31 Temmuz 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 78:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 31 Temmuz 2011

HANDSOME FURS - Sound Kapital (Sub Pop Records)

“Elektronik müziğin soğuk, insani duyguları aktarmakta yetersiz olduğuna” dair köhnemiş bir anlayış vardır; çoğunlukla teknoloji ile müzik birlikteliğine karşı duranlar tarafından savunulur. Hiç katılmadığım bu görüşü çürütmek için müzik tarihinden verilebilecek çok örnek var. Yenilerden son örnekse, Kanadalı ikili Handsome Furs.

Alternatif rock grubu Wolf Parade’den tanıdığımız Dan Boeckner’ın klavyeci eşi Alexei Perry ile kurduğu Handsome Furs, “Sound Kapital” adını verdiği üçüncü albümünde, o eski anlayışın geçerli olmadığını kanıtlama amacını gütmüş. Bunun sonucu olarak, ilk iki stüdyo albümüne göre bu defa bilinçli bir şekilde elektronik sesler çok daha ön planda. Yine elektronik davullar ve synth de var ama klavye bu albümün temeli.

Boeckner’in söylediğine göre, albümün tümünü klavye üzerinde yazmalarının iki ana nedeni var. Birincisi, Boeckner böylece ana enstrümanı olan gitardan uzaklaşıp yapmak istediği müziği ortaya koymak için farklı bir yolu denemiş ve geçmiş klavyenin başına. İkincisi, turnede oldukları sırada bütün müziği klavye üzerinde oluşturmanın pratik faydaları olmuş.

Bu ön bilgiler, albümü henüz dinlememiş ve endüstriyel sounda çok yakınlık duymayanları “Sound Kapital”dan uzaklaştırabilir. Ama böyle bir önyargıyla hareket etmek çok yanlış olur; çünkü albüm Dan Boeckner’ın güçlü vokalini elektronik seslerle buluşturarak, Doğu Avrupa’da 1980’lerde gelişen endüstriyel sound ile duyguları aktarmanın olanaklı olduğunu ortaya koyuyor.

Handsome Furs’ün “Plague Park” (2007) ve “Face Control” (2009) albümlerini sevenler için de farklı bir çalışma “Sound Kapital”. O iki albümde daha yavaş ritimli şarkılar ve daha yalın bir prodüksiyon vardı. Bu defa parlatılmış, daha çok işlenmiş bir prodüksiyon, hızlı ritimler var ve daha gürültülü bir albüm var.

Dans parçası diye nitelendirilebilecek “What About Us”ın yanı sıra, synthlerin sürüklediği “Damage”, özellikle Boeckner’in “I Feel Love / I Feel Alright” diye defalarca tekrarladığı tutkulu vokaliyle dikkat çeken “Memories of the Future” albümde öne çıkan parçalar. Kapanışı yapan parçanın “No Feelings” diye adlandırılması da ilginç bir ironi olmuş.

Broeckner’in alışılmış kalıpların dışına çıkan tavrı, “Sound Kapital”da kendini bir kez daha gösteriyor. Daha piyasaya çıkmadan kapak fotoğrafıyla epeyce konuşuldu albüm. Tamamen klavye üzerinde müzik yazıp, çırılçıplak bir kadın fotoğrafını kapağa taşımayı ya da 80’lerin endüstriyel synth-pop sounduna dönmeyi devrimci bulanlar ya da buna karşı çıkanlar olabilir.

Sovyet etkisi altındaki eski Doğu Avrupa kulüplerinden, ayrıcalıklılar yaratan kurulu düzene ve faşizme karşı fikirlerden etkilenmiş Handsome Furs. Albümün tam ortasına yerleştirilen “Serve the People”da “Mücevherler ve altın gerizekalı evlatlar için / Bütün ayrıcalıklı hırsızlar gelir ve her şeyi yönetir/ Hayır, siz halka hizmet etmiyorsunuz” diyor Boeckner.

Handsome Furs, “Sound Kapital”da risk almaktan çekinmemiş, düz yolda gitmektense cesaretle ara yollara sapmış. Sırf bunun için bile takdir edilmeli. Üstelik sonunda ortaya çıkan ürün Wolf Parade hayranlarını afallatsa da iyi bir alkışı hak ediyor.





-

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Bohem Bir Peri Kızı


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 30 Temmuz 2011

18. Uluslararası İstanbul Caz Festivali perşembe akşamı soul ve R & B’nin ünlü sesi Joss Stone konseri ile sona erdi. Bu yılki festivalin yeni mekanlarından santralistanbul Kıyı Amfi’de izlediğim ikinci konserdi. Jamie Cullum, dinleyiciye unutulmaz bir gece yaşatmıştı orada. O konserin etkisiyle büyük heyecanla gittim mekana.

Ancak Cullum konserinde olmayan bir kargaşa vardı bu kez. Ayakta durup sahneyi görecek yer bulmakta zorluk yaşadık, güvenlik görevlilerinin neden bir türlü dışarı çıkarmadıklarını anlayamadığım sarhoş bir dinleyicinin yarattığı sorunlara maruz kaldık.

Bu yüzden keyifsiz başlayan geceyi Joss Stone hareketlendirir diyordum ama şarkı listesi ilk kez halka açık konser verdiği bir ülke için çok da isabetli değildi. Henüz birkaç gün önce çıkan “LP1” adlı yeni albümündeki 10 şarkıdan 8’ini seslendirdi Stone. O şarkıları henüz kimse bilmediği için de bunlar çalınırken mekan çok hareketsiz kaldı. Stone’un kendi kurduğu plak şirketinden yayımladığı bu ilk çalışmasında country esintili şarkılar var. Oysa insanlar ondan daha çok soul şarkıları duymaya alıştı. Neyse ki o da bunun farkında ki, arada eski parçalarından da seslendirdi.

Baktı ki dinleyici pek hareketsiz, "Konserlerde dans etmeyen insanları görmekten hoşlanmıyorum" dedi; sonra da sahne önü ayakta ve oturmalı olarak ayrılan dinleyicilere seslenip, herkesi sahne önüne davet etti.

Tül gibi incecik kumaştan yapılmış, boyundan askılı sırtı açık elbisesi, beline kadar uzun saçları ve çıplak ayaklarıyla sahnede bohem bir peri kızı gibiydi Joss Stone. Henüz 25 yaşında, çok enerjik ve bir o kadar da neşeli. Sürekli “Bu çok eğlenceli” deyip, şen kahkahalar attı sahnede. O kadar ki, bir ara yanımdaki arkadaşıma “Sanırım konserde en çok eğlenen o” demekten kendimi alamadım.

Dinleyici ile kurduğu sıcak temas da şaşırtıcı. Kendisine laf atan hemen herkesle karşılıklı diyalog kurup, istek parçaları bile seslendirdi. Bir dinleyici “Less is more”u söylemesini önerince, önceden belirlenen şarkı listesinde olmasa da “Reggae severim” diyerek hemen kabul etti. Müziğe dansıyla eşlik ederken hayranlarının “hem sevimli hem seksi” diye tanımladığı ideal bir görünümdeydi.

Konserin ortasında ezan nedeniyle önceden uyarıldığını söyleyip ara verdi. Kanımca bu çakışma konusunda yapılacak en iyi şeyi İstanbul Modern’de Marianne Faithfull yaptı. Dinleyicilere “Rahatsız olmazsanız devam edeyim” dedi, alkışlarla onay aldı ve kesmedi konseri. Eğer müzikle çok iç içe geçmiyorsa, konser devam etmeli bana göre.

Israrlı alkışlar sonrasında sahneye geri geldiğinde “Onsuz bir hiçim” dediği çayından yudum aldı ve “Could Have Been You” adlı parçayı seslendirdi.

Benim için konserin en güzel anı, sahnede oturup akustik gitar eşliğinde “Landlord”u söylediği an oldu. Sesinin tüm gücü o dakikalarda ortaya çıktı. Boşuna “Beyaz Aretha Franklin” demiyorlar ona; kontralto ile mezzo-soprano arasında rahatlıkla kullanabildiği, devasa bir mekanı bile inletebilecek olağanüstü bir sese sahip.

Bis için sahneye geri döndüğünde elindeki bir buketten çiçekleri tek tek alıp dinleyicilere attı Stone. “Tell Me What We’re Gonna Do Now”ı söylerken sözleri biraz değiştirip “Siz her şeysiniz ama artık gitmem lazım” diyordu.

(Fotoğraflar Emre Mollaoğlu tarafından çekildi.)

-

24 Temmuz 2011 Pazar

“Yeni bir konser olması umudu içindeyim”


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 24 Temmuz 2011

Pink Floyd’un davulcusu Nick Mason ile Londra’da ünlü Abbey Road Stüdyoları'nda röportaj yaptık

Glastonbury Festivali için Londra’ya gittiğim tarihlerde Nick Mason’la röportaj olanağı doğdu. “Nasıl?” derseniz, rock tarihinin en büyük gruplarından Pink Floyd, plak şirketi EMI ile yapılan anlaşma sonucu, eylül ayından itibaren çok kapsamlı bir albüm serisi yayınlayacak. Bunun için başlatılan kampanyanın tanıtımı için yapılan bir röportajdı bu.

Bu seride grubun 14 albümünün yeniden elden geçirilmiş versiyonlarının yanı sıra, “The Dark Side of the Moon”, “Wish You Were Here” ve “The Wall” albümleri 6 disklik özel bir box-set ve koleksiyonerler için plak olarak olarak yayınlanacak. Ayrıca bugüne kadar hiç yayınlanmamış miksler ve internette hiçbir yerde görülmemiş konser videoları da yer alacak.

Plak şirketinin CD, DVD, Blu-ray disk ve çeşitli dijital formatlar halinde dinleyiciye ulaştırılacak bu albüm serisi için başlattığı kampanyanın adı “Why Pink Floyd?...

Olan biteni anlatmak için Nick Mason (NM) ve bütün malzemenin dijital ortama aktarılması işini üstlenen Andy Jackson (AJ - Sound Engineer) dünya basınıyla Abbey Road Stüdyosu’nda buluştu. Türkiye’den bu buluşmaya ben katıldım.

Hayranların bugün bile gelip hâlâ kapısında hatıra çektirdiği tarihi öneme sahip bir stüdyo Abbey Road. İçeri girdiğimizde üzerimizde ne varsa aldılar. Bir kalem ve bir parça kağıtla kayıt odasına alındığımızda heyecanlanmamak olanaklı değildi. The Beatles’ın ve Pink Floyd’un unutulmaz albümleri kaydettiği stüdyodaydık! Röportajdan önce tam bir saat boyunca yeni yayımlanacak albümlerden parçaları dinlettikleri için kayıt yapılmasından çekiniyorlardı.

