sosyal paylaşım sitelerini o kadar aktif bir şekilde kullandı ki, “interaktif çağın dijital kraliçesi” diye anılmaya başlandı.

Dikkatli dinleyiciler, Imogen Heap’in müziği ile ilgili çarpıcı bir noktayı da fark etmişlerdir mutlaka. Kendi içinde bir tezatı da barındırıyor bu müzik. Yeni sesler yaratma macerasında doğal olanla yapay olanı bir araya getirirken, şarkı sözlerinde hayatın çıplak gerçeklerini aktarıyor.

Örneğin, ilk albümü “I Megaphone” (1998), Imogen Heap’in ismi için bir anagram olmanın yanı sıra, içeriğini de ortaya koyar. Genç bir kadının duygusal kırılganlığını olabilecek en saf haliyle ve ağırlıklı piyano kullanımıyla duyurur dünyaya...

İkinci solo çalışması “Speak for Yourself” (2005), kendi tanımıyla “Guns N’Roses’dan daha Madonna, Dirty Dancing’den daha Donnine Darko”dur.

Geçen yıl çıkan son albümü “Ellipse” ise, iki dalda Grammy ödülüne aday gösterildi. Ancak romantik ve dingin melodileriyle oldukça beğenilen albüm, “Can’t Take It In” ya da “Hide and Seek” tarzı bir hitten yoksundu.

Imogen Heap’in, teatral performansı, çok iyi kullandığı sesi ve farklı kostümleriyle kendisini canlı dinleyenlerde büyük hayranlık yarattığını biliyoruz. Bazen karanlık bir melankoli, bazen de huzur yansıtan şarkılarıyla, İstanbul Modern’in bahçesinde de yeni hayranlar edineceğinden hiç kuşkum yok.

-

Gerçeğin ve güzelliğin peşinde bir efsane sanatçı


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 1 Temmuz 2010

Uluslararası İstanbul Caz Festivali’nin bu yıl en önemli konuklarından birisi, cazın unutulmaz sesi Tony Bennett. İstanbul’da ilk konserini verecek olan sanatçı, 15 Temmuz'da Şakir Eczacıbaşı anısına düzenlenen gecede sahneye çıkacak.

15 Grammy ödüllü Bennett’a merak ettiğim bazı soruları soru sorma olanağı buldum; içtenlikle yanıtladı.

Bir röportajınızda, “Kariyerim boyunca iniş çıkışlarım olmadığı için çok şanslıyım. Onca zamanın yüzde 99’unda, bütün dünyada hep büyük ilgi gördüm” demiştiniz. Sahnede geçirdiğiniz o müthiş 60 yılı düşününce, bütün bunların şansla ilgisi olduğunu sanmıyorum. Böyle bir kariyere sahip olmanın asıl sırrı ne?

Bunu söylemeniz çok hoş ama inanın çoğu gerçekten yeterince şanslı olmak ve de iyi bir fırsat doğduğunda hazırlıklı bulunmakla ilgili. Daha Columbia Records’la anlaşma yaptığımda aklımda yalnızca hir şarkılar değil, “hit şarkılar kataloğu” yaratma düşüncesi vardı. 1950’lerde kolayca para kazandıracak ama on gün içinde unutulup gidecek moda şarkılar yapmak yaygındı. Ben hep kaliteli şarkıları söylemek için ısrar ettim ve bu nedenle prodüktörlerle çok tartıştım. Ama sonunda farkı yaratan da bu oldu. Bir sanatçı olarak, yaratıcılık açısından ne yapmak istediğinize dair bir görüşünüz olmalı ve bazen çok zor olsa da elinizdeki bu silahı hiç bırakmamalısınız. Bunu yaparsanız, sanatınıza duyduğunuz tutkuyu asla kaybetmezsiniz ve dinleyicileriniz de, sahnede ya da kayıtta olsun, sizin gerçekten kendinizi ortaya koyduğunuzu bilir. Benim çok sadık hayranlarım var. Çocuğum ya da torunum yaşındakilerin konserlerime gelmesi heyecan verici. Onları asla hayal kırıklığına uğratmak istemiyorum.

