Art rock'ın efsane grubu Roxy Music’in vokalisti Bryan Ferry, uzun yıllardır sürdürdüğü solo çalışmalarına bir yenisini ekledi.
Ancak albüme katkıda bulunan isimler açıklanır açıklanmaz hemen bir tartışma başladı: Buna bir solo Ferry albümü mü demeli, yoksa Roxy Music albümü mü?
1994 tarihli “Mamouna”dan bu yana ilk kez Roxy Music’in dört üyesi bu albümde buluştu. Phil Manzanera, Andy Mackay, Brian Eno ve Bryan Ferry bir araya gelirse Roxy Music olmaz mı?
Olabilir de; ancak bunu belirlemek için o isimlerin albüme ne oranda katkı yaptığına bakılır.
Bir kere, albümde bir tek “Song to the Siren” cover’ında bu dört isim birlikte yer almış; başka hiçbir şarkıda bu birliktelik gerçekleşmemiş.
Ayrıca, Ferry dışında diğerleri bu albüme “Mamouna”daki kadar katkıda bulunmamış.
Ve en önemlisi Roxy Music albümleri, her zaman Ferry'nin solo albümlerine göre daha deneyseldir...
Sonuçta "Olympia neden Roxy Music albümü olarak çıkmadı?" sorusu bana göre mantıklı değil.
"Olympia"da Ferry ile çalışanlar arasında başka ünlü isimler de var. En dikkat çekenleri, Jonny Greenwood (Radiohead), Mani (The Stone Roses), Flea (Red Hot Chili Peppers), Marcus Miller, David Gilmour, Scissor Sisters, Groove Armada, Nile Rodgers...
Kapağa top model Kate Moss’u yerleştirip, bunca önemli müzisyenin desteğini alan Ferry, işi şansa bırakmamış gerçekten. Bazen 70’lerin disko esintilerini synth’lerle birleştirmiş, bazen de piyano ve gitar soloların yarattığı melankoliye sürüklenmiş.
Bryan Ferry'nin Groove Armada ile işbirliği yaptığı "Shameless"ın bu albümde daha yavaş ritimli bir versiyonu yer alıyor. Aynı parça Groove Armada'nın son albümünde farklı bir kayıtla yer almıştı. Bana sorarsanız, dans müziğiyle Ferry'nin sesinin romantik kırılganlığını birleştiren o versiyon, daha ilginç ve güzeldi.
Bir de belirtmeden duramayacağım; bırakın "Song to the Siren"i This Mortal Coil söylesin... Ferry'ninki iyi olmadığından değil; This Mortal Coil'in olağaüstü güzellikteki cover'ının üzerine daha iyisinin yapılabileceğini düşünmediğimden söylüyorum bunu...
"Olympia"dan yayımlanan ilk single "You Can Dance" oldu.Video, Ferry'nin müzikte mükemmelliğin yanı sıra görselliğe de önem veren görkemli tarzını bir kez daha gözler önüne seriyor.
Sonuç olarak, biraz fazla parlatılmış bir prodüksiyon olsa da, başarılı bir modern pop/rock çalışması “Olympia”. Özellikle “Reason or Rhyme” ve “Me Oh My” adlı şarkılara dikkat çekmek isterim.
İnternet üzerindeki yaratıcı projeler arasında beğeniyle izlediğim Musicincolors için bu haftaki playlist’i ben belirledim. Dört şarkı seçmem ve bunları renklerle ilişkilendirmem istendi.
Peki neden bu şarkıları seçtim ve neden o renklerle ilişkilendirdim? Merak edenler için açıklamak istedim.
Öncelikle seçeceğim dört şarkının da enstrümantal olmasına karar verdim. Böylece alternatifler sınırlanacağı için, seçme işlemi çok daha kolaylaşmış olacaktı. Gerçi şarkıların beğendiğim sözlerini de bildirip renk belirlemem istenmişti. Ama bu parçaların soundları o kadar güçlü ki, söze gerek yok; renkleri çok açık. Onları da ayrıca tanımlayacağım.
