25 Nisan 2011 Pazartesi

Vitrindeki Albümler 66:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 1 Mayıs 2011

LYKKE LI- Wounded Rhymes (Atlantic)

İskandinavya’dan gerçekten çok iyi müzisyenler çıkıyor. Bunlardan birisi de, 25 yaşında İsveçli kadın şarkıcı/şarkı yazarı Lykke Li. Yaptığı müziği soul ve elektronik müzik etkileşimli alternatif pop diye tanımlamak mümkün.

İlk albümü “Youth Novels”ı 2008’de yayımladı. Oldukça da iyi bir çıkış albümüydü ama uluslararası alanda fazla öne çıkmadı.

Daha sonra onun sesini, Röyksopp grubunun 2009 tarihli “Junior” albümüne konuk vokal olarak katkıda bulunduğu şarkılarda duyduk. “Miss It So Much” ve albümün sadece Japon baskısında bulunan “Were You Ever Wanted”ı yorumlamıştı. Doğrusu Lykke Li’nin sesinin geri plana düştüğü parçalardı bunlar.

Genç müzisyen, aynı yıl uluslararası alanda “The Twilight Saga: New Moon” filminin müzikleri arasında yer alan “Possibility” parçası ile dikkat çekti.

Bu yıl yayımladığı ikinci albümü “Wounded Rhymes” ise, Lykke’yi müzik dergilerinin kapağına taşıdı.

Yapımcılığını Peter, Björn and John grubundan Björn Yttling’in üstlendiği albüm, “Youth Novels”daki caz ve ağırlıklı olarak minimalist tarza eğilimli soundu geride bırakıp, perküsyon ve klavyeyi öne çıkararak daha enerjik bir hava yakalamış. Fakat bu enerjinin aynı zamanda karanlık dehlizlerden geçtiğini de belirtmek lazım.

Albümde tempolu dinamik şarkıların yanı sıra baladlar da yer alıyor. Karşılıksız aşk ve kayıplar üzerine kurulmuş şarkı sözleri de o karanlığın bir diğer belirtisi. Ancak Lykke’nin sesi, ne kadar hüzünlü söz söylerse söylesin bunu insanda depresif bir etki yaratmadan başarma özelliğine sahip.

Özellikle baladlarda Dusty Springfield’i anımsamamak elde değil; ama aynı zamanda The Knife’dan Karin Dreijer Andersson’u andıran bir doğrudanlık var sesinde. Ancak Lykke’nin müziğinin The Knife gibi endüstriyel bir soundunun olmadığı kesin. Bunun önemli nedenlerinden birisi, 50’lerin shoo-wop geri vokallerinin ve soul müziğin albüme yaptığı etki.

Şarkı sözlerinde en dikkatimi çeken nokta, Lykke Li’nin akıllıca kullandığı metaforlar oldu. Bol bol basit ama çarpıcı çağrışımlardan esinlenmiş. Örneğin “I Follow Rivers”da “Be the water/ Where I’m wading in” diye çağrı yapıyor kalbindeki sevgiliye...

Sözler konusunda tek eleştirim, albümün en sevilen parçalarından “Sadness Is a Blessing” ile ilgili. “Sadness is a pearl/ Sadness my boyfriend/ Oh, sadness I’m your girl” şeklindeki nakarat, fazlasıyla ucuz bir melankoli içeriyor...

Benim favori parçam, “I Know Places” adlı akustik balad. Lykke Li’nin sadece gitar ve geri vokal eşliğinde yorumladığı parça, minimalizmi ve melodisiyle son derece dokunaklı.

Şarkının son iki dakikasında davul ve elektro gitarın sürüklediği enstrümantal bölüm ise, albümün en güzel anları. Hayalle gerçek arası tanımlayamadığınız ama içinde kaybolduğunuz anlar...

Dinleyeni çarpan içtenliğiyle kuşkusuz yılın en iyi alternatif pop albümlerinden birisi “Wounded Rhmyes”. Elbette bu, albümü herkes sevecek demek değil; ticari kaygılardan ve ana akımdan uzak sularda yüzüyor Lykke Li...



24 Nisan 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 65:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 21 Nisan 2011

VIJAY IYER/ PRASANNA/ NITIN MITTA - Tirtha (ACT Music)

Hint asıllı Amerikalı piyanist Vijay Iyer, yayınladığı albümlerle son yıllarda yıldızı caz dünyasında en çok parlayan müzisyenlerden birisi.

Geçen yıl “Historicity” albümüyle En İyi Enstrümantal Caz Albümü dalında Grammy ödülüne aday gösterildi. Bu yıl da yeni çalışması “Tirtha” ile adından çok söz ettiriyor.

Albümün yaratım süreci, 2007’de Iyer’in Hindistan’ın 60. bağımsızlık kutlamaları için bir konser vermek üzere, gitarist/besteci Prasanna ve tabla çalgıcısı Nitin Mitta ile bir araya gelmesiyle başlıyor.