Bugüne kadar kendi albümleriniz için ya da başkalarının albümüne konuk olarak yüzlerce kayıt yaptınız. Birlikte çalıştığınız sanatçılar içinde müzikal anlamda daha kuvvetli bir bağ kurduğunuz isimler var mı?

Bu harika bir soru. Çünkü müzik endüstrisinde yer almanın bana sağladığı en büyük armağanlardan birisi, muhteşem müzisyenlerle çalışmak ve onlarla dostluk kurmak! Louise Bellson, beraber tatile gittiğimiz Elle Fitzgerald, New York Queens’den aile dostumuz Duke Ellington gibi isimleri sayabilirim. Duke Ellington’ı evimizdeki mutfak masasında annemle otururken anımsıyorum... Judy Garland, çok özel bir insandı. Onu tanıyıp birlikte şarkı söyleme şansını bulduğum için çok mutluyum. Bugünlerde k.d. lang’le çalışmayı seviyorum. Mükemmel şarkı söylüyor, müstesna bir insan. Tabii benimle birlikte dünyayı dolaşan dörtlü grubum da ailem gibi. Birbirimizi o kadar iyi tanıyoruz ki, sahnede kendiliğinden gelişen değişiklikleri rahatça yapabiliyoruz. Bu nedenle performanslar da her zaman doğal ve canlı kalıyor.

Sahnede geçirdiğiniz onca yıldan sonra bugün hala konserler verip albümler yapıyorsunuz. İçinizdeki ateşi canlı tutup sizi buna devam ettiren şey ne?

Şarkı söyleme ve resim yapmaya karşı tutkumu hiç kaybetmedim. Bu yapmak istediğim değil, yapmak zorunda olduğum bir şey. Kanımca, bir topluluğun karşısında şarkı söylemek ve birkaç saatliğine de olsa insanların günlük sorunlarını unutup keyif almalarına yardımcı olmak çok onur verici. Bu çok tatmin edici bir duygu.

Caz müzisyeni Hank Jones, geçen yıl 91 yaşında yaptığı bir söyleşisinde, “Henüz en iyi çalışmamı ortaya koyduğumu düşünmüyorum. Bu ulaşmak için çalıştığım bir hedef ama oraya daha varmadım” demişti. Günümüzün en saygın müzisyenlerinden biri olarak sizin bu konudaki düşüncenizi merak ediyorum: Hep olmak istediğiniz yere vardınız mı?

Bence “Her şeyi biliyorum” dediğiniz nokta, yaşamaya son verdiğiniz andır.

Ressam Georgia O’Keeffe şarkı söylemeyi, duygu ve düşünceleri ifade etmenin en mükemmel aracı olarak tanımlamış, şarkı söyleyemediği için resim yaptığını belirtmişti. Bir ressam olarak bu görüşe katılıyor musunuz? Müziğiniz bir resim olsaydı, nasıl bir resim olurdu?

Sanırım hem müzik hem de resimle uğraştığımdan, benim için bu ikisi arasında daha çok bir ying-yang ilişkisi söz konusu. Şarkı söylemek toplumla çok iç içe, binlerce insanın karşısında yapılan bir iş; oysa resmi kendi içinize dönerek yalnızken yapıyorsunuz. Her ikisini de yapabilmek harika. Eğer sahne performansından bunalırsam, birkaç saat resimle uğraşıp canlanabilirim. Resim yapmaktan yorulursam, sahneye çıkabilirim. Bu durum daima yaratıcı bir atmosferde kalmamı sağlıyor. Ben resim ya da müzik olsun, hep iki şeyi ifade etmek istedim: Gerçek ve güzellik.

-

Translate