Dinlediğimiz parçalardan birisi, “Wish You Were Here”in 1975’te kemancı Stephane Grappelli ile birlikte yapılan kaydıydı. Pink Floyd, o albümü kaydederken yandaki stüdyoda Yehudi Menuhin ile Stephane Grappelli de bir orkestrayla kayıttaymış. Grup, parçada kendilerine eşlik etmelerini isteyince, Menuhin isteksiz davranmış ama Grappelli kabul etmiş. Bu kaydın kaybolduğu sanılırken son yapılan araştırmada bulunmuş.

İkinci olarak, “Speak To Me/Breathe in the Air”in 1975 Kuzey Amerika turnesi sırasında yapılan kaydının yeniden düzenlenmiş halini dinledik. Orijinalinden oldukça farklı, müthiş bir versiyon.

The Dark Side of the Moon”un Alan Parsons tarafından yapılmış orijinal miksi de yayınlanacaklar arasında. Bize o gün stüdyoda “The Great Gig in the Sky”ın Clare Torry’nin vokali olmadan yapılan, son halinden farklı bir enstrümantal versiyon dinletildi.

Money”in 1974 Wembley konserinde çalınan space-jam versiyonu inanılmaz. BBC’nin o tarihte canlı yayınladığı ve şimdi yeniden elden geçirilen bu kayıt, çok daha sert gitarları ve daha hızlı ritmiyle mükemmel bir sounda sahip.

The Wall” albümü gerçekte tam üç kere kaydedilmiş ve herkesin bildiği üçüncüsü yayınlanmış. Biz stüdyoda “Another Brick in the Wall (Part I)”ın ikinci kaydını dinledik. O kayıtta şarkının sözlerinde bile değişiklik var.

Görsel materyallerden de bugüne kadar hiçbir yerde yayınlanmamış ve YouTube'da bile bulunmayan videolar izledik. Gerald Scarfe’ın “Shine On You Crazy Diamond” için yaptığı animasyon video, elden geçirilerek hayranlara sunulacak. 1975’te yapılan bu orijinal videoyu izleyince Pink Floyd’un döneminin ne kadar ilerisinde işler yaptığı bir kez daha anlaşılıyor.

NEDEN PINK FLOYD?

“Why Pink Floyd?...” diyorsunuz bu yeni kampanya için. Sizin buna yanıtınız ne?

NM: Bence bunun yanıtı “Neden Pink Floy olmasın?” şeklinde de düşünülebilir. Pink Floyd’un farklı dinleyici tipleri var. Öncelikle grubun tam olarak ne olduğunu bilmeyenler olabilir. 21. yüzyıldayız ve doğal olarak bazı insanlara ulaşamamış durumdayız. Bir diğer grup da, grubu yakından tanıyan ve neyi nasıl yaptığımız konusunda daha derine inmek isteyenler. Yaptıklarımızı neden yaptığımız konusuna tam açıklık getirebildiğimizi sanmıyorum ama nasıl yaptığımızı ortaya koyabiliriz. Bu projenin asıl sorumlusu EMI’dır. Çünkü işi başlatan onlardı. Elimizde ne var ve araştırırsak neler bulabiliriz diye bir düşünceyi onlar ortaya attı ve her şey öyle başladı. Böylece grup olarak elimizde olan materyalleri keşfederken organik bir şekilde gelişen bir süreç oldu. Hatırımızda kalan ve bulduğumuz her şeyin ilginç olabileceğini düşündük. Daha önce hiç yayınlamadığımız materyallerdi bunlar. Aslında benim açımdan, ilk başta bir insanın böyle derinliğine bir proje ile ilgilenmesinin nedenini anlamak zordu. Ancak daha sonra düşününce şunu fark ettim ki, benim kendi arşivim de örneğin Charlie Parker’ın Verve serisiyle dolu ve o seriden çıkan bütün kayıtlara sahibim. Bu nedenle, ben böyle derinliğine bir seri ile ilgilenebiliyorsam, birileri de Pink Floyd kayıtlarıyla ilgilenebilir diye düşündüm. Ayrıca bu, muhtemelen, her şeyin tamamen sadece internetten indirilebildiği bir dönemden önce, kayıtlara fiziksel olarak sahip olmak isteyenler için son fırsat. Yıllar içinde ne yaptığımıza bakmak için de bir olanak. Çünkü bunlar birkaç yıl içinde tamamen ortadan yok olabilir. Gelecekte bunları indirdiğinizde belki yanında videolar, grafikler olabilir ama fiziksel kopyalar kesinlikle bulunmayacak.

Bu süreç nasıl başladı ve siz nasıl dahil oldunuz?

NM: İşin en zor kısmı Andy Jackson ve James Guthrie tarafından yapıldı. Aslında yapılan şuydu: Onlar işi tamamladılar. Bazıları teknik olarak yayınlanmaya uygun hale getirildi. Bazılarıysa 10 yıl önce yayınlamamızın olanaklı olmadığı materyallerdi. Çünkü bunların dinlenebilecek düzeyde aktarılabilmesi için gereken teknoloji o dönemde yoktu.

AJ: Wembley’de 1974’te The Dark Side of the Moon’un tümüyle çalındığı konser vardı elimizde. Ama kayıtlarda bazı teknik sorunlar olduğu için kullanılamamıştı. Ancak bugün sahip olduğumuz teknik olanaklar bunları elden geçirip kullanılabilir hale getirmemize olanak veriyor. 5-10 yıl önce yapılabilecek şeyler değildi bunlar. Bazı kayıtları da bu araştırmalarımız sırasında bulduk. Özellikle The Dark Side of the Moon’da yer alan bazı şarkıların albüm yayınlanmadan önce konserlerde çalınan versiyonları var. Bazıları gerçekten albüm versiyonlarından çok farklı. Bir şarkının ilk yaratılma sürecinden yayınlanana kadar geçirdiği dönüşümü göstermesi bakımından çok ilginç.

Bu çalışmaları yaparken sizi en çok şaşırtan şey ne oldu?

NM: Beni en çok şaşırtan şey, Stephane Grappelli ile “Wish You Were Here” için yaptığımız kaydı bulmak oldu. Kaybolduğu sanılıyordu ama hep üzerine başka bir kayıt yapıldığı düşünüldü; ki bu neredeyse suç sayılabilecek bir davranış!

AJ: O dönemlerde 16 ya da 24 kanallı kayıtlar yapılırdı. Kayıt için kullanabileceğiniz kaset hemen biterdi. Eğer istediğiniz kadar iyi değilse silmek durumundaydınız. Şans eseri, bu kaydın bir miksini bulduk.

NM: Eskiden nasıl çalıştığımızı hatırlamak açısından da ilginç bu. Yer kalmayınca bazı kayıtları silmek zorundaydık. Bu durumda mesela bir gitar solo varsa onu kaydeder, şarkının vokal kısmına geçerdik. Böyle bir çalışma da miksi çok eğlenceli bir hale getirirdi tabii.

“BİZ PINK FLOYD'UZ; BİRLİKTE ÇALIŞMAYIZ!”

Pink Floyd bu projede grup olarak mı çalıştı?

NM: Biz Pink Floyd’uz; birlikte çalışmayız! (Bunu gülerek söyledi Mason.) Birbirimize oldukça uzak mesafelerden çalıştık.

AJ: Ortada olmayan yeni bir şey yaratmadık. Boş bir sayfa yoktu önümüzde. The Dark Side of the Moon’un nasıl olduğunu herkes biliyor, elimizde albüm var. Süreç şöyle işledi: James ve ben yapılabilecek olanı yaptık ve gruba sunduk. Onlar da görüşlerini söylediler.

NM: Herkes yapılan işi dinledi ve başkalarının etkisi altında kalmadan kendi yorumunu yaptı. James ve Andy’ye tavsiyelerde bulunduk. Bu tavsiyelerin iyi ya da kötü olup olmadığını onlar değerlendirdi. Ama önemli olan şu ki, kayıtların bize gönderilen son versiyonlarında kimseyi hayal kırıklığına uğratacak bir şey olduğunu düşünmüyorum. Yapılabilecek olanın en iyisinin yapıldığını biliyorduk.

“The Dark Side of the Moon”u bugün dinlediğinizde ne hissediyorsunuz?

NM: Aslında eski materyalleri dinlemiyorum. Ama bazı şeyleri hatırlamam gerektiğinde dinlemem gerekirse, oldukça eleştirel yaklaşıyorum. Bazen de ender olarak, “Bu gayet iyi, bunu seviyorum, güzel” dediğim oluyor. Ancak eski kayıtları dinlediğimde yaşadığım hisse örnek vermek gerekirse, Time’ın girişindeki Intro’yu söyleyebilirim. Oradaki fikri seviyorum ama bugün çalsaydım çok başka çalardım. Nasıl yapardım bilmiyorum ama oradaki vuruşlar başka türlü olurdu.

O zaman yeni bir konser verip bize nasıl olduğunu gösterebilirsiniz.

NM: Ne yazık ki, bu tür şeyleri tekrar tekrar üretmeye karşı sadece benim ilgim var.

O dönemde siz grubun bütün ses efektlerinden sorumluydunuz. O sırada teknolojinin yapmak istedikleriniz için yeterli olmadığını düşündüğünüz oldu mu?

NM: Hayır, biz her zaman en son, en yeni teknolojiyi kullandığımızı düşündük. Bugünden The Dark Side of the Moon’a bakıp stüdyoda etraftaki kasetleri, mikrofon ayaklarını ve herkesin aletleri elle kontrol ederek yaptıklarını düşününce komik geliyor. O zamanlar sistem buydu. Her şeyin dijitalleşeceğini ve ProTools’da yapılabileceğini kimse düşünemezdi.

“LONDRA KONSERİ VEDA DEĞİLDİ.”

Mayıs ayında Roger Waters'ın The Wall turnesi kapsamındaki Londra konserinde Waters, siz ve David Gilmour yine aynı sahneyi paylaştınız. Bu yeni bir başlangıç mıydı yoksa bir tür elveda mı?

NM: Bunların hiçbiri değildi. Özellikle David için Roger’la yeniden bir şey yapmak açısından güzel bir fırsattı. Çok etkileyici bir an olduğunu söylemem gerek. Bu tür bir anın yeniden yaşanmasını dilerim. Benim planladığım bir şey değildi ama kesinlikle bir elveda anı olarak görmedim. Diğerlerinin de öyle gördüğünü de sanmıyorum.