Sanskritçe’de “geçiş” anlamına gelen “tirtha” sözcüğünü, albüm kapağında “durağan ile akışkan arasındaki boşluk, dünyalar arasındaki eşik diye tanımlıyor” Iyer. Gerçekten de albüm, adına çok uygun bir şekilde Hint müziğini caz ve rock ile buluşturup füzyonun en iyi örneklerinden birini ortaya koyuyor.



Benim gibi Hint müziğine özel bir ilgisi olmayan bir dinleyicinin bile, albümde üçlü arasındaki uyuma, yaratıcılığa ve doğaçlamaların dinamikliğine kapılmaması olanaksız.

Albümde yer alan dokuz beste de (5’i Iyer’e, 4’ü Prasanna’ya ait), yalnızca Hint müziği ile caz ve rock arasında bağ kurmakla kalmıyor; Prasanna’nın Güney Hindistan’ın "Karnatik" müziğine yakın tarzı ile Mitta’nın Kuzey Hindistan’ın "Hindustani" diye adlandırılan müziği arasında da birlitelik sağlıyor.

“Tirtha”, çağdaşı ve gelenekseli, farklı tarzları ve dünyaları ustaca buluşturan, su gibi akıcı bir müzik sunuyor.

21 Nisan 2011 Perşembe

Patrick Watson büyüledi


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 21 Nisan 2011

Yılın en güzel konserlerinden birisi salı akşamı gerçekleşti. Alternatif müzik sevenlerin son yıllarda dikkatini çeken Kanadalı müzisyen Patrick Watson, kendi adıyla anılan grubuyla birlikte Salon sahnesindeydi.

Yaptıkları müziği belli bir kategoriye sokmak zor; klasik müzik ve kabare etkisinde bir tür barok pop denilebilir. Kayıt sırasında ve sahnede kullandıkları enstrümanlar arasında çelik tas, kaşık gibi objeler de yer alıyor.

2003’te ilk albümünü çıkaran grubun kuruluş öyküsü de ilginç. Bir fotoğraf kitabına eşlik edecek müzik yapmaları istendiğinde dörtlü olarak bir araya gelmişler. Ortaya çıkan sonuç herkesi o kadar heyecanlandırmış ki, grup olarak devam etme kararı almışlar. 2007 ve 2009’da Kanada’nın en önemli müzik ödülü Juno’yu alınca da yolları iyice açılmış.

İstanbul’da bekleyenleri tahminimden de çokmuş. Grubun dört üyesi sahneye adım attığında coşkulu alkışlar duyduk. Patrick Watson, karanlık salonda sadece parmaklarının arasına yerleştirilen minik ışıklar yardımıyla görebildiği piyanonun tuşlarına dokunurken, dinleyiciler su gibi akan duruluktaki müzikle adeta büyülendi.

Son albümden “Beijing” en çok beklenen şarkılardan birisiydi. Bu şarkının kaydı sırasında stüdyoya bisiklet getirip tekerleklerin çıkardığı sesi de kullanmışlar. Tabii konserde o olanak yoktu ama uzandığı her yere vurup farklı sesler çıkaran bateristin performansı görülmeye değerdi.

Patrick Watson, bir yandan içkisini yudumlarken, bir yandan da yaptığı esprilerle konserin gerçekten keyfini çıkardı. Grubun kabare tarzına yakınlığı konserde daha çok ortaya çıktı. İzleyicilerle karşılıklı konuşmalar ve grup üyeleri arasında atışmalar gece boyunca sürdü.

Bir ara sahnedeki sandalyeleri salondaki seyircilerin tam ortasına koydular. Taburelerin üzerinde ayakta durarak gitar çalan müzisyenlere, yine sandalye tepesinde mikrofonsuz söyleyen Watson muhteşem falsettosuyla eşlik etti.

Watson’ın Amerika’nın ünlü şarkıcı ve bestecilerinden Dolly Parton’a adadığı “Big Bird in a Small Cage” adlı şarkı için hepsi birden bir mikrofonun başında toplandılar. Sonra bir ara Watson sahnede yalnız kaldı. Bir de baktık ki, hiç fark edilmeden kalabalığın arasına dağılan diğer üç müzisyen vokalde ona eşlik ediyor.

Gecenin en güzel anlarından birisi de, Patrick Watson’ın loop pedal ile sesini kaydedip kendisiyle düet yaptığı sırada yaşandı. O anda salonda yere düşen bir bira şişesinin çıkardığı ses de kayda girdi. Böylece o loop tekrar tekrar dönerken şişe sesini de sürekli duyduk.

