© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 2 Temmuz 2011
Her müzikseverin rüyası Glastonbury Festivali’ne gitmek bu yıl bana da nasip oldu. İnternette satışa çıktığında birkaç saat içinde tükenen biletlerden alabilen 177 bin kişiden biriydim.
Bu yıl 41. yılını kutlayan festival hakkında sayfalarca anlatılacak izlenim edindim; hepsini yazmak olanaklı değil ama burada derli toplu bir derğerlendirme yapmaya çalışacağım.
Bütün diğer festivallerin anası diye görülen Glastonbury Festivali, Londra’ya otobüsle dört saat uzaklıkta, Somerset bölgesindeki Glastonbury kasabasında yer alan Worthy Farm’da yapılıyor. Gerçekte yılın geri kalanında üzerinde ineklerin otladığı bir süt ürünleri çiftliği burası! Festival döneminde inekler çekiliyor, insanlar çadır ve karavanlarda kalarak gerçek dünyadan üç günlüğüne uzaklaşıyor.
Aslında “gerçek dünyadan uzaklaşma” konusu biraz tartışmalı. Festivalin ilk yıllarında ve özellikle Thatcher döneminde yansıttığı politik karakteri düşünürsek, bu ifade çok doğru olmayabilir. Hippilere özgü hedonist yaşamın tüm karakteristiklerine sahip olsa da, gerçek dünyanın sorunlarına karşı tavır almaktan uzak durmayan bir festival Glastonbury.
Ancak giderek bu yönünün zayıfladığı görülüyor. Worthy Farm’da kaldığım dört gün boyunca festivalin bu anlamda yetersiz kaldığına tanık oldum. Greenpeace, Oxfam, WaterAid, Campaign for Nuclear Disarmament gibi sivil toplum kuruluşları aracılığıyla nükleer silahların engellenmesi, herkesin temiz su edinme hakkına sahip olması, çevrecilik ve geri dönüştürülebilir enerji gibi konularda kampanyalar tanıtılıyor ama öne çıktıklarını söylemek zor.
Bu yıl en etkili olması beklenen protesto, vergi ödememek için ticari faaliyetlerini İrlanda’dan Hollanda’ya aktaran U2’ya karşı planlanmıştı. Grubun konseri sırasında Art Uncut adlı kuruluşa mensup 30 kadar kişi, “U Pay Your Tax 2” yazılı bir pankart açmak istediyse de, bu küçük çaplı eylem bile şiddetle müdahaleye neden oldu; güvenlik elemanları 23 yaşında bir aktivistin parmağını kırma pahasına o pankartı indirtti...
Festivali düzenleyen Michael Eavis, Glastonbury için S’si küçük sosyalizm, ‘p’si küçük politika” tanımlamasını yapıyor; “Sadece konuşmaktan çok, yolumuzda ilerliyoruz. Bizim ne olduğumuzu herkes biliyor” diyor. Ama bence Glastonbury’nin kökenine bakacak olursak, festivalin bir dönem sahip olduğu radikal köklerden uzaklaştığı ortada. Konuşmak isteyenin konuşamadığı yerde ilerleme olmaz...
Gelelim festivalde çadır kurma macerama...
İlk iki gün yağmur altında çamur deryasına dönen alanda çadır kurup yaşamak gerçekten çok zordu. Festivale resmi başlama tarihinden bir gün önce yani perşembe günü vardığımda, görevlilere çadır kurmak için hala yer olan alanları sordum. Festival alanının kapıları çarşamba günü açıldığı için o zamana kadar en iyi alanlar kapılmış durumdaydı. Ailelere ayrılan alanda kalabileceğimi söyledimse de bana izin çıkmadı. Alana giderken otobüste tanıştığım Alman kadına ise izin vermişlerdi. Beni aile ortamına uygun bulmayan Glasto görevlilerine selam olsun!
Sırtımda aşırı ağır bir yükle yağmur altında çamura bata çıka yer ararken bir an yere yıkıldımsa da kalkıp çabalamaya devam ettim. Tam pes ediyordum ki, çok ideal olmasa da çadır sığacak kadar bir boşluk gördüm orayı derhal sahiplendim.
Hayatımda ilk kez çadır kurduğumu itiraf etmeliyim. Daha önce de çadırda kaldım ama o zaman ben kurmamıştım. Ama Glasto’da çadırı kurmak düşündüğümden daha kolay oldu; çevreden aldığım yardımla sonunda o işi de becerdim.