1-İlk seçtiğim parça David Bowie’den “Subterraneans” oldu. Çünkü ben büyük bir Bowie hayranıyım. Çok sevdiğim, benim için ayrı bir yeri olan, özel bir müzisyen. Hep söylerim; bana göre Bowie’nin olmadığı bir liste eksiktir. O nedenle şarkı seçmem istenince aklıma her zaman ilk onun şarkıları gelir. Yine öyle oldu.
Yüzlerce Bowie şarkısı arasından “Subterraneans”da karar kılmamsa, parçanın büyük oranda enstrümantal olmasından kaynaklandı. “Büyük bir oranda” diyorum; çünkü şarkının ortalarında bir yerde Bowie sadece bir kez “Share bride failing star/ Care-line Care-line Care-line Care-line driving me Shirley, Shirley, Shirley own/ Share bride failing star” şeklinde anlamı pek açık olmayan sözler söyler. Toplam 5 dakika 39 saniye süren parçanın geri kalan kısmında vokal yoktur.
Berlin üçlemesini oluşturan albümlerin ilki “Low”un kapanış parçası “Subterraneans”, kanımca, Bowie’nin değeri yeterince bilinmemiş ama en güzel çalışmalarından biridir. “Low”un genel karakterine uygun olarak, karanlık ve deneysel bir soundu vardır. Bence “dark beauty” tanımlaması bir şarkı ile anlatılacak olsa, bu şarkı kullanılabilirdi.
Parçanın 1975’te Los Angeles’ta yapılan orijinal kaydında David Bowie elektro piyano, gitar ve saksofon çalıyor. Evet, sadece Bowie’nin free-jazz saksofon solosunu duymak için bile bu şarkı dinlenmeli. Analog synthesizer ve piyanoda bir başka müzisyen kahramanım Brian Eno var. Carlos Alamar gitarda, George Murray ise basta eşlik ediyor. Böyle usta bir kadrodan böyle büyüleyici müzik çıkar işte!
2-İkinci parça, hayatımın soundtrack albümünü yapacak olsam, içinde mutlaka şarkıları yer alacak bir gruptan geldi. The Durutti Column! Ne yazık ki ülkemizde çoğu müziksever, ana akım medyanın, radyoların görmezden geldiği bu müthiş grubun varlığını bile bilmeden yaşıyor...
Madem Musicincolors aracılığıyla böyle bir fırsat çıktı, ben de bunu iyi değerlendirip sizlere grubun son albümünden “Anthony” adlı parçayı dinletmek istedim.
2007’de ölen gazeteci ve radyo programcısı Anthony (Tony) Wilson, çok önemli bir müzik adamıydı. Aslında çoğunuz onu tanıyorsunuz; “24 Hour Party People” filminde Steve Coogan’ın canlandırdığı, Factory Records’ın ve Haçienda kulübünün efsanevi kurucusuydu o. İlk plak anlaşmasını The Durutti Column’le imzalamış, Happy Mondays, Joy Division gibi unutulmaz grupları müzik dünyasına kazandırmıştı.
İlk evladım dediği The Durutti Column, bu yıl çıkan albümünü Tony Wilson için kaydetti. Vini Reilly, Wilson’ın hayatı boyunca kendisine öğütlediğini yapmış ve bu albümde hiç vokal söylemeyip sadece gitar çalmış. Ama ne çalmak!
Bu muhteşem albümden “Anthony” adlı şarkıyı dinleyin ve hiç söz olmasa da enstrümanların dilinden Vini Reilly’nin hüznünü nasıl etkileyici şekilde aktardığını duyumsayın...