Bütün bunlar olurken dinleyicilerin baştan sona çıt çıkarmadan grubu dinlemesi ise alkışlanacak bir durumdu. Son yıllarda konserlerde giderek artan konuşma gürültüsünden eser yoktu. Bunun nedeni, müziğe odaklı, bilinçli Salon dinleyicisinin farkı olsa gerek.

En sevilen şarkılarından “Wooden Arms”ı çalmasalar da, doğallığı, içtenliği ve müzikalitesiyle çıtanın çok üzerinde bir konserdi. Çıkışta “zamanı geri alıp, o iki saati yeniden yaşayabilsek” dedirtti bize...

(Konserde çekilen fotoğraflar Ali Güler'e, videolar bana aittir.)





Konserde çalınan parçalar:

1. Lighthouse
2. Beijing
3. Black Wind
4. Step Out For A While
5. Unknown
6. Big Bird In A Small Cage
7. Traveling Salesman
8. To Build A Home
9. Luscious Life
10. Where The Wild Things Are
11. Man Under The Sea
12. The Great Escape

20 Nisan 2011 Çarşamba

Sahnede Sokağın Ruhu


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 20 Nisan 2011

Sonunda İstanbul Manu Chao ile buluştu. 2002’deki konserden dokuz yıl sonra yeniden bu topraklara ayak bastı Manu Chao. Basacağı duyulur duyulmaz, bilet satın alabilmek için yaşanan yarış da herhalde tarihe geçti. İki gecelik konser biletleri, bir kişiye yalnızca iki adet satılmasına karşın, 21 dakika içinde tükendi. Bilet bulamayanlar da isyan etti.

Bunca ilgiyi hak eden Chao, sıradan bir müzisyen değil. İlginç birliktelikleri barındırıyor kişiliğinde ve sanatında. İspanyol asıllı bir Fransız ama “Dünyanın bir parçasıyım” diyor. Dünya vatandaşı olduğunu söylüyor ama küreselleşmeye karşı. Anti-kahramanlığı savunuyor ama kendisi milyonlarca müziksever için gerçek bir kahraman.

İnternetten yayın yapan Pitchfork müzik sitesinin dediği gibi, her müzisyenin hayali Amerika’da başarılı olmakken, onun gözü İngilizce konuşulan ülkelerde “the rest of the world” diye anılan dünyanın geri kalanında...

Şarkılarında göçmenlikten, aşktan, getto hayatından söz edip sol içerikli mesajlar veriyor. 2001’de Cenova’daki G8 toplantısını protesto gösterilerine destek için binlerce kişiye bedava konser vermiş, ödünsüz, yürekli bir müzisyen o...

La Ventura” turnesinde kendisine eşlik eden iki müzisyen ile Babylon sahnesinde göründüğünde yapılan tezahüratı duysaydınız, müzikseverlerin gözündeki yerini o anda anlardınız. Düğmeleri iliklenmemiş gömleği, lastik ayakkabıları, şapkası, bermuda pantolonu ve belindeki kırmızı kuşağıyla bu sıra dışı müzisyenin sokağın ruhunu sahneye taşıdığına tanık olurdunuz.

Şarkılarını Fransızca, Portekizce, İngilizce, İspanyolca, Arapça, Katalanca ve Gal dilinde, hatta aynı şarkıda bu dilleri karıştırarak söylüyor. İşin ilgici, dinleyicilerin şarkılarda ona eşlik etmesi. Her sözünü anlamasalar da şarkıları ezberlemiş, her melodiyi akıllarına nakşetmişler.

Babylon’un asma katında salonu izlerken orada ilk kez böylesine bir heyecana tanık olduğumu belirtmeliyim. Hem şarkı söyleyen, hem de hiç durmadan o sıkışıklıkta dans edip zıplayan insanlar, Manu’nun bir hareketiyle “ye ye ye, yo yo yo” diye bağırıyor, yumruklar havaya kalkıyor.

Futbol maçlarında takımını destekleyen taraftarların duyduğu bağlılığı anımsattı bana bu sahne. Manu Chao ile dinleyicileri arasındaki bu ilişki, müzik sosyolojisi açısından incelenmeye değecek bir olay.

Manu da bu durumun farkında elbette. Mikrofonu kalbinin üzerine defalarca vurarak çıkardığı ses dinleyiciyi çılgına çeviriyor. Dakikalarca süren bu şovun sonunda kızaran göğsünden bir noktada incecik kan akıyor.

Bongo bong”, “Me gustas tu”, “Clandestino” gibi hitler çaldıkça salondaki coşku artıyor. Punk, reggae, rock, salsa, ska hepsi birbirine karışıyor.

Üzerinde İngilizce “Ahmet Şık ve Nedim Şener’e Özgürlük” yazan bir havlu koyulmuş davulun üzerine. (Salondaki herkes gibi ben de, işin arka planını kimse önceden söylemediğinden ve Manu da konserde bu konudan söz etmediğinden, davulun üzerinde duranı havlu olarak tahmin ettim. Anlaşıldığı üzere, özel olarak hazırlanan bir tişörtmüş.)