Fakat çadırı kurduğum alan ne yazık ki dans bölgesi denilen yere ve John Peel sahnesine çok yakın olduğundan oldukça gürültülüydü. Üzerine etraftaki sarhoşların sabaha kadar bağıra çağıra konuşmasını ve yan çadırdaki adamın büyük bir gürültüyle horlamasını da eklerseniz, dört günün sonunda uykusuzluktan ne hale gelmiş olabileceğimi tahmin edersiniz.
(Festivalin genel koşulları ve çadırla ilgili ayrıntıları gazetedeki köşemde ayrıca yazacağım için burada ayrıntılandırmıyorum.)
SINIRSIZ VE HER ÇEŞİT MÜZİK
Ama yaşanan zorluklar bir yana, festival müzik açısından adeta bir cennet gibiydi;50’den fazla sahnede 2000’i aşkın sayıda performans izleme olanağı vardı. Ben üç günde sahneler arası koşuşturma trafiğini çok yavaşlatan balçık zemine karşın, toplam 25 grup/sanatçıyı canlı dinlemeyi başardım.
Ana sahne Pyramid’de çıkan U2, Coldplay ve Beyonce büyük ilgi görmesine karşın, benim açımdan asıl ilgi odağı, sahneye çıkacakları önceden duyurulmayan Radiohead ve Pulp’ın sürpriz konserleri oldu.
Radiohead her zamanki gibi etkileyiciydi; son albüm “The King of the Limbs”den altı parçanın yanı sıra yeni yayınladıkları “Staircase” adlı yeni şarkıyı çaldılar. Sağanak yağmur altında “I Might Be Wrong” ve “Street Spirit (Fade Out)”u hep bir ağızdan söylerken herkes sırılsıklam ama çok mutluydu. Radiohead’e ikinci baterist olarak Clive Deamer’ın da eşlik ettiği konser, benim için Glastonbury’nin zevkini iki katına çıkardı.
Ertesi günün sürpriz konserini Pulp’ın vereceğini anlayınca ise iyice keyiflendim. Festivalde birçok grubun canlı performansını beğendim ama gördüklerim arasında en iyisi Pulp’tı, müthiş bir geri dönüş yaptı. Jarvis Cocker, hem çok karizmatik bir grup lideri, iyi bir vokalist hem de çok yetenekli bir söz yazarı.
Grubu İngiltere’de izlemenin farkı, herkesin sözlerin hepsini baştan sona ezbere bilmesiydi. Park sahnesini tıkabasa dolduran kalabalık Pulp şarkılarını tam anlamıyla hatmetmişti. Çok az konserde böylesine bir heyecan dalgasına tanık oldum. Bu arada konseri en önden izlediğim için, izdihamda bir ara ciddi şekilde ezilme tehlikesi geçirdiğimi de belirteyim.
Medyada kendine çok yer bulan gruplardan biri de U2’ydu elbette. Bono, kendi ifadesiyle Glastonbury’deki bu ilk performans için ciddi şekilde korkmuş. “Neredeyse sahne kenarına kusacaktım” diyor. Bana kalırsa, o korku performansa da yansıdı; daha önce aynı şarkıları canlı söylerken dinledim U2’yu. Glastonbury’de dinleyiciyle etkili bir temas sağlayamadı U2. Acaba Damien Hirst’ün grup için özel tasarladığı dev ekran mı engeldi? Her şey bir yana; başından sonuna her anı planlanan bu tip performanslar artık gösteri gibi geliyor insana, o anda kendiliğinden olan hiçbir şey yok çünkü...
Coldplay’i ilk kez 2002’de görmüştüm; o zamandan bu yana çok büyüdü grup. Ne yazık ki onlar da U2 gibi, şatafatlı sahne tasarımı, büyük ekranlar ve patlayıp çatlayan fişeklere merak sarmış. Yine de U2’ya göre Coldplay’in ve tabii Chris Martin’in kalabalığa istediğini vermekte daha başarılı olduğu kesin. İlk dönem Coldplay şarkıları adeta birer marş gibi topluca söylenirken, grubun nereden nereye geldiğini düşündüm.