3-Autechre’nın 2010 tarihli “Oversteps” adlı albümü, çıktığı andan beri her gün hayatımda. İngiliz elektronik müzik ikilisi, 21. yüzyılda müziğin geldiği noktayı daha da ileri götüren deneysel çalışmalarıyla takdiri hakediyor. Saygıyla şapka çıkarıyor, sizleri “see on see” eşliğinde hayallerinizle baş başa bırakıyorum.
4-Ve son parçamız müzik dehası Brian Eno’dan geliyor.
Bu ay Warp Records’dan çıkan “Small Craft on a Milk Sea” adlı çalışmasını bütün müzikseverlere ve tabii öncelikle elektronik müzik dinleyicilerine öneriyorum. Ne yapın edin; ısmarlayın, yurtdışından getirtin ama edinin bu albümü. Değişen ruh halleri bir albümde ancak bu kadar güzel aktarılabilir. Eno’nun Jon Hopkins ve Leo Abrahams’la kaydettiği bu çalışma, hala genç kuşakların ne kadar ilerisinde olduğunun tartışmasız bir kanıtı. Düşündüm ki, Musicincolors “Dust Shuffle”sız kalmamalı!
Şarkıların renklerine gelince...
1-“Subterraneans” koyu gri olsun derim. Aralık ayında Berlin’de kaydedilen bu karanlık sound, başka bir renk olmaz. Siyah da olabilirdi ama Bowie’nin saksofonu o siyahı bir parça açıyor kanımca. Sanki az da olsa bir umut ışığı var o anlarda...
2-”Anthony” “blue hour” renginde olabilir. Fransızca deyim "l'heure bleue"dan gelir "blue hour" kavramı. Günde iki kere, sabah ve akşam saatlerinde ne tam gündüz ne de tam geceyken, alacakaranlıktaki geçiş sırasında gökyüzünde görülen o müthiş maviyi tanımlar.
Ben bu şarkıda, Tony Wilson’ın ardından gökyüzüne bakıp ona “Merhaba” diyen Vini Reilly’yi düşünüyorum hep. İçinde derin bir acı duysa da, onunla uzun yıllar paylaştığı dostluğu anımsayıp piyanonun tuşlarında kendini teselli ediyor sanki... Ya da ben öyle hayal ediyorum.
3-Melankolik hava ağır basıyor “see on see”de. Geçmişe veda etmekle geleceğe adım atmak arasındaki kararsızlığın izleri var melodide. Kırmızı ile maviyi karıştırırsanız hangi renk çıkarsa odur bu şarkının rengi... “Mor çıkar” diyorsunuz; ama burada geçiş naif bir romantizm içerdiğinden koyu değil açık tonda bir eflatun olabilir ancak.
4- “Dust Shuffle”, bütün dinamizmi ve hafif ajite edilmiş sounduyla sarıdır. Ama kanarya sarısı değil, çöl sarısıdır...
Bu parçaları dinlerken, renkler ve melodilerle süslü harika dakikalar geçirmenizi dilerim. Hayalsu'ya bu güzel siteyi kurduğu için teşekkürler!
* Bu yazı, aynı zamanda Indie Istanbul adlı blogun takipçileri tarafından belirlenen En İyi 10 Türkçe Müzik Blogu arasında yer alan Musicalife için yazılmış ve ilk olarak orada yayınlanmıştır.
2009 yazının İstanbul’daki en güzel konserini Leonard Cohen vermiş, dinleyicileri mutluluktan uçurmuştu.
İstanbul’un da dahil olduğu o muhteşem turnenin albümü “Songs from the Road” adıyla yayımlandı; içinde farklı kentlerde çalınan 12 şarkının canlı kayıtları bulunuyor.
“Lover, lover, lover”, “Bird on a Wire”, “Chelsea Hotel”, “Suzanne”, “Famous Blue Raincoat”, “Hallelujah” gibi artık klasikleşen bu şarkılar, daha önce yayımlanan çok sayıda albümde de yer aldı.