Demokrasilerde haksızlıklara karşı konuşmak herkesin görevi” diyen bir müzisyen var sahnede. Aynı gün İnsanlık Anıtı heykelinin yıkımına karşı çıkmak için konuşan bir sanatçının bıçaklandığı bir ülkede Manu Chao’yu canlı dinlerken içimiz buruk...

İyi ki geldin Manu!

(Konserde çekilen bu video birkaç gündür internette dolaşıyor. Görmeyenler için ben de buraya koydum. Kim çekti bilmiyorum ama çekenin eline sağlık.)

Manu Chao Babylon İstanbul from trendometre on Vimeo.



-

10 Nisan 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 64:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 10 Nisan 2011

MIDLAKE-Late Night Tales (EMI)

Bugünlerde albüm önerisi soran herkese, hangi tür müziği daha çok sevdikleri hakkında bilgim olmasa da, önerebileceğim ender albümlerden birisi bu. Yanlış anlaşılmasın; çok sayıda güzel albüm çıkıyor ama çoğu belli bir müziği sevene hitap edecek türden.

Midlake’in Late Night Tales serisinden çıkan bu derlemesi ise, art-rock/folk-rock ağırlıklı olmasına karşın, dinleyen herkesi farklı atmosferlere ve ruh hallerine sokarak peşinden sürükleyecek kadar başarılı.

Late Night Tales serisi, aynı adla kurulan bağımsız bir plak şirketi tarafından başlatıldı. Son 10 yılda Belle & Sebastian, The Flaming Lips, Groove Armada, Four Tet ve Jamiroquai’nin de aralarında olduğu çok sayıda grubun/müzisyenin yaptığı derlemeler yayınlandı.

Bu serinin özelliği, sanatçıların kendilerine ilham veren, en sevdikleri parçaları bir araya getirmesi. Böylece onların müzik macerasının temel taşlarını öğrendiğimiz gibi, çok güzel albümler dinleme olanağı da buluyoruz.

Serinin Midlake’in imzasını taşıyan yeni ürünü, doğrusu diğerlerini kıskandıracak kadar iyi. 18 parçanın yer aldığı derleme, hem eskilerden Jimmie Spheeris ve Bob Carpenter gibi isimlere, hem de Björk ve Beach House gibi çağdaş örneklere yer veriyor.

En dikkat çeken iki şarkı ise, Scott Walker’ın klasiklerinden “Copenhagen” ve Midlake’in Black Sabbath klasiği “Am I Going Insane” için yaptığı nefis akustik cover.

İtiraf edeyim; şarkı listesinde Scott Walker'ın adını listede görmek, bir hayranı olarak beni oldukça etkiledi. Üstelik de en güzel yorumlarından birisi "Copenhagen" seçilmiş!

Bütün bunlara ek olarak, albümün sonunda bir de sürpriz var. İngiliz yazar/romancı Will Self, “The Happy Detective” adlı öyküsünün son kısmını kendisi okuyor.

Albümü dinledikten sonra şu yorumu yapmak olanaklı: Midlake'in müziği birbirinden farklı ama çok sağlam kaynaklardan özümlenmiş. Late Night Tales derlemesi, eserlerindeki o çarpıcı yalınlığın nereden süzüldüğünü ortaya koyuyor.



Albümde yer alan parçaların listesi:

1. Bob Carpenter - Silent Passage
2. Bread Love & Dreams - Time's The Thief
3. Fairport Convention - Genesis Hall
4. Steeleye Span - The Blacksmith
5. Lazarus - Warmth Of Your Eyes
6. Espers - Caroline
7. Jimmie Spheeris - Esmaria
8. Scott Walker - Copenhagen
9. Midlake - Am I Going Insane (Exclusive Black Sabbath Cover Version)
10. Björk - Unravel
11. Beach House - Silver Soul
12. Sandy Denny - Carnival
13. The Flying Burrito Brothers - Christine's Tune
14. Jan Duindam - Happiness & Tears
15. Twice As Much And Vashti - Coldest Night Of The Year
16. Sixto Rodriguez - Crucify Your Mind
17. Nico - These Days
18. The Band - Whispering Pines
19. Will Self - The Happy Detective - part. 4

-

9 Nisan 2011 Cumartesi

“Claire Denis ile çalışmak bizi değiştirdi”


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 9 Nisan 2011

11 Nisan Pazartesi akşamı Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında özel bir proje gerçekleşecek. Alternatif rock grubu Tindersticks, festivalin bu yıl Uluslararası Yarışma Jüri Başkanı da olan yönetmen Claire Denis’nin filmlerinden görüntüler eşliğinde, o filmler için yaptığı müzikleri çalacak. Grubun vokalisti Stuart A. Staples’la hem sinemadan hem müzikten konuştuk.