Son günün headliner’ı Beyonce için festivalde ve medyada büyük merak vardı. Herkesin aksine festival kurallarını da yıkarak sahneye planlanandan 15 dakika sonra çıktı. Duyduk ki, konserlerde sahneye geç çıkmak adetiymiş. Sahne şovu, dansları ve güçlü sesiyle kuvvetli bir alkışı hak ediyor Beyonce. Çok iyi hazırlanmış, tek bir an bile aksamayan bir performans sergiledi. Glastonbury tarihinde 22 yıl sonra headliner olan ilk kadın olması da önemli. Ancak insan “Madem Beyonce oldu, neden Madonna olmadı öyleyse?” diye de düşünmüyor değil...
Beyonce’nin sahnedeki başarısını takdir etsem de, müziği beni yakalamadığı için canlı izlerken heyecanlanmadım. Çünkü müzikte benim için en önemli nokta, bir şarkının beni alıp sürüklemesiyle ilgili. O olmayınca, objektif bir şekilde “Şovu güzeldi” diyorum. Yine de şunu belirtmek isterim ki, Beyonce U2’nun ve Coldplay’in yüzbini aşan bir kalabalıkla kurmayı sağlayamadığı ölçüde yakınlık kurdu; heyecanı o kadar içtendi ki, dinleyiciye de yansıdı bu.
Pyramid sahnesindeki konserlerle ilgili asıl sıkıntı, önlerde olmak için saatlerce önceden yer kapmak için gidip beklemeniz gerekiyor. Bunu yapmazsanız arkalara kalıyor ve konseri canlı gibi değil, kocaman bir stadyumda ekrandan izler gibi izliyorsunuz ve bu da müziğe odaklanmayı zorlaştırıyor.
Medyanın Beyonce, U2 ve Coldplay’in odaklanmasına da şaşırmıyorum. Morrissey’in dediği gibi, her birinin Afrika’yı aydınlatmaya yetecek kadar ışık ve deprem yaratabilecek kadar güçlü ses sistemleri var. Yüzbini aşkın insan, dev sahnenin önünde o sistemlerin etkisi altında kalınca ortaya maçlardaki gibi bir etki çıkıyor. Her fişek atılıp patlayınca komedi dizilerindeki gülme efekti gibi, birileri sanki çığlık atmanız gerektiğini hatırlatıyor.
Oysa Radiohead, Morrissey, Pulp, John Grant, Lykke Li, TV on the Radio, BB King, The Walkmen, Yuck gibi isimlerin konserinde sadece şarkı var size sunulan. Ben o yalın performanslarda şarkılardan bana geçen duygunun peşindeyim.
Sonuçta Pulp’ın vokalisti Jarvis Cocker’ın dediği gibi, Glastonbury her şeyin ötesinde “birlik duygusu” ile ilgili. Bu tarifsiz duyguyu hissetmek için çamura da batılır, çadırda da kalınır!
İLK 10
Festivalde gördüğüm bütün grupları tek tek anlatmam çok uzun sürer. Ancak hangileri en iyisiydi derseniz ve festival sırasında görebildiğim 25 sanatçı/gruptan 10 tanesini seçmem istenirse, şunları söylerim:
1-Pulp
2-Primal Scream
3-John Grant (John Grant’in performansı içtenliği ve yalınlığıyla çarptı beni. Çok etkileyici, pürüzsüz bir ses. Kasım ayında Salon sahnesinin konuğu olacak. Şimdiden not edin derim.)
4-Radiohead
5-Yuck
6-The Walkmen
7-TV on the Radio
8-Metronomy
9-James Blake
10-Lykke Li
FESTİVAL GERÇEKLERİ:
*** 1970’te ilk yapıldığında sadece 1500 kişinin katıldığı festivale gidebilmek için bilet almak işin en zor kısmı. Bu yıl 177 bin kişinin katıldığı festivale bilet almak işin en zor kısmı. Çünkü internette satışa çıktığında birkaç saat içinde tükeniyor.
Ben bileti ilk satışa çıktığı kasım ayında alamadım. O sırada New York’taydım; saati kurup sabaha karşı 4’te kalkıp internetin başına oturdum ve tam 4 saat uğraştım ama internet sitesi yoğunluktan bir türlü açılmadı ve sonunda biletlerin tükendiği açıklandı. Nisan ayındaki ikinci satışta pek umudum yoktu açıkçası; fakat şansım yaver gitti; iki saat kadar internette uğraştıktan sonra tam artık olmayacak derken birden sayfa açıldı. Gelecek yıllarda festivale gitmek isteyenlere önerilerim şöyle: Önce bileti almak için Glastonbury’nin sitesine kayıt yaptırın. Bunun arkasından size bir kullanıcı kodu ve şifre gelecek. Aynı işlemi yapan arkadaşlarınızla önceden konuşun ve satış sırasında iletişimde olun; her kim satış siteye girmeyi başarırsa size de bilet alsın, sonra hesaplaşırsınız nasılsa. Çünkü satış sırasında siteye girmek gerçekten şans ve sabır işi.
*** Dünyanın en büyük müzik festivali Glastonbury, müzisyenler açısından hayati öneme sahip bir festival. Buradaki performansı beğenilen grubun albüm satışları önemli ölçüde artıyor.
*** Festivalin yapıldığı arazinin sahibi organizatör Michael Eavis’in kendisi de o bölgede yerel bir çiftçi.
*** Toplam 3.6 km²’lik bir alana yayılan festival alanını bir uçtan diğer uca yürümek 30-40 dakika sürüyor.
*** Festival sonunda ortaya çıkan 1650 ton çöpün % 55’i 1300 gönüllü tarafından toplanarak geri dönüştürülüyor. Eski yıllarda toplanan çöpten çıkan verilere göre, bunlar arasında 11 ton giyecek, 6500 uyku tulumu ve kamp malzemesi, 5500 çadır, 3500 şişme yatak, 2200 sandalye, 950 çadır matı, 400 çardak, 9 ton şişe, 54 ton alüminyum ve plastik içecek şişesi, 41 ton karton kutu ve 66 ton metal eşya var.
*** Festival alanında en büyük sorun, hijyen açısından sorun yaratan portatif tuvaletlerdi. Ancak katılan insan sayısının fazlalığını düşünecek olursak, her şeye karşın iyi düzenlenmiş bir festival Glastonbury. Festival alanında her türlü yiyeceği bulmak ve bütün ihtiyaçları karşılamak olanaklı. Bir vegan olarak festivalde hiç zorluk çekmedim, veganlar için özel yiyecek standları vardı. Ayrıca her türlü ürünün fiyatı da normal seviyedeydi; kazık yediğini düşündürmüyordu insana.
*** Festival arazisinde kamp kurmak için ayrılan farklı alanlar var. Her alanın da farklı bir havası var. Örneğin aileler için ayrılan alanlar daha sessizken, dans sahnelerinin yakınındaki alanlarda heyecan sabaha kadar sürüyor.
*** Festival kapsamında sadece müzik etkinlikleri yok; bunun yanı sıra tiyatro, şiir etkinlikleri, sirk, kabare, çocuklar için eğlenceler de var.*** Festivalde çok sayıda çocuklu hatta bebekli aile de vardı. Biz yetişkinler olarak koşullara zor dayanırken, onların oraya bebeklerle gelmesi gerçekten ilginç.
*** Bazı sahneler birbirine yakın değil; birinden diğerine gitmek normal koşullarda bile 15 dakika yürümeyi gerektirir. Bu yıl buna bir de çamurda yürüme zorluğunu eklenince, o süre iki katına çıktı. Bu durumda saatleri birbirine yakın konserler arasında seçim yapmak gerekti. Bu seçimler içinde benim için en kötüsü Radiohead ile Morrissey arasında oldu. Radiohead son anda gizli konser için Park Stage’e gelince aynı anda Pyramid’deki Morrissey’i kaçırdım. Morrissey Glasto’da “Meat Is Murder”ı söyledi ve ben orada olmama karşın kaçırdım! İnanılır gibi değil. İçime oturdu acısı. Benim için Glastonbury’deki en üzücü durumdu...
FESTİVALDE ÇEKTİĞİM FOTOĞRAFLAR İÇİN LİNK: https://picasaweb.google.com/zulalk/GLASTONBURY2011?pli=1
Çektiğim bazı videoları da aşağıda paylaşıyorum. Kimisinde ses kalitesi pek iyi değil ama yine de görmeye değer. Diğer videoları da bloga zaman içinde ekleyeceğim. Çok zaman aldığı için hepsini yetiştiremedim.
-