30 Haziran 2011 Perşembe

Vitrindeki Albümler 73:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 25 Haziran 2011

BON IVER- Bon Iver (Jagjaguwar)

Indie folk’un son yıllarda en iyi çıkış yapan gruplarından birisi Bon Iver oldu. 2008 tarihli çıkış albümü “For Emma, Forever Ago” ile o yılın en güzel albümlerinden biri olmakla kalmadı, kimi müzik dergilerinin son 10 yılın en iyi 100 albümü listelerinde de yer aldı. Bon Iver’in ardındaki asıl güç, bütün şarkıları yazıp besteleyen, gitarist ve vokalist Justin Vernon’du.

İlk albüm, akustik gitar eşliğinde Vernon’un falsettosuyla eşlik ettiği minimalist sound ve güçlü şarkı sözleriyle dikkat çekti. Hüzün ve yalnızlık temalı şarkılarıyla, çok yalın ama bir o kadar da çarpıcı, insanın içine işleyen, sıcak, özgün bir soundu vardı. O sıcaklığın ardında Vernon’un o dönemde yaşadıklarının etkisi de vardı elbet. Eski grubu DeYarmond Edison’ın dağıldığı, özel hayatında uzun zamandır süren ilişkisinin yeni bittiği bir kış döneminde, Wisconsin’de bir ormanda üç ay kaldığı dağ evinde yazmıştı o albümü...

Kısa sürede o evin sınırlarının çok ötesinde yankılandı Bon Iver’in müziği. Peter Gabriel bile ünlü “Flume” adlı şarkıyı cover’ladı. Twilight filminin soundtrack albümünde de yer alan Bon Iver, uluslararası alanda büyük başarı elde etti.

İlk albümden bu yana aradan üç yılı aşkın bir süre geçti. Justin Vernon, bu zaman içinde, Gayngs, folk grubu Volcano Coir ve Kanye West gibi isimlerle çalıştı. Doğrusu “For Emma, Forever Ago”nun başarısından sonra bunu nasıl aşacağını merak ediyordum. Kendini tekrarlarsa aynı ilgiyi göremeyebilir, radikal bir değişiklik yaparsa hayranlarını mutsuz edebilirdi.

İkinci albüm kısa bir süre yayınlanınca merakımı giderdim. “Bon Iver” adını taşıyan bu albümde, akustik gitarın yanı sıra, elektro gitar, synth, çelik üflemeliler ve org kullanılarak sound zenginleştirilmiş. İlginç olan şu ki, yine de minimalist çizgiden uzaklaşılmadan temiz, yalın bir sound elde edilmiş.

İlk albüme göre, bu defa şarkılar hayatla ilgili daha genel temalara odaklanmış. “Berth”, “Lisbon”, “Calgary”, “Minnesota” gibi her biri ayrı bir yeri ya da konsepti sembolize eden 10 şarkı var albümde. “For Emma, Forever Ago” kadar hüzünlü olmasa da, yine insana çok dokunan kırılgan bir romantizm yansıtıyor şarkılar.

Son üç yılda sadece bu on şarkıyı yazmış Justin Vernon. Bu defa yanında akustik gitarı ve kayıt cihazı ile bir dağ evine kapanmak yerine, eski bir veteriner muayenehanesinden dönüştürülen stüdyosunda yapmış kaydı. Bunun getirdiği bir stüdyo hissi var ancak ilginçtir sound daha deneysel.

Justin Vernon, bir röportajında farklı bir tarz yakalayıp, kendi aklında farklı bir yer açmaya çalıştığını söylemişti. Düşündüğü o yeri tam olarak buldu mu bilmem, ama orijinal sounduyla sadece kendisine özel bir tarz yakaladığı kesin.

21 Haziran 2011 Salı

9 Saatlik Metal Maratonu


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 21 Haziran 2011

Uzun maratondu gerçekten. Yıllardır gelmesi için kampanyalar yürütülen Iron Maiden, sonunda İstanbul’da dinleyicisiyle buluştu. Grup, gördüğü ilgiden çok da memnun görünüyordu. Vokalist Bruce Dickinson, “Bu akşam biletlerin hepsi tükenmiş. Bir dahaki sefer bunun iki katı büyüklükte bir yerde çalalım” deyince büyük alkış aldı. Organizatörler şimdiden mekan düşünsün derim.

Aslında Maçka Küçükçiftlik Park’a 15 bin insanı toplayabilmek için sadece Iron Maiden’ın adı bile yeterdi. Ama onun yanına Mastodon, In Flames, Slipknot ve Alice Cooper da eklenince, tam bir heavy metal şöleni yaşandı.

Sahneye ilk çıkan Mastodon, progresif sounduyla güzel bir set sundu. Ancak binlerce insanın çok geç açılan tek bir kapıdaki güvenlik kontrolünden geçip içeriye girmesi uzun zaman aldığından az sayıda insana çaldılar. Biz basın mensuplarına ise, festivale giriş için güvenlik bilekliği takılmadı nedense. O yüzden tuvalete gitmek için bile dışarı çıkınca geri girmek büyük sorun oldu. Hatta bazılarımız güvenlik görevlilerinin çok kaba tavırlarına maruz kaldı. Ben güvenlik görevlisi tarafından tartaklanmaktan gazete kimliğimi göstererek kurtuldum...

İsveçli melodik death metal grubu In Flames sahneye çıktığında alan biraz daha kalabalıktı. Hem yeni hem eski şarkılarını çaldılar fakat istedikleri coşkuyu bir türlü görmediler. Bir ara vokalist Anders Friden, “Çok sakinsiniz” diyerek herkesi zıplamaya davet ettiyse de dinleyicileri bitiren aşırı nemli sıcaktı. O kadar sıcak bir günde koca mekanda tek bir gölgelik yerin olmaması, arada bayılanları görmemize de neden oldu.

Sahnenin solunda ve sağında yer alan birer adet yiyecek ve içecek standı da talebi karşılamaya yetmedi. Sadece sucuk, köfte ve salamlı sandviç satılan festivalde vejetaryenler asla düşünülmemişti. Dışarıya çıkmak da yasak olduğundan, toplam 11 saat aç kaldık. Ayrıca bir bardak su alabilmek için bile yarım saat sırada beklemek gerekti. Akşam 8 sıralarında ne su kalmıştı ne de yiyecek... O saatten sonra aç kalan bir tek ben değil herkesti.

Alice Cooper, sıcağın biraz daha hafiflediği bir saatte çıktı. İlginç kostümleri, şapkaları, makyajı ve koltuk değneği, kılıç gibi oyuncaklarıyla hem sahne görselliği hem de performans başarısı açısından alkışı hak etti.

Feed My Frankestein” adlı şarkıda dev bir Frankestein kuklası çıktı sahneye. Bir ara Türk bayrağı ile sahneyi turlayan Cooper, konfetiler içinde şovunu tamamladığında 63 yaşında o dinamizmi canlı tutabildiği için takdir ettik.

Bir ara Pink Floyd'dan "Another Brick in the Wall"u söylemeye başlayınca, kısa bir süre önce aynı parçayı cover'layıp tepki çeken Serdar Ortaç'la ilgili esprilere neden oldu; ama doğrusu Alice Cooper versiyonu hiç de fena değildi.

Üzerlerinde kırmızı tulumları ve yüzlerinde her zamanki gibi maskeleriyle çalan Amerikalı grup Slipknot, üç ayrı perküsyon setiyle nu metalin kulakları zorlayan sınırlarında müthiş bir enerji yansıttı. Palyaço maskeli perküsyoncu Shawn Crahan, alçalıp yükselen ve aynı zamanda dönen setinin başında görülmeye değerdi.

Gecenin yıldızı Iron Maiden, son albümden “Satellite 15... The Final Frontier” ile sahneye çıktığında mekan alkıştan yıkıldı. Diğerlerinin aksine çok daha yalın bir sahne tasarımı kullandı Iron Maiden. Sadece bir ara albüm kapağında da yer alan yaratığı gördük.

Türk bayrağıyla koşan Alice Cooper’a karşılık, Bruce Dickinson İngiliz bayrağı ile koştu. Neyse ki ardından lafı Lübnan, Irak, Suriye’ye getirdi, onlar için cinsiyet, din ve ırk farkının olmadığını belirtti ve “Blood Brothers”ı dünyanın her yerindeki hayranlara adadı.

Gün Iron Maiden’ın mükemmel performansıyla sona erdiğinde yorgun, aç ve susuzduk. Dedim ya zorlu maratondu...

-

20 Haziran 2011 Pazartesi

Vitindeki Albümler 72:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 19 Haziran 2011

ROBIN GUTHRIE- Emeralds (Darla Records)

Gelmiş geçmiş en iyi alternatif rock gruplarından Cocteau Twins’in kurucusu, gitarist, şarkı yazarı ve prodüktör Robin Guthrie, son yıllarda müzik hayatının en üretken dönemini yaşıyor. 1998’de grubun dağılmasından sonra 2003’te ilk solo albümünü yayınladı. O günden bu yana da sürekli film müzikleri, işbirlikleri, remiks ve yeni albümlerle karşımızda.

Bu yıl uzun zamandır ortak albümler yaptığı Harold Budd’la çıkardığı “Bordeaux”dan sonra, “Emeralds” adlı yeni bir solo albüm yayınladı. Guthrie’nin enstrümantal çalışmalarının dokuzuncusu olan albümde toplam 39 dakikayı bulan 10 parça var.

Müzisyenin daha önceki ambient albümlerini bilenler için “Emeralds”da büyük yenilikler yok. Yine çok usta olduğu bir alanda yeteneklerini sergilemiş Guthrie. İç içe geçmiş ses katmanları yaratıp, duyguları harekete geçirmek ve dinleyeni farklı bir atmosfere sokmak onun işi.

Albümü dinlerken kendinizi bir rüya aleminde sanıyorsunuz; duvarlarda ağaç resimleri, tavanda gökyüzü görünüyor adeta. Guthrie’nin gitardaki olağanüstü yeteneği, size kendi filminizi hayal ettiriyor. Tıpkı Cocteau Twins gibi.

Ama bu defa Elizabeth Fraser’ın müthiş sesi yok. Onu aradığınız zamanlar olsa da, alışıyorsunuz bu duruma. Guthrie’nin gitarı liderliği alıyor üzerine; bazen yansıttığı keyifle hafifletiyor sizi, bazen melankoliye sürüklüyor.

Ambient denince Brian Eno’nun yerini kimse alamaz ama onun ardından biri gelecekse bu ancak Robin Guthrie, Harold Budd gibi isimler olur. Hayallere eşlik edecek müzik arıyorsanız “Emeralds”ı dinleyin.



16 Haziran 2011 Perşembe

Yeni Sezonda Salon Heyecanı


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 16 Haziran 2011

Müzikseverlere güzel haberlerimiz var. Geçen sezon iddialı ve alternatif isimleri İstanbul müzik sahnesine taşıyan Salon, sonbaharda yeni sezonu başlatıyor. 15 Eylül’de İstanbul Bienali açılış partisiyle kapıları açılacak mekan, yine bol alkış toplayacak isimleri ağırlayacak.

Salon’un Direktörü Bengi Ünsal, salı akşamı birkaç müzik yazarını davet ettiği özel toplantıda sonbahar ve kış aylarında canlı dinleyeceğimiz isimleri açıkladı.

23-24 Eylül’de ünlü caz gitaristi John Scofield, grubuyla birlikte konuk oluyor Salon’a.

30 Eylül-1 Ekim’de trip-hop’ın en başarılı temsilcilerinden İngiliz elektronik müzik ikilisi Lamb’in konserleri var. Sekiz yıl aradan sonra bu yıl beşinci stüdyo albümü “5”ı kaydeden Lamb, doğrusu en heyecanla beklediğim gruplardan. Yeni albümleri de konser için sabırsızlanmayı haklı çıkaracak kadar iyi.

Ekim ayının konuklarından bir diğeri John Abercrombie Quartet. Progresif caz / füzyon caz tarzındaki çalışmalarıyla tanıdığımız caz gitaristi Abercrombie, caz dinleyicisinin kayıtsız kalmayacağı bir isim.

Yeni kurduğu beşlisiyle 70 yaşında dünyayı turlayan bas gitar ustası, besteci ve prodüktör Stewe Swallow, 31 Ekim-1 Kasım’da iki konser verecek. Beşlinin içinde, 1960’ların Free Jazz (Özgür Caz) akımının önde gelen figürlerinden besteci, org ve piyanonun özgün müzisyeni 75 yaşındaki Carla Bley de var.

2-3 Kasım’da Grammy adayı, Amerikalı çağdaş caz dörtlüsü Fourplay, 23-24 Kasım’da ise ülkemizde çok sayıda hayranı olan caz şarkıcısı Stacey Kent Salon’u renklendirecek.

Norveçli indie folk şarkıcısı, gitarist Ane Brun, 25 Kasım’da Salon sahnesinde yer alıyor. Şu anda Peter Gabriel’e dünya turnesinde eşlik eden Brun, sezonun en ilginç isimlerinden birisi.

Modern caz dinleyicileri için de iyi bir haber var. Özgün sounduyla hayranlık uyandıran Portico Quartet, 2 Aralık’ta Salon’da olacak.

Bütün bunların dışında henüz kesinleşmeyen ama bize fısıldanan heyecan verici konserler var Salon’un yeni sezonunda. Ülkede bazı şeyler ters gitse de, mutluluk müzik ve sanat alanında!

-

12 Haziran 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 71:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 12 Haziran 2011

DANGER MOUSE / DANIELE LUPPI – Rome (Parlophone)

Danger Mouse adıyla tanıdığımız Brian Burton, son yılların en parlak prodüktörlerinden birisi. Gorillaz, Gnarls Barkley, Broken Bells, Dark Side of the Soul ve David Lynch ile yaptığı çalışmalarla yeteneğini defalarca kanıtladı.

Daniele Luppi ise, Burton’ın birçok projesinde düzenlemeleri üstlenen İtalyan besteci. Her ikisinin de klasik İtalyan filmlerinin müziklerine duydukları sevgi, bu yıl ortak bir albümle sonuçlandı.

1960 ve 70’li yıllarda İtalyan yönetmenler tarafından çekilen kovboy filmlerinin yani “spaghetti western”lerin o dönemde çok popüler olan müziklerini yeniden canlandırıyor “Rome” albümü. Kayıt, tamamen akustik ve vintage enstrümanlarla, Sergio Leone ve Ennio Morricone gibi efsane müzisyenler tarafından da kullanılan Roma’nın eski Ortophonic Stüdyoları’nda (şimdiki adıyla Forum Stüdyoları) yapılmış.

Burton ve Luppi’nin toplam beş yıla yayılan yoğun bir besteleme ve kayıt aşamasından sonra hayata geçirdiği “Rome” ayrıca, o eski soundu müziğe yansıtmak için, 60’lardan efsane müzisyenleri de işin içine katmış.

Albümün en güzel sürprizlerinden birisi, Sergio Leone’nin “The Good, the Bad and the Ugly” ve “Once Upon a Time in the West” gibi film müziklerinde de çalan Alessandro Alessandroni’nin “I Cantori Moderni” korosu ve Marc 4 grubunun kayıtlarda yer alması.

Sürprizler bununla da bitmiyor. Albümün açılışını, sesini 44 yıl önce “The Good, the Bad and the Ugly”nin film müziklerinde de duyduğumuz opera şarkıcısı Edda Dell’Orso, “Theme of Rome” ile yapıyor. Son derece etkileyici, dramatik bir açılış.

Bunun yanında bir erkek bir kadın iki vokali daha var albümün. Her biri üçer şarkı seslendiren Norah Jones ve Jack White. Norah Jones’un buğulu sesiyle yorumladığı şarkılar, albüme dream pop karakteri verirken, Jack White’ın sözleri de yazdığı şarkılar albüme bambaşka bir renk katıyor.

Bunun yanı sıra, beni en çok cezbeden parçalar enstrümantal olanlar. Danger Mouse ve Luppi’nin beste ve düzenlemedeki ustalıkları albüm boyunca ortaya çıkıyor; ancak bana spaghetti western’leri hatırlatan asıl müzikler enstrümantal parçalar oldu. Bu melankolik, kırılgan ama aynı zamanda dinleyenin içini garip bir mutlulukla dolduran melodik müziği dinlerken insan kendini 60’lardan bir İtalyan kovboy filmini hayal ederken buluyor.

Danger Mouse ve Daniele Luppi’nin, 40-50 yıl öncesinin ve bugünün müzisyenlerini buluşturarak, geleneksel yöntemlerle kaydedip çağdaş bir sound yakaladığı “Rome”, kaliteli prodüksiyonu ve özgün besteleriyle kuvvetli bir alkışı hak ediyor.



5 Haziran 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 70:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 5 Haziran 2011

Jazz Roots, Amerikalı besteci, piyanist ve orkestra şefi Dave Grusin’in sanat yaşamını kutlamak için güzel bir konser albümü yayınladı. Sayısız ödül sahibi, unutulmaz film müziklerine imza atan bu saygın bir müzisyen için yapılan kutlama da elbette müzik dünyasının önde gelen isimlerini bir araya getirdi.

Kimler yok ki? Jon Secada, Patti Austin, Monica Mancini, Gary Burton, Arturo Sandoval, Sammy Figueroa, Nestor Torres!

Hepsi Dave Grusin için verilen konsere katılmayı kabul edince, muhteşem bir kadro oluşmuş. Ama albümün güzelliği bununla da kalmıyor; Miami Üniversitesi Frost Müzik Okulu’nun 75 kişilik Henry Mancini Orkestrası da bu görkemli ekibe eşlik ediyor.

Larry Rosen ve Phil Ramone’un prodüktörlüğünde yayımlanan albümde yer alan şarkı listesi iki temel gruba ayrılabilir: Dave Grusin’in besteleri ve onun en sevdiği besteciler Gershwin, Bernstein, Mancini’nin eserleri.

Albümün konser kaydı olmasının en iyi yanı, dinlerken insanı adeta Miami’deki salona götürüp o atmosferi yaşatması. Bunun en iyi örneği, Patti Austin’in Michelle Pfeiffer’ın “The Fabulous Baker Boys” filminde piyanonun üzerine uzanıp söylediği “Makin’ Whoopee” adlı şarkıyı sunarken yaptığı espriler. “Onun gibi piyanonun üzerine çıkamam, kırmızı elbisem de yok” diyor ama şarkının sonunda ne yapıyorsa salonda büyük bir alkış ve kahkaha tufanı kopuyor. Herhalde onu görmek için konserin DVD kaydına bakmak gerekecek.

Dave Grusin’in şanına yakışır, kaliteli kaydıyla dinlemesi çok zevkli bir konser albümü.

Bu arada ek bir bilgi olarak Dave Grusin’in 17-18 Haziran’da Lee Ritenour Band‘e piyanoda eşlik edeceğini belirteyim. http://www.istanbuljazz.com/detay1.asp?idx=338&idx2=1436&idx3=0



Albümde yer alan şarkılar:

1-Fratelli Chase (Dave Grusin)
2-On Golden Pond / Hornpipe Medley (Dave Grusin)
3-Intro: Patti Austin
4-Makin’ Whoopee (Walter Donaldson- Gus Kahn) (Feat. Patti Austin)
5-Porgy & Bess Medley (George Gershwin-Ira Gershwin-Hepward Du Bose)
6-Cool (Leonard Bernstein-Stephen Sondheim) (Feat. Gary Burton)
7-Somewhere (Leonard Bernstein-Stephen Sondheim) (Feat. Jon Secada- Patti Austin)
8-Suite from the Milagro Beanfield War (Dave Grusin)
9-Intro: Jon Secada
10-Maria (Leonard Bernstein-Stephen Sondheim)
11-I Feel Pretty (Leonard Bernstein-Stephen Sondheim) (Feat.Nestor Torres)
12-Moon River (Henry Mancini-Johnny Mercer) (vokal: Monica Mancini)
13-Peter Gunn (Henry Mancini) (Feat. Gary Burton)
14-memphis Stomp (Dave Grusin)

-

Translate