“Öyleyse neden alalım bu albümü?” diyorsanız, şunu söyleyebilirim; albüm, 20 dakikalık bir DVD ile birlikte çıktı.
Turne sırasında Cohen’ın kızı Lorca, ünlü müzisyene sahnede eşlik eden grupla ve sahne arkasında görev yapan ekiple röportajlar yapmış. The Webb Sisters, Sharon Robinson, Bob Metzger, Javier Mas, Neil Larsen’le yapılan röportajlar, Cohen’ın turne sırasında nasıl bir atmosferde konserlere hazırlandığına ilişkin çok önemli ipuçları veriyor.
The New Rebuplic’in editörü Leon Wieseltier, albüm kitapçığı için yazdığı notta “Yol, iki yer arasında bir hat değildir; iki yer arasında ayrı bir yerdir” diyor. Bu yolun Leonard Cohen için ne anlama geldiğini ancak DVD’yi izleyip anlamak mümkün. Bu yönüyle tam arşivlik bir çalışma.
Cohen’ın her konser öncesi ekibindeki bütün müzisyenlerin bileklerine kendi elleriyle rahatlatıcı esans sürmesi, gerçekten görülmeye değer. Belli ki turne yolu, Cohen için bir ruhi arınma yolu...
2009 turnesinin Lizbon konserinden "Famous Blue Raincoat":
Bu blogun okuyucularına duyurmak istediğim güzel bir haber var. Müzik yazılarımı topladığım bu blog, Indie İstanbul'un internette yaptığı bir araştırma sonucunda belirlenen "En İyi 10 Türk Müzik Blogu" arasında yer aldı.
Blogum hakkında şunları yazmışlar:
"Zülal Kalkandelen / Müzik Yazıları (http://zulalmuzik.blogspot.com)
Zülal Kalkandelen’in blogunda genellikle albüm kritikleri, röportajlar ve konser yazıları görürsünüz. “Vitrindeki Albümler” adlı köşesi ile röportajları dışında ben burada “konserler” kelimesini açmak isterim. Her bir konser yazısını okuduktan sonra sanki ben de o konsere gitmişim, görmüşüm gibi oluyorum. Kendisine has çok iyi bir anlatış tarzı var. Türkiye’de daha önce kimsenin yazamadığı türden konser yazıları ortaya çıkarıyor."
Aday gösterip seçenlere çok teşekkür ederim.
Listedeki diğer dokuz bloga göz atmayı da unutmayın. Bu blogların her biri müzik dünyamıza yapılan değerli bir katkıdır.
GİDON KREMER & KREMERATA BALTİCA - De Profundis (Nonesuch Records)
Son yıllarda çıkan en güzel klasik müzik albümlerinden birisinin altında Gidon Kremer imzasının bulunmasına hiç şaşırmadım. “De Profundis”, 67 dakika boyunca insanı bir duygusal maceraya çıkaran, olağanüstü etkileyici bir çalışma.
Şüphesiz yaşayan en iyi kemancılardan birisi Gidon Kremer; Kremerata Baltica adlı oda orkestrası ile çok sayıda önemli albüm yayımladı bugüne kadar.
“De Profundis”, eser seçiminden konseptine ve yorumların ustalığına kadar öylesine profesyonel bir çalışma ki, topluluğun kariyerinde mutlaka ayrı bir yeri olacak.
Albümde Sibelius, Arvo Pärt, Schumann, Michael Nyman, Schubert, Shostakovich, Astor Piazzola, Schnittke ve Georgs Pelecis’in de aralarında olduğu bestecilerden eklektik bir eser seçimi yapılmış.
Dinleyicide derin duygular yaratan bu 12 eserden oluşan albüm, sessiz kalmayı reddedenlere ve Rus işadamı Mikhail Khodorkovsky’ye adanmış. Kremlin’e karşı Komünist Parti’ye destek veren Khodorskovsky, birkaç yıl önce yolsuzluk suçlamalarıyla tartışmalı bir şekilde yargılanıp hapse atılmıştı.