Sine-konserinizin dünya prömiyeri İstanbul’da yapılacak. Nasıl hissediyorsunuz?

Bir hafta öncesine göre farklı hissediyorum. Çünkü bu iş artık kafamda sadece bir fikir olmaktan çıktı. Nasıl olacağına dair daha çok şey biliyorum. Altı aydır planlama konusunda oldukça belirsizlik vardı. Provalara başladığımızdan bu yana neler yapılabileceğinin farkına vardık. Bu nedenle daha heyecanlıyım.

15 yıldır Claire Denis ile çalışıyorsunuz. Sizi onun filmleri için müzik yapmaya çeken neden neydi?

Claire ile ilk buluştuğumuzda onun hakkında pek fazla bir şey bilmiyorduk. Ancak konuşmaya başladığımızda, giderek yakınlaştığımızı, aynı dili konuştuğumuzu fark ettik. Şans eseri birtakım bağlantılar sonucu doğup gelişen bir ilişkiydi bu. İkinci albümümüz “Nenette et Boni”de onunla çalışırken hep birlikte şekillendirdiğimiz bir deneyim oldu. O zamandan bugüne uzun yol katettik. Öylesine yoğun etkileşimli bir ilişkiyi birden koparmanız olanaklı olmuyor. Müzisyenlerin birlikte yıpratıcı süreçlerden geçerek konser vermeleri, albüm yapmaları ve sonra da bunun ne kadar zor bir süreç olduğunu anlatmaları gibi bir şey bu da...

Claire Denis filmlerini izleyip sizin o filmler için yaptığınız müziği dinledikten sonra, grubun Denis ile adeta ruhani bir birliktelik içinde bulunduğunu söylemek zor değil. Katılır mısınız buna?

Çalışma yöntemlerimiz arasında birçok benzerlik var. Birbirimizi gayet net anlayabiliyoruz. Onunla çalışmanın en iyi ve en zor yanı şu: Karşılıklı görüş alışverişi talebi var Claire’in. Biz hiçbir filmi için gidip müzik sunmadık, o da hiçbir zaman “Ben şöyle bir şey istiyorum” demedi. Onun bilmek istediği filmdeki görüntülerin müzikle birleşip nasıl duygusal tepkiler yaratacağı. Bu noktada konu üzerinde bir fikir tartışması başlıyor. Eğer bize filmin hangi noktasında nasıl bir müzik istediğini söylese daha kolay olabilirdi; ama öyle bir sınırlama durumunda olasılıklar azalır ve bu önceden planlanan sonuçları elde etmek için yapılan bir tür görev haline gelir. Bizim böyle bir işte bekleneni vereceğimizi sanmıyorum. Bizim yaptığımızsa, deneyimleme ve ona tepki verme, fikirler çerçevesinde birkaç hafta süren tartışmalar ve senaryo yazımının başından sonuna kadar görüş alışverişleriyle devam eden bir süreç.

Bir besteci bir yandan yönetmenin isteklerine bağlı kalırken, bir yandan da nasıl kendi duyguları doğrultusunda müzik üzerinde yeni fikirler geliştirebiliyor?

Arada kalan ufak bir boşlukla ilgili sanırım. Ama Claire çalıştığı herkesten kendilerini ifade etmelerini, onları duygusal olarak harekete geçiren şeyleri anlatmalarını istiyor. Etrafındaki çalışanları serbest bırakırsa onların en iyisini ortaya koyacağına yürekten inanıyor. Claire’in sahip olduğu önemli bir özellik bu. Ben de onunla çalıştığımız yıllar boyunca bu özelliği kazanmaya ve Tindersticks’le uygulamaya çalıştım. Bir film düşüncesi, senaryo söz konusu olduğunda benim için önemli olan, orada işleyebileceğim bir palet bulmak, hareketlere uyum gösteren sesler peşinde koşmak. Gruptan arkadaşımız Dave için bu daha farklı sanıyorum. Onun film müziği geçmişi var. Örneğin Calire Denis ile son filmimiz “White Material”da ben daha çok ses kolajlarıyla deneyim yapma peşine düştüm. Beni etkileyen sesleri ve duyguları bulmaya çalıştım. Dave için başkaydı; o atmosfere uygun kordlarla daha temelden bir çalışma yürüttü.

Bir film müziği üzerinde hangi aşamada çalışmaya başlıyorsunuz? Müzik hakkında düşünmeye başlamadan önce filmin son kurgulanmış halini mi görüyorsunuz yoksa senaryoyu okuyup bazı sahneleri mi izliyorsunuz?

Claire, Fransızca yazılmış senaryonun bizim için İngilizce’ye çevrilmiş kopyasını veriyor. Daha sonra bazı çekimlere davet ediliyoruz. O aşamada artık kesin olmayan fikirler üzerine tartışmamız başlıyor. Son kurguya ulaşmak için hep birlikte çalışıyoruz. O noktaya varana kadar sürekli değişiklikler oluyor.

Film müziklerinin ilginç bir tarafı var. Filmden müziği çıkardığınızda görüntülerin etkisi önemli oranda azalıyor. Sizce müzik filmde nasıl bir rol üstleniyor? Müzik yönetmenin konuya bakış açısını netleştirmesine yardımcı mı oluyor yoksa filmin kendisi müzikten ne beklenildiğini açıkça ortaya koyuyor mu? Yani siz görüntüleri destekleyen mi yoksa onu yönlendiren film müziklerini mi tercih ediyorsunuz?

Bu söylediğiniz, müziğin yarattığı duygusal etkinin her hareketi açıklamak için kullanıldığı durumla ilgili. Genel olarak modern sinemada filmde olanlar hakkında izleyicinin düşüncelerine fazla yer bırakılmıyor. Her şey, her görüntü, her müzik, size yönetmenin düşündüğünü düşündürtmek için kullanılıyor. Claire’in çalışma yöntemi tam tersi. Bize göre mutlaka izleyicinin hayal gücü ve düşünceleri için yer kalmalı. İzleyicinin bunu yapması için de kendisine dönüp bazı sorgulamalar yapması gerek. Sanırım Claire de “Trouble Every Day”i korku filmi olarak tanımlar. Orada bazı şeyleri müzik olmadan göstermek zorundasınız. Çünkü çok sarsıcı sahneler bunlar; müziğin rolünü üstlenebilir ve böylece çok daha etkileyici olabilir. Yine o filmi izlediyseniz, sonunda duyduğunuz müziğin asla o tür ya da ona yakın görüntülerle eşleşebileceğini düşünmemiştik. Oradaki yıkıcı etkiyi bir parça hafifletti kanımca. Bunların hepsi tercihlerle ve yaratılmak istenilen etkiyle ilgili.

Peki konserde gösterilecek görsellerin nasıl bir rolü olacak sizce?

Orada grupla görüntüler arasında değişken bir denge kurmak istiyoruz. Umarım bazen biz görüntülerin yerine geçeriz, bazen de görüntüler öne çıkar. Sürekli aynı etki altında kalınmasını istemeyiz. Yaptığımız provalarda da konuşmaların çoğu, bu değişken bakış akışını nasıl kurabileceğimiz hakkında.

Ben bir Claire Denis filmi izleyip sizin sesinizi orada duyduğumda, o ses bana filmin ana karakterlerinden birisi gibi geliyor. Çünkü çok güçlü bir sesiniz var. Merak ettiğim siz kendi sesinizi filmde duyunca ne hissediyorsunuz? Onu bir bütünün parçalarından birisi gibi mi düşünüyorsunuz yoksa tek başına sürükleyici bir unsur mu?

Bu açıdan da değişen durumlar söz konusu. “Trouble Every Day”de çok etkiliydi sanırım. Claire bizimle film ve açılıştaki öpüşme sahnesi hakkında konuştuğunda, bu yönde olması doğrultusunda fikir birliğine varmıştık. Filmde bizim doldurabileceğimiz boşluklar vardı. Çok da başarılı bir çalışma oldu. Ama “35 Rhums”da müzik sadece hayatın güzelliği, her gün hissedilebilecek bir keyfi yansıtıyordu. Bana göre en etkili olanı, “White Material”dakiydi. Sadece yeryüzüyle ilgili bir çalışmaydı. Müzik de bir tek oradan kaynaklandı, kendine özgü acıları da taşıyordu içinde. Hepsinin gerçekten diğerlerinden çok farklı olduğunu düşünüyorum.

Bazı film müziği bestecileri bir filmin başarılı olması için öncelikle müziğinin başarılı olması gerektiğini, aksi halde filmin de başarısız olacağını düşünüyor. Siz katılır mısınız bu görüşe?

“Çok iyi bir filmdi ama müzik kötüydü” diyeceğiniz bir filme sık rastlayacağınızı pek sanmam. Sinema için müzik yapmaya başladığımdan bu yana bakış açım farklılaştı. Artık bir filmi izleyip, “Sinematografi iyiydi ama senaryou fırlatıp atardım” diyebiliyorum. Bir filmi başarısında rol oynayan o kadar çok önemli parça var ki... Bu anlamda müziği, sinematografi, kurgu, senaryo ve oyunculuktan ayırmam.

Kanımca Tindersticks’in yaptığı film müzikleri, film olmadan kendi başına da etkili olabilecek kadar güçlü. Bu, besteleme aşamasında bilinçli olarak planladığınız bir şey mi?

Bu, Claire’in çalışma tarzından ileri geliyor. Bizden asla bir sahneye bir duygu katmamız yönünde bir talepte bulunmadı. Bu nedenle onun filmleri için yaptığımız parçalar, filme belirgin bir anlam yüklemekten ziyade, hep kendi karakterlerini ortaya koyabilen müzikler oldu. Bilinçli olarak değil ama kendiliğinden gelişen bir süreçti bu. Filmlerde bizim için ayrılmış bir boşluk hep oldu.

Claire Denis için yaptığınız film müzikleri içinde hangisi sizi hala diğerlerinden daha çok çarpıyor?

Bu tür bir sine-konser projesine giriştiğimizden bu yana yaptığımız her şeyi gözden geçirdik. Konser için toplam 22 parça seçtik. Ben özellikle “Nenette et Boni” adlı filme ve onun için yaptığımız müziklere karşı yoğun duygular içindeyim. Bizim için o filmlerdeki görüntülere bakıp büyük bir keyif hissi almak çok kolay. Ama “White Material”a müzik yapmak kolay değildi. Onun müziğini çalmak bile bizim için zorlayıcı.

Neden?

Çünkü orada daha soyut bir arka planda sesler ve duygular arasında zorlayıcı bir araştırma süreci gerektirdi. Filmin kurguladığı mekanda kaybolduk adeta. İki hafta boyunca sürekli çalarak ciddi bir deneyim yaşadık. Şimdi provalar sırasında da hepimizde değişim olduğunu gördük, farklı mekanlardan farklı duygularla dönünce bu müziğe de yansıyor. Zor olmasına karşın aynı zamanda çok da heyecan verici.

Film müziği besteleyerek geçirdiğiniz bu 15 yılda temel olarak ne öğrendiniz?

Sanırım genel anlamda müzik yapmanın ne demek olduğunu öğrendim. Grup olarak zamanımızı çoğunlukla kendimiz için yapmamız gereken işlere ayırıyoruz. Claire’le olan işbirliği bize kendimizin dışına bakmayı ve sadece kendimizi düşünüyor olsaydık üzerinde çalışmayacağımız bir iş için uğraşmayı öğretti. Her defasında da bizde değişimlere yol açtı. Her defasında geri dönüp yaptığımız işe baktığımızda farklı bir bakış açısı kazandık. Gelişmemiz için son derece önemli bir katkıydı bu. Neden buradayız ve neden müzik yapmak için bir araya geldik? Bunu sağlayan fikirleri ortaya çıkarıp onların peşine düşmemiz, büyük ölçüde başarıya giden yolu açtı. Bundan hoşnutum ama doğrusu hala kendimi beceriksiz hissediyorum...

Claire Dennis dışında çalışmayı arzuladığınız bir yönetmen var mı?

Bir gün öyle biriyle karşılaşmayı arzu ederim. Ama doğru bir işbirliği kurmak gerekir. Bugüne kadar çalışırken sahip olduğumuz özgürlüğü kaybedip daha sınırlayıcı bir ortama girmek bizim için zor olur. Bu konuda endişemiz var. Ayrıca son 15 yılda Claire’in görüntüleriyle müzik arasında iyi bir denge kurduk. 2.5 yılda bir yeni bir film için müzik yapmak da güzel. Bundan daha fazlası bizi pek mutlu etmez.

Son olarak Tindersticks’le ilgili planlarınız neler? Yeni bir albüm üzerinde çalışıyor musunuz?

Sürekli yeni besteler üzerinde çalışıyoruz. Birçok farklı fikri değerlendiriyoruz. Sanırım bu yeni materyallerin ne zaman yayınlanacağını onları bitirdiğimizi düşündüğümüzde bileceğiz. Bu çalışmalara yeterli zaman ayırırsak, yazın tamamlamış olmayı umuyorum.





3 Nisan 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 63:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 3 Nisan 2011

AVISHAI COHEN – Seven Seas (Blue Note Records)

Modern caz müziğinin en yetenekli basçılarından Avishai Cohen’ın yeni çalışması “Seven Seas”, müzikte yaratıcılığın izini sürenlerin ihmal etmemesi gereken bir albüm.

Cohen, iki yıl önce çıkan albümü “Aurora”dan farklı olarak bu defa sözlü besteleri tercih etmemiş; onun yerine bu albümde insan sesini de bir enstrüman gibi kullandığı mırıldanmalar, ses tekrarlarına dayanan sözsüz vokaller ve doğaçlamalar ağırlıkta. Sadece iki parçada Ladino dilinde vokal dikkat çekiyor.

Avishai Cohen’ın güçlü bir sesi yok ama kendi yarattığı müzikle son derece uyum içinde söylüyor. İsrail’in önde gelen şarkıcı/bestecilerinden Karen Malka ile birlikte seslendirdikleri “Ani Aff“, ikilinin Latin ezgileriyle bütünleşen yorumuyla albümün en dinamik parçalarından birisi. Parçanın ortasında ud ile pianonun sürüklediği melodi, Cohen’ın bestecilikteki dehasını bir kez daha ortaya koyacak kadar özgün.

Kontrbas kadar piyanoyu da ustalıkla çalan, kendi bestelerini yazıp yorumlayan ve düzenlemeleri de kendisi yapan çok yönlü bir sanatçı Cohen. Aynı şekilde müziğinde de farklı türleri buluşturup kendine özgü bir sound yaratıyor. Ortadoğu esintilerini Sefarad ezgileriyle; folk ve funk’ı caz normlarıyla; udu İngiliz kornasıyla çok melodik ve akıcı bir altyapıda bir araya getiriyor.

Albüme Cohen’ın uzun zamandır işbirliği yaptığı isimler katkıda bulunmuş. Bunların arasında piyanoda Shai Maestro ve perküsyondaItamar Doari’nin adını anmak gerekir. Özellikle “Seven Seas” adlı parça, müzisyenler arasındaki etkileşimin albüme yaptığı olağanüstü katkıyı göstermesi bakımından çok önemli.

Avishai Cohen’ın sonbaharda turne kapsamında İstanbul’a da uğrayacağı şeklinde haberler var. Canlı performanstan önce bu yılın en iyi caz albümlerinden biri olan “Seven Seas”i dinleyip iyice sindirin derim.



-

30. Yıl Anısına Görkemli Bir Proje


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 1 Nisan 2011

Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin 30. yıl programında beni heyecanlandıran çok sayıda film var. Ancak filmlerin yanı sıra bir de özel konser var ki, 11 Nisan’ı iple çekiyorum desem yeridir. Çünkü o gün Fulya Sanat Merkezi’nde muhteşem bir projenin dünya prömiyeri var. İngiliz rock grubu Tindersticks, birçok kez filmlerine müzik yaptığı ünlü Fransız yönetmen Claire Denis ile aynı sahnede buluşuyor!

Bu muhteşem buluşmanın nedeni, Tindersticks-Denis işbirliğinin 15. yılına girmesi. Bu kapsamda 26 Nisan’da box set olarak özel bir albüm de çıkıyor. Denis’nin “Nenette et Boni”, “Trouble Everyday”, “Vendredi Soir”, “35 Rhums”, “L’intrus” ve “White Material” adlı filmlerinin müziklerinin yer aldığı albüm için Londra, Paris Los Angeles ve San Francisco’da özel konserler planlandı.

İşte o konserlerin ilki İstanbul’da olacak ve Tindersticks, Denis’nin filmlerinden görüntüler eşliğinde, o filmler için bestelediği parçaları canlı seslendirecek.

Festivalde bu saydığım altı filmden “Vendredi Soir” dışında diğer beşi gösterilecek. Filmleri daha önce izlememiş olanlar “Hangisini görelim?” diye soracak olursa, hepsini görün derim.

Claire Denis, “auteur” diye adlandırılan sanat sineması kavramının en önde gelen isimlerinden birisi. Filmleri çoğunlukla Fransa’daki Afrika kökenli göçmenlerin gündelik yaşantılarını konu edinir. Karakterlerin karşılıklı konuşmaları yerine, uzun süreli sabit çekimler, yakın planlar, semboller, yüz ve beden detaylarıyla anlatır hikayeyi. Onun filmlerinde beni görsel anlamda en çok, imajlar, metaforlar ve seslerle kurduğu hayalle gerçek arası atmosferin çarpıcı doğallığı çekiyor.

İstanbul’da gösterilecek beş film arasında tercih yapmanız gerekiyorsa, bir baba ile kızı arasındaki yoğun ilişkiye odaklanan “35 Rhums” (35 Tek Rom) ve hiçbir seks sahnesi içermeden iki kardeş arasında gelişen duygusal yakınlaşmayı anlatan “Nenette et Boni”yi (Nenette ile Boni), ihmal etmemenizi öneririm.

Şiddet ile şefkat, şehvet ile duygusal yakınlık arasındaki ilişkiye odaklanan “Trouble Everyday”, bugüne kadar beyazperdede gördüğüm en sarsıcı sahneleri içeriyor. Seks ile şiddetin iç içe geçtiği, izlemesi zor kanlı sahneleriyle adeta bir korku filmi gibi. O sahnelere dayanmayı göze alırsanız, yakalamışken bu etkileyici filmi de görün derim.

Claire Denis'nin hangi filmini izlerseniz izleyin, sonuçta sinemadan aklınızda yanıtlanmamış sorularla çıkacak, üzerinde uzun süre düşüneceksiniz.

Tindersticks'in sine-konser prömiyerine gelin. Sarsılacaksınız.





-

Translate