Pink Floyd’dan yeni müzik gelme olasılığı var mı?

NM: Buna evet demek harika olurdu ama ne yazık ki yok. Her yayınladığımız basın bülteninin eski müzikler yerine yenileri hakkında olmasını isterdim. Ama bunun olasılık dahilinde olduğunu sanmıyorum. Başka bir Live 8 ya da yeniden birlikte çalma fırsatı çıkması umudunu taşıyorum. Fakat yeniden stüdyoya girmek, tekrar tura çıkmaya kıyasla bir parça anlamsız gözüküyor. Çünkü konserlerin hâlâ gerçek bir değeri var. Tek bir konser biletinin bütün bir koleksiyondan daha fazla ücrete satıldığı karanlık bir dönemi yaşadığımızı düşünecek olursanız durum bu.

Neden kendi solo çalışmalarınız yayınlamayı bıraktınız?

NM: Çünkü kendi kendime çalışma yapmakla çok ilgili değilim. Az sayıda davulcu grup lideri var ama ben tek başıma değil de başkalarıyla çalışmayı tercih ediyorum.

“The Dark Side of the Moon” mu yoksa “Wish You Were Here” mi sizin favoriniz?

NM: Sanıyorum The Dark Side of the Moon. Her şey yerli yerine oturdu orada, her şey uyumlu. “Wish You Were Here”ı da kendine özgü dağınıklığı nedeniyle seviyorum. Ama Dark Side yapısal olarak tatmin edici.

“21. YÜZYILDA MÜZİĞİN DEĞERİ GİDEREK AZALIYOR.”

Sizce The Rolling Stones, The Who ve Pink Floyd gibi gruplar, yıllar geçmesine karşın bugün neden hala insanların zihninde ve yüreğinde aynı coşkuyla yer almaya devam ediyor?

NM: Aslında tam yanıtı bilmiyorum. Ama bence bu müziğe değer vermekle ilgili. 1960’ların sonu ve 70’lerin başında müzik çok değerliydi. Ne yazık ki 21. yüzyılda müziğin değeri giderek azalıyor. Çok kolay bir şekilde internetten indirilebiliyor, insanlar müziğe plak ya da başka bir şekilde fiziksel formatlar aracılığıyla sahip olmuyor. Ama bir yandan da müziğin eskiden taşıdığı önemi hala hatırlayan büyük bir kitle de var. Bugün müzik endüstrisinin karşı karşıya kaldığı en önemli sorunlardan birisi bu değersizleştirme. Canlı müzik sahnesi oldukça hareketli ama albümlerin ortaya çıkışı ve hayran kitlesi edinme yolları eskiye göre çok daha zorlu. Eski dönemlerde bir albümün maddi olarak büyük değeri vardı. Çünkü 1 pound karşılığında hayatınız boyunca sahip olabileceğiniz bir şey edinebilirdiniz. O parayla o kadar önemli olabilecek başka bir şey alamazdınız. Ama şimdi o 1 pound ile belki 7 ay sonra silip atacağınız tek bir şarkı alıyorsunuz. Bunun müziğin kalitesiyle ilgili bir şey olduğunu sanmıyorum. Bugün genç gruplar tarafından yapılan müziğin daha az iyi olduğunu düşünmüyorum; hatta birçok durumda eskisi kadar iyi ve önemli. Ama artık daha az önemi olan bir dünyada yer alıyor.

Buna önerebileceğiniz çözüm var mı?

NM: Üzgünüm ki yok... Belki uzun dönemde olabilir. Birincisi, insanları müzik konusunda eğitmek ve onlara önemini hatırlatmak gerekecek. Eğer internetten hiçbir karşılık ödemeden indiriyorsanız, bütün yasal durumu bir kenara bırakın, bu bir anda ünlenen ve paraya ihtiyaç duymayan pop yıldızlarına değil, ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, bir grupta yer alıp müzik yapmaya çalışan genç çocuklara zarar verir. Bu durumda ayakta kalmalarına olanak yok. Gidip başka bir şey yapmaları mesela para fonu yönetmeleri gerekir... Birincisi, insanlara yaptıkları çalışma karşılığında makul bir ücret ödemenin mantıksız olmadığını herkesin anlamasını sağlamak gerek. Böylelikle daha çok ve daha iyi müzik dinleme olanağı olur. İnternetten indirme olayı çok büyük çapta uluslararası bir konu. Örneğin Çin telif hakları konusuna ilgi göstermiyor. Bu durum Çin’den başarılı bir grup ya da sanatçı çıkar çıkmaz değişecektir. O zaman derhal, “Hmm... Neler oluyor?” denecektir. Küresel bir müzik ekonomisine sahip olsaydık, müziğin bu kadar ucuz olmasına sevinebilirdik. Çünkü sonuçta milyarlarca insana satış yapıyorsunuz. Tekelleşme de bu durumu anlatmak için doğru kelime olurdu ve her şeyi değiştirirdi.

AJ: Bence genç insanların neden müzik için para ödemeleri gerektiğini anlamamaları konusunda yaşanan sıkıntının önemi var. Açgözlü dev plak şirketleri bu sektörü öldürüyor. Yeni, orijinal müzik bulma çabasında değiller, fabrikasyon şekilde bazı pop yıldızlarını sürüyorlar piyasaya.

“DEV EKRANLARDA KENDİMİZİ GÖRMEK İSTEMEDİK.”

Yıllar içinde Pink Floyd’un görsel yanı müziği kadar önemli hale geldi. Roger Waters, bununla gurur duyduğunu söylüyor ama David Gilmour’un müziğin görselleştirilmesi konusunda çok istekli olmadığını da biliyorum. Sizin bu konuda yaklaşımınız ne?

NM: Grup içinde bu konuda her zaman bir ayrışma vardı. Roger ve ben işin şov kısmına, efektlere, sahnelemeye düşkündük, David işin müzik kısmına ağırlık verirdi. Bu Roger’ı çıldırttı. David, görselliğe Roger ve ben kadar ilgili değildi. Ben filmleri, sahneyi kullanma şeklimizi hep çok sevdim. Çünkü canlı performanslarda bu tür bir tiyatrovari sahnelemeye gitmemizin nedeni, ki bu Dark Side’ın başarısıydı, müziği performanslarda sunmanın en iyi yöntemi olmasındandı. Biz asla o dev ekranlarda kendimizi görmek istemedik. Ekrana açıklayıcı, güzel filmler koymanın müzik açısından daha değerli olduğuna inandık.

Bugün geriye dönüp 47 yıllık müzik yaşamınıza baktığınızda elinizde olsa neyi değiştirirdiniz?

NM: Albümlerde yer alan bazı parçaları değiştirmeyi düşünürdüm. Ayrıca daha fazla yapabileceğimiz şeyler vardı. Örneğin bence ilk yıllarda daha fazla tura çıkmalıydık.

Vitrindeki Albümler 77:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 24 Temmuz 2011


THE HORRORS - Skying (XL Recordings)

2000’lerin ortasından beri hayatıma giren en iyi gruplardan birisinin The Horrors olduğunu söyleyebilirim. İlk albümleri “Strange House”u 2007’de yayınlayan grubu aynı yıl Kilyos’taki Radar Live’da canlı dinleme olanağı bulmuştuk. Oldukça kaotik ve çarpıcı bir konserdi. Dal gibi incecik beş adam enerjik performanslarıyla sahnenin altını üstüne getirmişti adeta. 1960’ların garaj rock’ı ile saykedelik rock ve punk karışımı o albüm, açıkçası beni ilk anda kendine çekmemişti.

Ancak 2009’da çıkan “Primary Colours” ile The Horrors beni hem çok şaşırttı hem de sevindirdi. Prodüktörlüğü Portishead’in şarkı yazarı ve gitaristi Geoff Barrow ve Chris Cunningham ile birlikte üstlendikleri bu ikinci albüm, “Strange House”un sert soundundan uzaklaşmış, Faris Badwin’in bariton vokalini daha önce çıkarmış, daha derinlikli bir sound elde etmişti. Yılın en iyi albümlerinden biriydi kuşkusuz. Nitekim Mercury Ödülü’ne de aday gösterildi.

Aradan iki yıl daha geçti ve şimdi elimizde muhteşem “Skying” albümü var. Bu kez prodüktörlüğünü kendilerinin yaptığı bu üçüncü albümü Londra’da kendilerine ait stüdyoda kaydetti grup. Miksleri Arcade Fire ve Portishead ile de çalışan Craig Silvey yapmış.

İkinci albümle şaşırtıp sevindiren The Horrors, “Skying”le çok kuvvetli bir alkışı aldı benden. Bir grup bu kadar kısa sürede müziğini ancak bu kadar geliştirip olgunlaştırabilir. Hayranlar genellikle grupların müzikte rota değiştirmesinden şikayetçi olur ve çoğunlukla da hayal kırıklığına uğrar. Bu kez tam tersi bir durum var. The Horrors, 80’lerin klavye ve synth ağırlıklı new wave soundunu, çok dozunda bir melankolizmle birleştirerek post-punk sularında dolaşıyor.

En önemlisi de Faris Badwan’in çok dokunaklı, hüzünlü ama aynı zamanda umut verici sakinliği elden hiç bırakmayan etkileyici vokali! “Skying”de Neu!, Echo and the Bunnymen, Nick Cave’den de esintiler var. Ama vokalde en belirgin etki David Bowie. Albümü ilk kez dinlerken, “Endless Blue” adlı parçayı tekrar tekrar başa alma gereği duydum. Uzun zamandır duyduğum en Bowie benzeri vokal kesinlikle.

İnsanı daha ilk notalardan itibaren yakalayan bir gitar riff’iyle başlayan “Dive In”, o kadar akılda kalıcı bir parça ki, onu da arka arkaya sürekli dinleyesiniz geliyor. Klavye ile bas gitarın sürüklediği melodisiyle “Still Life” ise, albümün anahtar şarkılarından birisi.

The Horrors, kurulduğu günden bu yana geçen 6 yıla 3 albüm sığdırdı. Bugün geldiği noktada yaptığı albümle çıtayı çok üste çıkarmakla kalmıyor, sürekli gelişen sounduyla bir sonraki albümü için de heyecan yaratıyor. Bu yıl Mercury Ödülü’ne aday gösterilmemiş kimin umurunda? Hak ettiği ödülü dinleyici gönlünde verdi bile bu albüme. "Skying", yılın en iyi albümlerinden birisi!

(Albümün tümünü stream yoluyla dinleyebilirsiniz.)



-

19 Temmuz 2011 Salı

Moby’den Rock’n Coke’a görkemli final


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 19 Temmuz 2011

Kavurucu sıcağın İstanbul’u adeta tutuşturduğu bir hafta sonuna denk geldi Rock’n Coke. İki yıl sonra 40 bin kişi, Türkiye’nin en büyük açık hava müzik etkinliği için Hezarfen Havaalanı’ndaydı.

Festivalin bu yıl önceki yıllara göre, ulaşım, güvenlik, yiyecek-içecek, dinleyiciler için ayrılan gölgelik alanlar bakımından daha iyi düzenlendiğini gördüm. Kolay değil; 150 kişilik bir ekip 1.5 ay çalışıp 400 bin metrekarelik bir müzik kasabası kurdu Hezarfen’de. Gelecek sefer eğer yine böyle çok sıcak bir döneme denk gelirse, gölge yaratacak çadırları artırmakta fayda olabilir.

Ama bir sorum var yetkililere. Acaba ana sahne, müzisyenler açısından güneşi doğrudan görmeyecek şekilde konumlandırılamaz mıydı? Çünkü gündüz saatlerinde sahneye çıkanlar, yakıcı güneşin altında perişan oldu. Neyse ki o sırada bunalan dinleyiciler, zaman zaman sahne görevlilerinin hortumla püskürttüğü suyla nefes alıyordu.

Bu yıl öncekilerden farklı olarak dört ayrı sahne kuruldu festivalde. Heavy metalden hardrock’a, alternatif rock’tan elektronik müziğe kadar birçok farklı müzik türünü yerli ve yabancı gruplardan dinleme olanağı vardı. İlk gün Çilekeş ve Kurban’ın ardından İngiliz indie rock dörtlüsü The Kooks sahnedeydi. Dinleyicilerle iletişimi zayıf, enerjisi düşük, vasat bir performanstı.

MOTÖRHEAD SONUNDA İSTANBUL'DA

Ülkemizde geniş bir hayran kitlesine sahip olan Duman, kendisinden bekleneni vererek festivale hareket getirdi. Şarkılarına dinleyicilerin hep birlikte eşlik etmesi coşkuyu artırdı.

Günün en merakla beklenen gruplarından birisi, metalin önde gelen ismi Motörhead’di. Grubun efsane vokalisti ve basçısı Lemmy’yi sonunda Türkiye’de gördük.

1998’de sadece 32 bilet satıldığı için iptal edilen İstanbul konseri tarihe “Motörhead Faciası” olarak geçmişti. Rock’n Coke konseri, o faciayı tarihe gömdü. 66 yaşındaki Lemmy güçlü performansıyla bir kez daha herkesin saygısını kazanırken; Limp Bizkit, enerjik performansıyla katılımcıların çoğunluğu tarafından ilk günün en iyisi ilan edildi.

SKUNK ANANSIE'DEN MÜKEMMEL ŞOV

Benim en çok görmek istediğim konserler 2. güne toplanmıştı ama farklı sahnelerdeki çakışmalar yüzünden bir bölümünü izleyemedim.

Skunk Anansie, heavy metali siyahi feminizmin öfkesiyle buluşturup "clit-rock" adını verdiği dinamik müziğiyle festivalin en iyi ikinci performansını gerçekleştirdi. Solist Skin’in fantastik sahne kostümü, seyircilerin üzerine atlayıp şarkısını onların elleri üzerinde söylemesi görülmeye değerdi. Sahneye çıktığı andan itibaren festivalin performans kalitesini oldukça üst düzeyde çekti Skunk Anansie. Yürekten alkışladık, takdir ettik.



Ancak onun arkasından çıkan Paolo Nutini, Skin’in ateşlediği festival heyecanını söndürdü. Soul, folk, pop rock karışımı müziğini seven de epeyce var ama doğrusu Nutini keşke ana sahnede çıkmasaydı ya da Skunk Anansie’den önce çıksaydı diyorum.

Moby ile röportajım olduğu için görmeyi çok istediğim Beach House'u kaçırdım ama Mogwai konserine son anda yetiştim. Enstrümantal rock’ın sürükleyici tınılarına kapılarak dinledik grubu. Yeni Melek’teki konserlerindeki kadar sert bir sound yoktu festivalde. Kısa ama doyurucu bir konserle festivalin en iyileri arasına girdiler.

Ana Sahne’de Travis başlamıştı o sırada. Britpop’u çok sevmeme karşın Travis’e hiç yakın olmadım. Ancak ülkemizde hayranı çok. Sıcak ve neşeli performanslarıyla festival alanında genel bir mutluluk yarattıklarını gözlemledim.

MOBY'DEN GÖRKEMLİ KAPANIŞ

Ama gecenin asıl yıldızı Moby’ydi. “God Moving Over the Face of Waters”ın girişindeki piyano melodisi duyulduğu anda büyülü bir etki yarattı alanda.

Porcelain”, “Extreme Ways”, “Bodyrock”, “Honey”, “Why Does My Heart Feel So Bad?”, "Go", "Lift Me Up", "Beautiful", "We Are All Made of Stars", "Disco Lies", "In This World", "Natural Blues" gibi en sevilen şarkılarını çalarak 1.5 saatlik mükemmel bir konser verdi.

Yeni çıkan "Destroyed" adlı albümünden konser boyunca uzak duruşu ilginçti aslında. Albümdeki pek çok şarkı festival havasına uymacak kadar yavaş ritimli ve dingin olduğu için olabilir ama ben en azından "After"ı çalar diye düşünüyordum, çalmadı. "Konserlerde kendimi seyirci yerine koyup en çok neleri dinlemek isterdim diye düşünüyorum. O nedenle en sevilen şarkıları çalıyorum" diyor Moby.

Kendisine vokalde eşlik eden olağanüstü güzel sesli Joy Malcolm’ı ayrıca anmak gerekir. Bis için geri geldiklerinde “Feeling So Real”i çaldılar. Bir festivali heyecanın doruğunda bitirmek istiyorsanız, kapanışı alanı dev bir açık hava diskosuna döndüren Moby’ye yaptırın. Tek kelimeyle unutulmaz bir sondu Rock’n Coke için.

Fakat Moby konserinin gece 2 civarında bitişi, ertesi gün iş günü olması nedeniyle bazı festivalcilerin Travis'ten sonra ayrılmasına neden oldu. Moby'yi daha önce defalarca canlı izlemiş birisi olarak ne göreceğini tam olarak tahmin edemeyenlere öneride bulunup, "Yapmayın, Moby konseri kaçırılmaz" dedim ama onlar da haklılardı. 2'de Hezarfen'den çıkıp eve dönmek neredeyse sabaha karşı saat 4'ü buldu. Festivalin bitişi pazar gecesi olduğu düşünülerek o kadar geç saate bırakılmasa daha iyi olurdu kanımca...

Sonuçta farklı zevklere hitap edebilen güzel bir festivaldi Rock'n Coke 2011. Emeği geçen herkesi kutlar, 2013'te devamını dileriz. Keşke her yıl yapılabilse...

Moby-Bodyrock (Rock'n Coke performansı) - Uploaded by harunelibolca

-

17 Temmuz 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 76:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 17 Temmuz 2011

LAMB- 5 (Strata Music)

1990’ların ikinci yarısında hayatımıza giren elektronik müzik ikilisi Lamb, 8 yıllık bir aradan sonra yeniden bir araya gelerek yeni bir albüm yayınladı. Drum & bass, caz ve trip-hop’ı kaynaştıran albümleriyle önemli bir hayran kitlesi kazanan ikilinin 2003’te çıkan "Between Darkness and Wonder" adlı albümden sonra birlikte çalışmaya ara vermesi birçok kişi gibi beni de epey üzmüştü.

Ancak hem şarkı yazarı, vokalist Lou Rhodes hem de prodüktör Andy Barlow, röportajlarda, maruz kaldıkları plak şirketleri baskısı karşısında müziklerinde izleyecekleri yol konusunda anlaşmazlığa düştüklerini söylüyorlardı.

Böylece her ikisi de kendi solo çalışmalarına ağırlık verdiler. Lou Rhodes, ayrılık döneminde akustik folk’a yöneldiği üç albüm yayınladı ve tura çıktı. Hatta kendisini geçen yıl Babylon’da çok güzel bir konserde dinleme olanağı bulduk.

Andy Barlow ise, çeşitli projelerde yine prodüksiyon yapmaya devam edip, farklı isimlerle kendi çalışmalarını da yayınlamaya devam etti.

Biz bu arada grubun “Gorecki”, “Gabriel”, “All Is In Your Hands”, “Cotton Wool”, “Feela” gibi unutulmaz şarkılarını dinleyip umutsuzca yeni bir Lamb albümü için beklerken iyi haber 2009’da geldi. Lou Rhodes, 3. albümünü Barlow’un evinin içinde yer alan stüdyoda kaydediyordu.

Aradan geçen zamanda her ikisi de kendi projelerini gerçekleştirmenin verdiği huzurla rahatlamış ve yeniden bir araya gelmeyi konuşur olmuşlardı. O sırada oturup tartışmış ve “Bundan sonra nereye gidebiliriz?”, “Devam edeceksek müzik nasıl olacak?” gibi hayati sorulara yanıt aramışlar.

Lou Rhodes’un eski albümlerde sesinin fazla işlenmiş olmasından rahatsız olduğu biliniyordu. Akustik albümlerinde kendi sesine duyduğu güveni daha da artınca, olabildiğince yalın bir ses olması konusunda talebi olmuş. Sonuçta parlak prodüksiyonlardan uzak durmak ve şarkının karakteri ne gerektiriyorsa onu izlemek konusunda anlaşmışlar.

Kendi kurdukları plak şirketinden yayınlanan albüm, ticari plak şirketi baskısından uzak bir ortamda yapıldığı için, hit çıkarmak gibi bir zorunluluk da hissetmemişler. Albümün finansmanının ise, tamamen hayranların grubun internet sitesinden verdikleri ön siparişlerle sağlandığını da belirtmek lazım.

Albümü dinleyince şu ortaya çıkıyor: Barlow, yine prodüksiyon ve miks yeteneklerini sergileyerek stüdyoda kontrolü elinde tutmuş. Belli ki, 1996 tarihli ilk albüm “Lamb”deki yalın soundu yakalama çabası ağır basmış. Peki yakalamışlar mı? Bu albümde bir “Gorecki” yok; ancak öyle bir şarkı bir grubun kariyerinde her zaman çıkmaz; o da bir gerçek.

11 şarkının yer aldığı toplam 41 dakikalık albümde Lou Rhodes, yine varoluş ve hayat üzerine duyguları yoğunlukla ortaya koyan sözler yazmış. Her biri aslında soyut konulardan söz ediyor; belli bir olay ya da kişi yok. Yumuşacık vokaliyle mükemmel bir yorumla söylediği şarkılar, insanı yine bulunduğu ortamdan alıp başka bir boyuta taşıyor.

En çok etkilendiğim şarkı, yaylıların ön plana çıktığı “Wise Enough” oldu. İnsan zihninde müthiş sinemasal bir etki yaratıyor. Albüm kartonetinde bu şarkının nakarat kısmının önce ortaya çıktığı ve bunun etrafında bir şarkı oluşturmanın çok zor olduğu yazıyor. Neredeyse üzerinde çalışmaktan vazgeçip bir kenara koyacaklarmış! Sonra birden tümünü yeni baştan alıp, her şeyin yerli yerine oturduğu bir kayıt yapmayı başarmışlar. Canlı dinlemeyi en çok beklediğim şarkı bu.

Bunun yanı sıra albümde olmasa daha iyi olurdu dediğim bir şarkı da var. “Build a Fire”daki baskın elektro gitar kullanımı zorlama olmuş. Birden sıradan bir Amerikan rock grubunu dinler gibi oluyorsunuz, sonra yeniden sular duruluyor ama şarkının karakteri albümün geri kalanıyla uyumsuz olmuş kanımca.

Dikkat çeken bir şarkı da Damien Rice ile düetin yer aldığı “Back to Beginning”. Aslında Andy Barlow’un “Lowb” albümünde yer alması düşünülen bu şarkı son anda Lamb albümüne girmiş. Albüme “bonus track” olarak eklenmiş ve çok açık ki diğer şarkılarla bir doku uyuşmazlığı var.

İlk dinleyişte değilse de, ancak birkaç kere dinledikten sonra her şeyin yerli yerine oturmaya başladığı albümlerden birisi “5”. Buna olanak verilirse, kaliteli prodüksiyonu ve Lou Rhodes’un olağanüstü güzel sesiyle iyi bir dönüş albümü. Ancak hepimiz biliyoruz ki, elimiz Lamb’i özlediğimizde 1996 ve 1999 albümlerine gidecek elimiz. Yeri çok zor doldurulacak albümler yapmanın bedeli bu.

Lamb’i sekiz yıl sonra yeniden bir arada görmek sevindirici. 30 Eylül akşamı Salon’da buluşacağız kendileriyle!





-

16 Temmuz 2011 Cumartesi

“İnsanlar kendilerini zorlamayacak müziği tercih ediyor”


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 16 Temmuz 2011

Glasgowlu rock grubu Mogwai Rock’n Coke’un konuğu

Yılın en heyecanla beklenen etkinliklerinden birisi Rock’n Coke, bu yıl sahneyi yeniden kurdu. 2010’da iki yılda bir düzenleneceği açıklanan festivalin bu yılki programında yer alan gruplardan birisi, enstrümantal rock’ın başarılı gruplarından Mogwai.

Daha önce 2006’da Phonem By Miller kapsamında Yeni Melek’te sahneye çıkmıştı grup. Bu defa 17 Temmuz Pazar akşamı daha iyi bir ses düzeninde Hezarfen Havaalanı’nda dinlemeyi umuyoruz. Beş kişilik grubun üyelerinden Barry Burns konser öncesi sorularımı yanıtladı.

Bu yıl çıkan “Harcore Will Never Die, But You Will” adlı albümünüzde kullandığınız enstrümanlar ve sesler açısından herhangi bir değişiklik oldu mu?

Dergilere bagetle vurarak çıkardığımız birtakım garip sesler var. Ayrıca bilgisayarla elde ettiğimiz gürültülü sesler öncekilerden daha fazla.

Yeni albüm dinleyici açısından Mogwai’nin farklı esin kaynaklarını ortaya koyan bir belge gibi. Kayıt süreci sizin için nasıldı? Bu dönemde temel esin kaynaklarınız ne oldu?

Genel prosedüre uygundu her şey. İçimizden birisi bir fikir ortaya atarken diğerleri de kendi üzerine düşeni yaptı. Bir şarkının nasıl ortaya çıkacağına ilişkin bir yol yok; ilk başta herkes bireysel çalışır. Hepimiz Glasgow’da, hatta Britanya’da yaşamadığımız için internet çok önemli bir rol oynadı. Belli bir esin kaynağı söyleyebileceğimden emin değilim. Çünkü her şey bilinçli bir şekilde gelişmiyor, kendiliğinden oluyor.

Vokalsiz müzik yapmak konusunda ne gibi zorluklar ya da kolaylıklar söz konusu? Parçalardaki duyguyu ortaya koymak için belli yollarınız var mı?

Biz hep bu şekilde çalıştık. Bu nedenle vokal içeren şarkılarla bir kıyaslama yapmak olanaksız. Şarkılarımıza herhangi bir duygu yüklemesi yapmaya çalışmıyoruz; bu dinleyicinin deneyimleyip ortaya çıkaracağı bir şey. Müziği nasıl yaptığımızı anlatmak çok zor, çünkü hiçbir sırrımız ya da kuralımız yok.

Yeni albümdeki “Mexican Grand Prix”, daha önceki çalışmalarınıza benzemeyen farklı bir parça. Ayrıca “Mr. Beast”ten bu yana ilk kez bir Mogwai albümünde vokal duyduk. Bu parçanın gerisindeki düşünce neydi?

Şarkı sözlerini biz yazmadık. Vokalleri üstlenen arkadaşımız Luke Sutherland yazıp söyledi. Bariz bir Alman soundu var, bizim için de yeni bir şey. Parçayı kaydettikten sonra Luke’dan üzerine gitar kısmını çalıp eklemesini rica ettik. Ama o vokal eklemeyi tercih etti, bizim de hoşumuza gitti. Böyle ortaya çıktı parça.

"MÜZİĞİN NEDEN MUTLAKA GÖRSELLİKLE İLİŞKİLENDİRİLMESİ GEREKTİĞİNİ ANLAMIYORUM"

Şarkıları yazarken, aklınızda herhangi bir imaj ya da tema oluyor mu, yoksa onları sadece müzik olarak mı düşünüyorsunuz?

Aklımızda herhangi bir imaj olmuyor. Aslında birisi çıkıp müzik yaparken aklında belli imajların olduğunu söylediğinde zaten ben ona inanmıyorum. Müziğin neden mutlaka görsellikle ilişkilendirilmesi gerektiğini de anlamıyorum. Beşimizin görüp ortaya koyduğu bir şey ya da ortak bir tema yok. Bu sadece müzik ve biz birlikte çalmaktan zevk alıyoruz.

Grubun içinde “de facto” bir lider var mı?

Hayır, inanılmayacak kadar demokratik bir grubuz. Bazılarımız röportaj vermekte daha iyi olduğundan diğerlerine göre medyada daha çok görünür ama belli bir lider yok. Bu kadar uzun zaman arkadaş kalabilmemizin de nedeni bu bence.

3.5 dakikalık şarkı kalıbına uymaya çalışmadığınıza göre bir şarkının tamamlandığına nasıl karar veriyorsunuz?

Hiçbir fikrim yok! Sanırım herhangi bir şey eklemeye gerek duymadığımızda karar veriyoruz. Kayıt yaparken şarkının içinde çok fazla şey olup bitiyor, bir sürü faktör giriyor işin içine. İşte o anda prodüktör yardımı gerekiyor.

"İNSANLAR POP'U SEVİYOR"

Şarkı adlarına nasıl karar veriyorsunuz?

Her zaman saçma isimler olur bunlar. Gazetede gördüğümüz bir haber, arkadaşların söylediği bir şey ya da herhangi bir şaka gibi...

İnsan enstrümantal müzik dinlerken bir anda önünde yepyeni bir dünya açılıyor gibi hissediyor. Ancak yeni albümünüzün Amazon’daki tanıtım yazısında, “Herkes Mogwai’yi anlamaz, onları müthiş yapan da budur” diyor. Mogwai’nin dünyasına girmek çok kolay değil diyebilir miyiz? Öyleyse, bunun nedeni şarkı sözü olmaması mı başka bir şey mi?

İnsanlar pop’u seviyor. Kendilerini zorlamayacak müzikleri tercih ediyorlar. (Yine de bir kısım pop müzik de çok iyi, sanırım bunlarla aynı kategoride değiller.) Ayrıca insanlar sözlerine eşlik edeceği şarkıları seviyor. İçinde bulunduğumuz dönemde enstrümantal ya da dinleyiciden çaba bekleyen müziğe bir şans verilmesi zor. Bunun için sabır gerekir ama insanlar bu sabrı göstermemeyi tercih edebilir. Öyle olsun bakalım!

Stuart Braithwaite bir keresinde, “Herkes Mogwai Young Team’i sevdiği için mutluyum, ama yaptığımız en iyi albüm olduğunu düşünmüyorum” demişti. Bir süre önceyse, o albümün tam bir felaket olduğunu söyledi. 2008’de ise, “Şimdi dinleyince o albümden gerçekten gurur duyuyorum” dedi. Sizin bu albümle ilgili şu anki düşünceniz ne?

Seviyorum ama grubun geri kalanını o dönemde tanımak dışında benim albüme hiçbir katkım yok. 8-9 yıldır hiç dinlemediysem de sadece bu nedenle Young Team’i çok seviyorum.

"POST-ROCK APTALCA BİR İFADE"

Bazı gruplar post-rock grubu olarak anılmaya itiraz ediyor. Sizin tavrınız ne?
Rock grubu denilsin yeter. Post-rock aptalca bir ifade. Bizim için hiçbir anlamı yok.

Hardcore Will Never Die But You Will”in özel paketinde 23 dakikalık film müziği içeren bir ek CD yer alıyor. Douglas Gordon ve Olof Nicolai’nın “Monument for a Forgotten Future” adlı yerleştirme çalışması için yaptığınız müzikler var içinde. Bu proje nasıl başladı? “The Fountain” adlı film için yaptığınız müzikten ne açıdan farklıydı?

Douglas’la daha önce Zidane filmini yaptık. Berlin’de bana çok yakın bir yerde yaşıyor. Bu nedenle iyi arkadaş olduk. Bir gün bana yeni projesi için müzik yapıp yapamayacağımızı sordu. Tabii biz de bu fırsatı kaçırmadık. Gerçekten çok iyi bir sanatçı, ayrıca projesi de ilgimizi çekti. The Fountain tamamen farklıydı. Orada yaptığımız şey, diğer müzisyenlerin yaptığı müziğe göre bizden bekleneni çalmaktı. Çaldığımız bölümlerin bir kısmını kullandılar. Hiç hoşuma gitmedi oradaki çalışma. Aslında şimdi düşününce... grubun geri kalanı için konuşamam ama doğrusu ben nefret ettim.


Bazı röportajlarda Avrupa turnenizde sahnede size özel videoların eşlik edeceğini söylemiştiniz. İstanbul’da da olacak mı bu?

Emin değilim ama öyle sanıyorum. O videolar, insanların bizim aptal yüzlerimize bakmasını engelliyor.





-

10 Temmuz 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 75:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 10 Temmuz 2011

ARCTIC MONKEYS - Suck It and See (Domino Recording)

Alternatif rock grubu Arctic Monkeys’in dördüncü albümü bu yılın en merak edilen albümlerinden birisiydi. Albüm çıkar çıkmaz isminin etrafında Amerika'da yaşanan tartışma ve büyük marketlerde albüm adının bantlanarak yayımlanması epey konuşuldu. Sonuçta sansürün bir türü bu da...

Albüm çıkmadan önce grubun sitesinde yayınlanan “Brick By Brick”i dinlediğimde bunun albümün tümünü temsil etmeyen bir parça olmasını dilemiştim. Çünkü “Ruhunu çalmak istiyorum / Aşkını hissetmek istiyorum” şeklinde Alex Turner’dan hiç de beklemeyeceğim sıradan sözler vardı vokalde...

Albüm kartonetinde bütün sözler Alex Turner’a ait gözükse de hâlâ acaba o şarkıda davulcu Matt Helder’ın mı etkisi oldu diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Çünkü ağır gitar riffleri ve sert sounduyla dikkat çeken parçada Helder ilk kez vokalde ağırlıkla yer alıyor.

Benim için Arctic Monkeys’i ilginç kılan en önemli nedenlerden birisi, Turner’ın topluma ve günlük olaylara dair yaptığı ilginç gözlemleri yansıtan esprili şarkı sözleri. Arctic Monkeys’in müziğinden bu özellik çıkarsa içi önemli derecede boşalır.

Neyse ki albümün tümünü dinlediğimde “Brick By Brick”teki sıradanlığın genele yayılmadığını gördüm. Turner, diğer şarkılarda dişlerin çarpıştığı öpüşmelerden, berbat garsonlar ve yemeklerden, öğleden sonraları izlediği kovboy filmlerinden söz ederken yine akıllıca yazılmış sözlere imza atmış.

Sound olaraksa şunu söylemek gerekir. Açık ki 2006’daki “Whatever People Say I Am, That’s What I’m Not” soundunun üzerine yeni yapılar kurdu Arctic Monkeys. Bir önceki albüm “Humbug”ın getirdiği farklılıklarla belirginleşen bu yapı, yeni albümde iyice yerine oturdu. Daha önceki üç albümden de özellikler taşıyan, kendi içinde tutarlı bir çalışma “Suck It and See”.

İkinci albüm “Favourite Worst Nightmare”de de prodüktörlüğü üstlenen James Ford’un etkisini gösterdiği daha melodik, daha radyo dostu parçalar da var, “Humbug”ın prodüktörü Queens of the Stone Age’in vokalisti Josh Home’un etkisini hissettiren daha ağır gitarlarıyla öne çıkan parçalar da.

“Humbug”daki agresif sound, çoğu hayranı memnun etmemişti. Bu albüm, bu gruptakileri yine memnun etmeyebilir; ama eğer ona hak ettiği şansı verirseniz, içinde The Smiths de duyabilirsiniz.

BON JOVİ, HÂLÂ DELİKANLI GİBİ


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 10 Temmuz 2011

Ben de birçok müziksever gibi Galatasaray’ın Aslantepe’deki yeni stadı Türk Telekom Arena’ya cuma gecesi ilk kez adımımı attım.

80 ve 90’lı yılların ünlü rock grubu Bon Jovi’nin 18 yıl sonra İstanbul’a gelişi, kentte hissedilir bir heyecan dalgası yarattı. Stadyuma gidiş ve gelişte metroda yaşanan izdihama tanık olsaydınız, bütün İstanbul halkının o konsere gitmiş olduğunu bile düşünebilirdiniz.

REDD'DEN ALKIŞLANACAK HAREKET

Bon Jovi öncesinde açılış konserini ülkemizin beğenilen rock gruplarından Redd verdi.

Metrodaki yoğunluk nedeniyle konserin tümünü izleyemedim ama geceye damgasını vuran olay, Redd’in “Masal” adlı şarkısını Ahmet Şık ve Nedim Şener’e adaması ve “Onlar da bu konseri bizimle izlemeliydi” diyerek şarkı boyunca Şener ve Şık’ın fotoğraflarının olduğu insan boyutundaki kartonetleri sahnede tutması oldu.

Herkesin korkudan sustuğu bir ortamda Redd’in yaptığı önemlidir.

BON JOVİ, 160 DAKİKA SAHNEDE KALDI

Bon Jovi, planlanandan 15 dakika önce 20.45’te sahneye çıktı. “Raise Your Hands” ile stadyuma taşıdığı coşku, toplam 160 dakika süren konserde hiç bitmedi.

Grubun vokalist ve gitaristi Jon Bon Jovi, üniformayı andıran altın sarısı işlemeli kırmızı ceketi ve daracık siyah pantolonuyla sahnede göründüğünde, maçlarda duyduğunuz tezahürata kadınların çığlıkları karıştı.

Sahnenin iki kenarında stadyum konserlerinin vazgeçilmezi olarak duran iki büyük ekrana karşılık, bir de grubun arkasına konulan 35 metrelik dev bir ekran vardı. Çoğunlukla grup elemanlarını devasa boyutlarda gördüğümüz bu ekranlara zaman zaman çeşitli görüntüler yansıdı.

Captain Crash & The Beauty Queen From Mars”da seksi kadınlar, “Lost Highway”de yol görüntüleri, “We Weren’t Born to Follow”da John Lennon fotoğrafı, barış işareti, ayağa kalk, diren, ileriye git, inan şeklinde yazılar gördük.

Ancak bu yanıltıcı olmasın; kariyeri boyunca belirgin bir siyasi bir kimliğe sahip olmadı Bon Jovi; sadece bu tür mesajları ekrana yansıtmak stadyum konserlerinde bir moda haline geldi.

Konserin en ilginç anlarından birisi, Bon Jovi’nin ceketini ve tişörtünü sahnede çıkartıp birden arkasında “Bon Jovi 10” yazan ay yıldızlı Türkiye formasını giymesi oldu. Konserin bir bölümünü bu formayla söyleyip, “İstanbul... It’s My Life” deyince de alkış tufanı koptu.

Seyircisini nasıl yakalayacağını çok iyi biliyor Jon Bovi. Yalnız konserin sonuna doğru eline tutuşturulan Galatasaray atkısını havaya kaldırınca binlerce kişi tarafından yuhalandı. Ama durumu derhal fark edip anında indirdi.

Grup, Jon Bon Jovi’nin konserden önce dizinden geçirdiği ameliyata ve gitarist Richie Sambora’nın kısa bir süre önce gördüğü alkol tedavisine karşın, bitmeyen enerjisiyle, “Bad Medicine”, “Keep the Faith”, “I’ll Be There For You”, “Blaze of Glory”, “You Give Love A Bad Name”, “Livin’ On A Prayer” gibi beklenen bütün şarkılarını çaldı.

Roy Orbison’un “Pretty Woman” adlı şarkısını çalmaları ise, gecenin en güzel anlarındandı. Bis için iki kez sahneye geldikleri konser “Always”le sona erdiğinde herkes mutluydu.

Ben stadyum konserlerine fazla meraklı değilim; ama diyorum ki bir stadyum konseri ancak bu kadar coşkulu olabilir. Bon Jovi hiç yaşlanmamış; 28 yıldır sahnede ve hâlâ delikanlı gibi.



(Birinci fotoğrafı internetten buldum. Çeken İlke Hatipoğlu. İkincisini, fotoğrafları gönderen halka ilişkiler sorumlusu aracılığıyla buldum. Fotoğrafçı ismi belirtilmemişti. Üçüncüsünü çeken Erdal Mahir Curan. Videoyu gönderen Gökhan Ayışığı'na @brovision teşekkür ederim.)

-

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Efes Pilsen One Love 10. Yılında Kabına Sığmadı


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 5 Temmuz 2011



Efes Pilsen One Love Festival, geçtiğimiz hafta sonu 10. yılını kutladı. Santralistanbul’da gerçekleştirilen festival, bu yıl 30 bin izleyiciyle her zamankinden daha kalabalıktı.

Bu kadar çok ilgi görmesi sevinilecek bir durum. Ancak özellikle pazar günü ortam aşırı kalabalıktan yürünmez oldu. Belli ki, mekan artık festivale dar geliyor; ya etkinliği daha büyük bir yere taşımak ya da satılan bilet sayısına sınır koymak gerekebilir.

Festivalin bu kadar ilgi görmesinde önemli etkenlerden birisi de, şehir merkezine olan yakınlığı. Ayrıca Taksim’den Santralistanbul’a gün boyunca yapılan ücretsiz ring seferleri de ulaşımı kolaylaştırıyor. Festivalin artı hanesine yazılacak noktalar bunlar.

Veganlar düşünülmediğinden ben yine yiyecek bulamadım; ama Sonisphere’deki gibi herkes aç kalmayınca bu konuda şikayet olmadı. Festival organizatörlerinden ricam, dışardan yemek getirmeye izin verilmiyorsa, yiyecek alternatiflerini çoğaltsınlar.

Geçen yıllarda olduğu gibi, bu yıl da iki sahnesi vardı festivalin. Birisi, yerli müzisyenlerin çıktığı Dolu Dolu Müzik Sahnesi, diğeri Ana Sahne.

Bir kez daha Cake...

Ana Sahne’de yer alacak isimler ilk açıklandığında açıkçası ben programı çok güçlü bulmamıştım. “Yenilikçi tarzlarıyla dikkat çeken isimlerin” konuk olduğu söylenen bir festivalde, yıllardır hiçbir yenilik yapmayan ve daha önce İstanbul’da defalarca konser vermiş olan Cake vardı. Ama Cake’i dinlemeye gelen büyük kalabalığı görünce, işin organizatörler açısından farklı göründüğünü bir daha anladım.

Nijerya asıllı Nneka, hip-hop ve soul alanında ismi öne çıkan, yetenekli bir müzisyen.

Akşamüstü çoğunluğun çimenlere yayılıp sohbet etmeyi tercih ettiği bir saatte sahneye çıktı ama dikkate değer bir performans sundu.

İlk günün merakla beklenen konuğu, 80’lerdeki “Madchester” akımının öncüsü Happy Mondays’ti. Ancak son yıllarda gördüğüm en büyük hayal kırıklığı yaratan konserlerden birisiydi.

Shaun Ryder liderliğindeki ekip, sahnede öylesine sönüktü ki, “Keşke bu hallerini hiç görmeseydik” dedirtti. Adı Happy Mondays’le özdeşleşen grup üyesi Mark “Bez” Berry’nin ekipte yer almayışı da çoğu kişiyi üzdü.

Cumartesi gecesi Ana Sahne alternatif rock’ın en politik gruplarından Manic Street Preachers’ı ağırladı. “Motorcycle Emptiness”, “A Design for Life”, “Suicide is Painless” gibi beklenen hitlerini de seslendirdikleri konser, yıllar önce Rock’n Coke’ta verdikleri konserden daha coşkuluydu.


90’lar denince akla gelen en önemli gruplardan Suede, ikinci günün assolistiydi. Brett Anderson, tükenmeyen enerjisi ve güçlü sesiyle mükemmel bir grup lideri.

Dinleyicinin şarkılara eşlik etmesi için çabaladıysa da, sözleri herkes bilmediğinden pek başarılı olamadı ama alkışlar hiç eksik olmadı.

O konserde “Trash”i canlı dinlerken 96 yılına ışınlanıp hayalindeki anıları yeniden yaşamayan yoktur herhalde.







Festivalin Yıldızı Editors oldu

Ancak festivalin yıldızı, 21. yüzyılda post-punk’ın yeniden canlandırılmasında öncülük eden gruplardan Editors oldu.

Daha önce 2006’da Rock’n Coke’ta da çok güzel bir konser vermişlerdi; ama bu defaki yanına beş yıldız konulacak türden unutulmazdı.

Başlangıçta pek de müzikle ilgilenmiyor görünen kalabalığı bile kısa sürede avuçlarının içine almayı bildiler. Bir an bile heyecanın dozu düşmedi sahnede.

10 yıldır İstanbul müzik sahnesini renklendiren Efes Pilsen One Love’a nice 10 yıllar diliyor, festivalin düzenlenmesinde emeği geçenleri kutluyorum.

-

3 Temmuz 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 74:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 3 Temmuz 2011

JOHN MAUS-We Must Become the Pitiless Censors of Ourselves (Upset the Rhythm)

“1980’lerdeki Orchestral Manoeuvres in the Dark tarzı synth-pop’un Joy Division’ın vokalisti Ian Curtis’i andıran bariton bir sesle buluşup 2011’de yeniden ortaya çıktığını düşünün. Hangi yılda olursak olalım, düşüncesi bile heyecan verici böyle bir buluşmanın. Amerika’nın Minnesota eyaletinden bize ulaşan John Maus imzalı yeni albüm ilk anda bunları düşündürdü.

Albüm beni ilk olarak “Believer” adlı şarkıyla yakaladı. Öylesine çarpıcı ki, baskın bas sesinin, klavye, synth ve Maus’un bariton vokaliyle birleştiği anda yapmakta olduğunuz her şeyi bırakıp tüm dikkatinizi müziğe veriyorsunuz.

Günümüzde her yanımızı saran kitlesel iletişimin yarattığı sansüre, sanatçıyı ezip geçen neoliberal düşüncelere, insanoğlunun tuhaflıklarına karşı bir protesto havası seziliyor şarkı sözlerinde. Albümün arkasındaki besteci, müzik okumuş ve sonrasında da politik felsefe üzerine doktora yapan birisi olunca, buna şaşırmamak lazım.

Maus’un müziği için mutlaka bir tanımlama yapmak gerekse, lo-fi, chillwave, gothic pop gibi terimler kullanılabilir. Ama bunları hiç bilmeyen birisi için söyleyebileceğim şu: Romantizmi karanlık sözlerle, ince esprileri entelektüel bir bakış açısıyla bir araya getiren albüm, baştan sona farklı olsa da deneyselliğe girmeden akılda kalıcı, melodik bir sound yaratmış.

Yansıttığı minimalizmin içinde keşfedilecek pek çok aralık bırakan, yılın tekrar tekrar dinlenecek en iyi albümlerinden birisi.





-

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Glastonbury: Bütün festivallerin anası


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 2 Temmuz 2011

Her müzikseverin rüyası Glastonbury Festivali’ne gitmek bu yıl bana da nasip oldu. İnternette satışa çıktığında birkaç saat içinde tükenen biletlerden alabilen 177 bin kişiden biriydim.

Bu yıl 41. yılını kutlayan festival hakkında sayfalarca anlatılacak izlenim edindim; hepsini yazmak olanaklı değil ama burada derli toplu bir derğerlendirme yapmaya çalışacağım.

Bütün diğer festivallerin anası diye görülen Glastonbury Festivali, Londra’ya otobüsle dört saat uzaklıkta, Somerset bölgesindeki Glastonbury kasabasında yer alan Worthy Farm’da yapılıyor. Gerçekte yılın geri kalanında üzerinde ineklerin otladığı bir süt ürünleri çiftliği burası! Festival döneminde inekler çekiliyor, insanlar çadır ve karavanlarda kalarak gerçek dünyadan üç günlüğüne uzaklaşıyor.

Aslında “gerçek dünyadan uzaklaşma” konusu biraz tartışmalı. Festivalin ilk yıllarında ve özellikle Thatcher döneminde yansıttığı politik karakteri düşünürsek, bu ifade çok doğru olmayabilir. Hippilere özgü hedonist yaşamın tüm karakteristiklerine sahip olsa da, gerçek dünyanın sorunlarına karşı tavır almaktan uzak durmayan bir festival Glastonbury.

Ancak giderek bu yönünün zayıfladığı görülüyor. Worthy Farm’da kaldığım dört gün boyunca festivalin bu anlamda yetersiz kaldığına tanık oldum. Greenpeace, Oxfam, WaterAid, Campaign for Nuclear Disarmament gibi sivil toplum kuruluşları aracılığıyla nükleer silahların engellenmesi, herkesin temiz su edinme hakkına sahip olması, çevrecilik ve geri dönüştürülebilir enerji gibi konularda kampanyalar tanıtılıyor ama öne çıktıklarını söylemek zor.

Bu yıl en etkili olması beklenen protesto, vergi ödememek için ticari faaliyetlerini İrlanda’dan Hollanda’ya aktaran U2’ya karşı planlanmıştı. Grubun konseri sırasında Art Uncut adlı kuruluşa mensup 30 kadar kişi, “U Pay Your Tax 2” yazılı bir pankart açmak istediyse de, bu küçük çaplı eylem bile şiddetle müdahaleye neden oldu; güvenlik elemanları 23 yaşında bir aktivistin parmağını kırma pahasına o pankartı indirtti...

Festivali düzenleyen Michael Eavis, Glastonbury için S’si küçük sosyalizm, ‘p’si küçük politika” tanımlamasını yapıyor; “Sadece konuşmaktan çok, yolumuzda ilerliyoruz. Bizim ne olduğumuzu herkes biliyor” diyor. Ama bence Glastonbury’nin kökenine bakacak olursak, festivalin bir dönem sahip olduğu radikal köklerden uzaklaştığı ortada. Konuşmak isteyenin konuşamadığı yerde ilerleme olmaz...

Gelelim festivalde çadır kurma macerama...

İlk iki gün yağmur altında çamur deryasına dönen alanda çadır kurup yaşamak gerçekten çok zordu. Festivale resmi başlama tarihinden bir gün önce yani perşembe günü vardığımda, görevlilere çadır kurmak için hala yer olan alanları sordum. Festival alanının kapıları çarşamba günü açıldığı için o zamana kadar en iyi alanlar kapılmış durumdaydı. Ailelere ayrılan alanda kalabileceğimi söyledimse de bana izin çıkmadı. Alana giderken otobüste tanıştığım Alman kadına ise izin vermişlerdi. Beni aile ortamına uygun bulmayan Glasto görevlilerine selam olsun!

Sırtımda aşırı ağır bir yükle yağmur altında çamura bata çıka yer ararken bir an yere yıkıldımsa da kalkıp çabalamaya devam ettim. Tam pes ediyordum ki, çok ideal olmasa da çadır sığacak kadar bir boşluk gördüm orayı derhal sahiplendim.

Hayatımda ilk kez çadır kurduğumu itiraf etmeliyim. Daha önce de çadırda kaldım ama o zaman ben kurmamıştım. Ama Glasto’da çadırı kurmak düşündüğümden daha kolay oldu; çevreden aldığım yardımla sonunda o işi de becerdim.

Fakat çadırı kurduğum alan ne yazık ki dans bölgesi denilen yere ve John Peel sahnesine çok yakın olduğundan oldukça gürültülüydü. Üzerine etraftaki sarhoşların sabaha kadar bağıra çağıra konuşmasını ve yan çadırdaki adamın büyük bir gürültüyle horlamasını da eklerseniz, dört günün sonunda uykusuzluktan ne hale gelmiş olabileceğimi tahmin edersiniz.

(Festivalin genel koşulları ve çadırla ilgili ayrıntıları gazetedeki köşemde ayrıca yazacağım için burada ayrıntılandırmıyorum.)

SINIRSIZ VE HER ÇEŞİT MÜZİK

Ama yaşanan zorluklar bir yana, festival müzik açısından adeta bir cennet gibiydi;50’den fazla sahnede 2000’i aşkın sayıda performans izleme olanağı vardı. Ben üç günde sahneler arası koşuşturma trafiğini çok yavaşlatan balçık zemine karşın, toplam 25 grup/sanatçıyı canlı dinlemeyi başardım.

Ana sahne Pyramid’de çıkan U2, Coldplay ve Beyonce büyük ilgi görmesine karşın, benim açımdan asıl ilgi odağı, sahneye çıkacakları önceden duyurulmayan Radiohead ve Pulp’ın sürpriz konserleri oldu.

Radiohead her zamanki gibi etkileyiciydi; son albüm “The King of the Limbs”den altı parçanın yanı sıra yeni yayınladıkları “Staircase” adlı yeni şarkıyı çaldılar. Sağanak yağmur altında “I Might Be Wrong” ve “Street Spirit (Fade Out)”u hep bir ağızdan söylerken herkes sırılsıklam ama çok mutluydu. Radiohead’e ikinci baterist olarak Clive Deamer’ın da eşlik ettiği konser, benim için Glastonbury’nin zevkini iki katına çıkardı.

Ertesi günün sürpriz konserini Pulp’ın vereceğini anlayınca ise iyice keyiflendim. Festivalde birçok grubun canlı performansını beğendim ama gördüklerim arasında en iyisi Pulp’tı, müthiş bir geri dönüş yaptı. Jarvis Cocker, hem çok karizmatik bir grup lideri, iyi bir vokalist hem de çok yetenekli bir söz yazarı.

Grubu İngiltere’de izlemenin farkı, herkesin sözlerin hepsini baştan sona ezbere bilmesiydi. Park sahnesini tıkabasa dolduran kalabalık Pulp şarkılarını tam anlamıyla hatmetmişti. Çok az konserde böylesine bir heyecan dalgasına tanık oldum. Bu arada konseri en önden izlediğim için, izdihamda bir ara ciddi şekilde ezilme tehlikesi geçirdiğimi de belirteyim.

Medyada kendine çok yer bulan gruplardan biri de U2’ydu elbette. Bono, kendi ifadesiyle Glastonbury’deki bu ilk performans için ciddi şekilde korkmuş. “Neredeyse sahne kenarına kusacaktım” diyor. Bana kalırsa, o korku performansa da yansıdı; daha önce aynı şarkıları canlı söylerken dinledim U2’yu. Glastonbury’de dinleyiciyle etkili bir temas sağlayamadı U2. Acaba Damien Hirst’ün grup için özel tasarladığı dev ekran mı engeldi? Her şey bir yana; başından sonuna her anı planlanan bu tip performanslar artık gösteri gibi geliyor insana, o anda kendiliğinden olan hiçbir şey yok çünkü...

Coldplay’i ilk kez 2002’de görmüştüm; o zamandan bu yana çok büyüdü grup. Ne yazık ki onlar da U2 gibi, şatafatlı sahne tasarımı, büyük ekranlar ve patlayıp çatlayan fişeklere merak sarmış. Yine de U2’ya göre Coldplay’in ve tabii Chris Martin’in kalabalığa istediğini vermekte daha başarılı olduğu kesin. İlk dönem Coldplay şarkıları adeta birer marş gibi topluca söylenirken, grubun nereden nereye geldiğini düşündüm.

Son günün headliner’ı Beyonce için festivalde ve medyada büyük merak vardı. Herkesin aksine festival kurallarını da yıkarak sahneye planlanandan 15 dakika sonra çıktı. Duyduk ki, konserlerde sahneye geç çıkmak adetiymiş. Sahne şovu, dansları ve güçlü sesiyle kuvvetli bir alkışı hak ediyor Beyonce. Çok iyi hazırlanmış, tek bir an bile aksamayan bir performans sergiledi. Glastonbury tarihinde 22 yıl sonra headliner olan ilk kadın olması da önemli. Ancak insan “Madem Beyonce oldu, neden Madonna olmadı öyleyse?” diye de düşünmüyor değil...

Beyonce’nin sahnedeki başarısını takdir etsem de, müziği beni yakalamadığı için canlı izlerken heyecanlanmadım. Çünkü müzikte benim için en önemli nokta, bir şarkının beni alıp sürüklemesiyle ilgili. O olmayınca, objektif bir şekilde “Şovu güzeldi” diyorum. Yine de şunu belirtmek isterim ki, Beyonce U2’nun ve Coldplay’in yüzbini aşan bir kalabalıkla kurmayı sağlayamadığı ölçüde yakınlık kurdu; heyecanı o kadar içtendi ki, dinleyiciye de yansıdı bu.

Pyramid sahnesindeki konserlerle ilgili asıl sıkıntı, önlerde olmak için saatlerce önceden yer kapmak için gidip beklemeniz gerekiyor. Bunu yapmazsanız arkalara kalıyor ve konseri canlı gibi değil, kocaman bir stadyumda ekrandan izler gibi izliyorsunuz ve bu da müziğe odaklanmayı zorlaştırıyor.

Medyanın Beyonce, U2 ve Coldplay’in odaklanmasına da şaşırmıyorum. Morrissey’in dediği gibi, her birinin Afrika’yı aydınlatmaya yetecek kadar ışık ve deprem yaratabilecek kadar güçlü ses sistemleri var. Yüzbini aşkın insan, dev sahnenin önünde o sistemlerin etkisi altında kalınca ortaya maçlardaki gibi bir etki çıkıyor. Her fişek atılıp patlayınca komedi dizilerindeki gülme efekti gibi, birileri sanki çığlık atmanız gerektiğini hatırlatıyor.

Oysa Radiohead, Morrissey, Pulp, John Grant, Lykke Li, TV on the Radio, BB King, The Walkmen, Yuck gibi isimlerin konserinde sadece şarkı var size sunulan. Ben o yalın performanslarda şarkılardan bana geçen duygunun peşindeyim.

Sonuçta Pulp’ın vokalisti Jarvis Cocker’ın dediği gibi, Glastonbury her şeyin ötesinde “birlik duygusu” ile ilgili. Bu tarifsiz duyguyu hissetmek için çamura da batılır, çadırda da kalınır!

İLK 10

Festivalde gördüğüm bütün grupları tek tek anlatmam çok uzun sürer. Ancak hangileri en iyisiydi derseniz ve festival sırasında görebildiğim 25 sanatçı/gruptan 10 tanesini seçmem istenirse, şunları söylerim:

1-Pulp
2-Primal Scream
3-John Grant (John Grant’in performansı içtenliği ve yalınlığıyla çarptı beni. Çok etkileyici, pürüzsüz bir ses. Kasım ayında Salon sahnesinin konuğu olacak. Şimdiden not edin derim.)
4-Radiohead
5-Yuck
6-The Walkmen
7-TV on the Radio
8-Metronomy
9-James Blake
10-Lykke Li

FESTİVAL GERÇEKLERİ:

*** 1970’te ilk yapıldığında sadece 1500 kişinin katıldığı festivale gidebilmek için bilet almak işin en zor kısmı. Bu yıl 177 bin kişinin katıldığı festivale bilet almak işin en zor kısmı. Çünkü internette satışa çıktığında birkaç saat içinde tükeniyor.
Ben bileti ilk satışa çıktığı kasım ayında alamadım. O sırada New York’taydım; saati kurup sabaha karşı 4’te kalkıp internetin başına oturdum ve tam 4 saat uğraştım ama internet sitesi yoğunluktan bir türlü açılmadı ve sonunda biletlerin tükendiği açıklandı. Nisan ayındaki ikinci satışta pek umudum yoktu açıkçası; fakat şansım yaver gitti; iki saat kadar internette uğraştıktan sonra tam artık olmayacak derken birden sayfa açıldı. Gelecek yıllarda festivale gitmek isteyenlere önerilerim şöyle: Önce bileti almak için Glastonbury’nin sitesine kayıt yaptırın. Bunun arkasından size bir kullanıcı kodu ve şifre gelecek. Aynı işlemi yapan arkadaşlarınızla önceden konuşun ve satış sırasında iletişimde olun; her kim satış siteye girmeyi başarırsa size de bilet alsın, sonra hesaplaşırsınız nasılsa. Çünkü satış sırasında siteye girmek gerçekten şans ve sabır işi.

*** Dünyanın en büyük müzik festivali Glastonbury, müzisyenler açısından hayati öneme sahip bir festival. Buradaki performansı beğenilen grubun albüm satışları önemli ölçüde artıyor.

*** Festivalin yapıldığı arazinin sahibi organizatör Michael Eavis’in kendisi de o bölgede yerel bir çiftçi.

*** Toplam 3.6 km²’lik bir alana yayılan festival alanını bir uçtan diğer uca yürümek 30-40 dakika sürüyor.

*** Festival sonunda ortaya çıkan 1650 ton çöpün % 55’i 1300 gönüllü tarafından toplanarak geri dönüştürülüyor. Eski yıllarda toplanan çöpten çıkan verilere göre, bunlar arasında 11 ton giyecek, 6500 uyku tulumu ve kamp malzemesi, 5500 çadır, 3500 şişme yatak, 2200 sandalye, 950 çadır matı, 400 çardak, 9 ton şişe, 54 ton alüminyum ve plastik içecek şişesi, 41 ton karton kutu ve 66 ton metal eşya var.

*** Festival alanında en büyük sorun, hijyen açısından sorun yaratan portatif tuvaletlerdi. Ancak katılan insan sayısının fazlalığını düşünecek olursak, her şeye karşın iyi düzenlenmiş bir festival Glastonbury. Festival alanında her türlü yiyeceği bulmak ve bütün ihtiyaçları karşılamak olanaklı. Bir vegan olarak festivalde hiç zorluk çekmedim, veganlar için özel yiyecek standları vardı. Ayrıca her türlü ürünün fiyatı da normal seviyedeydi; kazık yediğini düşündürmüyordu insana.

*** Festival arazisinde kamp kurmak için ayrılan farklı alanlar var. Her alanın da farklı bir havası var. Örneğin aileler için ayrılan alanlar daha sessizken, dans sahnelerinin yakınındaki alanlarda heyecan sabaha kadar sürüyor.

*** Festival kapsamında sadece müzik etkinlikleri yok; bunun yanı sıra tiyatro, şiir etkinlikleri, sirk, kabare, çocuklar için eğlenceler de var.*** Festivalde çok sayıda çocuklu hatta bebekli aile de vardı. Biz yetişkinler olarak koşullara zor dayanırken, onların oraya bebeklerle gelmesi gerçekten ilginç.

*** Bazı sahneler birbirine yakın değil; birinden diğerine gitmek normal koşullarda bile 15 dakika yürümeyi gerektirir. Bu yıl buna bir de çamurda yürüme zorluğunu eklenince, o süre iki katına çıktı. Bu durumda saatleri birbirine yakın konserler arasında seçim yapmak gerekti. Bu seçimler içinde benim için en kötüsü Radiohead ile Morrissey arasında oldu. Radiohead son anda gizli konser için Park Stage’e gelince aynı anda Pyramid’deki Morrissey’i kaçırdım. Morrissey Glasto’da “Meat Is Murder”ı söyledi ve ben orada olmama karşın kaçırdım! İnanılır gibi değil. İçime oturdu acısı. Benim için Glastonbury’deki en üzücü durumdu...


FESTİVALDE ÇEKTİĞİM FOTOĞRAFLAR İÇİN LİNK: https://picasaweb.google.com/zulalk/GLASTONBURY2011?pli=1

Çektiğim bazı videoları da aşağıda paylaşıyorum. Kimisinde ses kalitesi pek iyi değil ama yine de görmeye değer. Diğer videoları da bloga zaman içinde ekleyeceğim. Çok zaman aldığı için hepsini yetiştiremedim.







-

Translate