Latin dilinde kalbinin derinliklerinden Tanrı’ya yakarış anlamına gelen “De Profundis”, Kremer’e göre, daha iyi bir dünya için çağrıda bulunan sanatçıların sesini duyuruyor.
Albüm bütünüyle büyüleyici; ama özellikle Arvo Pärt’den “Passacaglia” ve Pelecis’den “Flowering Jasmine”e dikkat çekmek isterim. Kendinize bir iyilik yapın ve bir saatinizi ayırıp bu şiir gibi albümü baştan sonra dinleyin.
Albümde yer alan eser listesi:
Jean Sibelius- Scene with Cranes (1906) Arvo Pärt-Passaglia (2003, rev. 2007) Raminta Šerkšnytė-De Profundis (1998) Robert Schumann- Fugue No. 6 from Six Fugues on the Name B.A.C.H., Op. 60 (1845) Michael Nyman-Trysting Fields (1992) Franz Schubert-Minuet No.3 and Trios in D minor, D. 89 (1813) Stevan Kovacs Tickmayer-Lasset Uns Den Nicht Zerteilen (2005) Dmitri Shostakovich-Adagio (from Lady Macbeth of the Mtsensk District) (1932) Lera Auerbach-Sogno di Stabat Mater (2005, rev. 2009) Astor Piazzola-Melodia en la menor (Canto de Octubre) (c.1995) Georgs Pelecis-Flowering Jasmine (1947) Alfred Schnittke-Fragment
MANIC STREET PREACHERS-Postcards from a Young Man (Sony Music)
Alternatif rock yapıp ticari kaygıyı hep ön planda tutan, büyük kitlelere seslenmeyi her zaman temel amaçlarından birisi olarak gören bir grup Manic Street Preachers (MSP). İlk anda karşıt gözüken bu özellikleri çok da iyi kaynaştırıyor.
Grubun basçısı Nicky Wire, Aerosmith’in “Pump”ına benzettiği bu yeni albümün “geniş kitleleri hedefleyen son büyük atışları” olduğunu söylüyor.
Nasıl hedefe ulaşacak bu atış? Onun da sırrını şöyle açıklıyor: “Politika ile pop’u buluşturma cesareti gösteren son büyük İngiliz grup biziz.”
İddialı ama doğru bir yorum bu. Alternatif sahada kalıp politik şarkılar yapan gruplar çok. Ender olansa, bunu pop sınırlarında gerçekleştirmek.
Elbette MSP’ın diğer albümleriyle kıyaslanınca, bu belki de en az politik olanı. Ancak gospel korosu, klavyesi, hareketli gitar riffleriyle, stadyumları çoşturmaya yönelik keyifli bir power pop albümü olsa da, savaştan, yeni sol’un yarattığı hayal kırıklığından, tüketim toplumunun yıkıcılığına değinmekten de geri kalmıyor.
Grup, 2009 tarihli “Journal for Plague Lovers”da, 1995’te gizemli bir şekilde ortadan kaybolan basçıları Richey Edwards’ın yazdığı şarkı sözlerini kullanıp, soundu art-punk’a kayan bir albüm yapmıştı.
Bu albümde ise, geçmişin izlerini arkada bırakıp neşeli bir havaya bürünmüşler. Echo and the Bunnymen’in vokalisti Ian McCulloch, Guns N’ Roses’ın eski basçısı Duff McKagan ve John Cale de konuk müzisyen olarak katkıda bulunmuş.
McCulloch’lu “Some Kind of Nothingness”, albümün en güzel parçası. Grup, bu şarkıyı bir süre önce Ian McCulloch'la birlikte Jools Holland'ın programında canlı seslendirdi. Aşağıdaki videodan bu performansı izleyebilirsiniz.
Albümden yayımlanan ilk single "It's Not War (Just the End of Love)" için çekilen video da aşağıda: