29 Ağustos 2011 Pazartesi

Müzikte Kavramsal Sanat


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 29 Ağustosl 2011

Kavramsal sanatın yaratıcılarından Sol Lewitt’in eserlerinin müzikteki karşılığı ne olurdu? Bu sorunun yanıtı verildi. Müzik dünyasında Machinefabriek adıyla tanınan Hollandalı müzisyen Rutger Zuydervelt, Sol Lewitt’in eserlerinden etkilenerek yaptığı müziklerden oluşan “Sol Sketches” adlı bir albüm yayınladı.

Machinefabriek, elektronik müziğin alt türlerine yakın olanların sık rastladığı bir isim. Drone, noise, ambient, modern klasik, soundscape diye adlandırılan farklı türlerde gezinen müziği, seslerle oynayarak dinleyicinin hayalinde manzaralar çiziyor. Çalışmalarının kimisi oldukça yavaş ritimli ve daha sessizken, kimisi çok daha gürültülü. Onu da Brian Eno’nun izinden giden ses mimarlarından biri olarak adlandırmak yanlış olmaz.

Herhangi bir plak şirketine bağlı olmadan kendisinin yayınladığı bu son çalışması, 2009 yılında film yönetmeni Chris Teerink’in çekeceği bir belgesele müzik yapması önerildiğinde başlamış. 2007’de yaşamını yitiren sanatçı Sol Lewitt hakkındaki bu belgesel hâlâ yapım sürecinde ama onun eserlerinin müzikteki yorumu albüm olarak elimizde.

Zuydervelt, görüntülerle müziğin aynı derecede önemli rol oynayacağı belgesel için çalışmaya başladığında, Sol Lewitt’i fazla tanımıyormuş. Hemen çalışmalarını incelemeye koyulmuş ve gördüğü eserlerden öylesine etkilenmiş ki, belgeselin henüz hiçbir sahnesi çekilmemişken sadece eserlerin verdiği ilhamla yaklaşık 1.5 saatlik müzik bestelemiş.

Kısa parçalara böldüğü müziğin içinden 21 parçayı ayırıp ayrıca albüm olarak yayınlayınca da ortaya bu muhteşem albüm çıkmış. Sol Lewitt’in çalışmalarını bilenler için albüm hakkında şunu söyleyebilirim: Lewitt’in algı, tarif ve temsil arasındaki boşlukları doldurmayı izleyiciye bırakarak minimalizmin estetiği ile oynadığı desenlerin, yapıların ve eserlerin ruhu, ancak bu kadar başarıyla müziğe yansıtılabilirdi.

Geometrik yapılar, şekillerin değişimi, düzensizlikler, farklı renk algıları, kırık, çarpık, yumuşak, sert, kalın ya da ince olanın gözde yarattığı yanılsamalar, Lewitt’in uzmanlık alanıydı. Machinefabriek de, bizi, piyano ve elektronik seslerle boşlukları dinleyici tarafından doldurulacak, algı farklılıklarını teşvik eden bir ses dünyasına sokuyor. 1’den 21’e kadar numaralanan parçalar, arka planda kendi kendine çalacak ses öbekleri değil, ne kadar az sesli olsa da, dikkat istiyor.

Piyano dokunuşları bazen öyle yavaş ve hipnotize edici ki, yavaşlığın gizemi çekiyor sizi kendine. Özellikle bu konuda Amerikalı avangard besteci Morton Feldman, Alva Noto ile Ryuichi Sakamoto’nun yaptığı işbirlikleri ve “Flim” adıyla tanınan Alman müzisyen /besteci Enrico Wuttke’den etkilendiğini söylüyor Zuydervelt.

Sol Lewitt’in sanatında da, düzenli gibi görünen yapıların ve renklerin tuhaf bir şekilde neden olduğu algı yanılsamalarından doğan bir karmaşıklık vardır. Machinefabriek’in müziği de, minimalist yaklaşımına karşın, yarattığı algı çeşitliliği nedeniyle karmaşık.

“Sol Sketches”, modern klasik / ambient türünün en güzel örneklerinden biri ama bazıları için fazla deneysel bir iş gibi görülebilir. Sanatçı herkese hoş görünmeyi bırakıp kendi hayalindekini yaratmalı diyerek onlara Sol Lewitt’in bu yöndeki bir sözünü hatırlatalım: “Don’t worry about cool, make your own uncool”.

Albümü bandcamp üzerinden dinleyip satın almak olanaklı.









28 Ağustos 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 82:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 28 Ağustos 2011

STEREO MCS- Emperor’s Nightingale (K7 Records)

Müzik meraklılarının oynadığı bir oyun vardır; bir şarkı ismi söylersiniz, karşınızdaki de hangi gruba ya da müzisyene ait olduğunu bulur. O oyunda “Connected” derseniz, anında “Stereo MCs” yanıtı gelir ya da gelmelidir. Çünkü bu isimdeki en sevilen ve bilinen şarkıdır.

İngiltere’de rap'in en büyük temsilcilerinden Stereo MCs, 1985'te kuruldu ama bugüne kadar varlığını bir şekilde devam ettirdi. Bir şekilde diyorum; çünkü “Connected” albümünün 1992’de dünya çapında elde ettiği başarıdan sonra ikiliden 9 yıl boyunca yeni albüm gelmedi. (2000’de mikslerini yaptıkları DJ-Kicks: Stereo MCs albümü dışında.)

Vokalist Rob Birch (Rob B) ve Nick Hallam’ın (The Head) kurdukları grubun etkileyici rap tarzını, soul, breakbeat, rock ve dans müziği ile harmanlayan müziği, 90’lı yıllarda onlara belki de hayal bile etmedikleri bir başarı getirmiş, ilk başlarda kendi hallerinde Londra'da müzik yaparken birden kendilerini U2 ile turneye çıkıp, stadyumlarda yüzbinlerce kişiye seslenirken bulmuşlardı. “Connected”ten önce 1990’da “Elevate My Mind” ile listelere girip dikkatleri çekmişlerdi ama “Connected”ın etkisi farklı oldu.

Bu albüm için iki yıl boyunca neredeyse hiç ara vermeden devam eden bir turneye çıktılar. Bu, Stereo MCs için yaratıcılığı baltalayan bir süreç oldu. Turne bitip döndüklerinde yeni şarkı yazamayacak bir noktada buldular kendilerini. Bir süre ara verebilirlerdi elbette ama bu ara çok uzadı. Bu zaman içinde, Massive Attack ve David Bowie için remiks yapmaları, hatta Robbie Williams’ın ilk solo albümünün yapımcılığını üstlenmeleri yönündeki önerileri bile reddettiler.

Ancak 2000’de biraz kendilerine gelip, Madonna ve Jungle Brothers için remiksler yaptılar. Aynı yıl DJ-Kicks serisinden remiks albümleri çıktı ama yeni bir stüdyo albümün çıkışı 2001 yılını buldu. Ne yazık ki, ne o yıl yayımlanan “Deep Down and Dirty”, ne de 2005 tarihli “Paradise” beklentileri karşılayabildi.

Belli ki Stereo MCs kendisine yeni bir yol açmaya çalışıyor ama çıkış yolunda zorlanıyordu. Ağırlıklı bas ve beat kullanımıyla, sample’ları (ses örneği), acid caz ve rap’le buluşturan müzikleri 2000’lerde artık eskisi kadar ilgi çekmiyordu. 2008’de çıkardıkları “Double Bubble” da bu yalpalama döneminin ürünü oldu.

Nihayet geçtiğimiz günlerde Stereo MCs’in 7. stüdyo albümü “Emperor’s Nightingale” yayımlandı. Bu albüm için “Yeniden müzik yapmayı öğrenmemiz gerekti” diyor Rob B. 26 yıldır müzik yapan bir grup için çok çarpıcı bir açıklama bu. Bu defa, rap baskısından kurtulup, ses örneklerinin etrafında gelişerek loop ve beat’ler üzerine oturan bir altyapı yerine, eski tarzda bas, gitar, davul ve vokal buluşmasıyla şekillenen bir müzik yapmayı tercih etmişler.

Hip-hop yine temel unsurlardan birisi, ama bu kez Rob B’nin vokalleri bunun dışında daha çok çeşitlilik gösteriyor. Eskiden bildiğimiz, tanıdığımız sesleri daha karmaşık yöntemlerle birleştiriyordu Stereo MCs ve bu nedenle de hemen hiçbir türe tam olarak uymuyordu yaptıkları. Bu albümle onları yine belli bir türün temsilcisi diye göstermek olanağı yok kanımca, ancak artık duyduklarımız daha tanıdık.

Jamie Cullum’ın piyanoda eşlik ettiği “Boy”, 80’lerin New Wave havasından epeyce solumuş. “Manner”, sanki yeni bir Dirty Vegas parçası gibi , “Phase Me”de Prince’i hatırlatan funk etkisi belirgin.

Eski Stereo MCs’i, yani “Connected”i bugüne getiren parça ise, “Bring It On (Path to the Mind and the Soul and the Spirit)”. Onun kadar akıllara yerleşecek bir melodisi yok ama yansıttığı hava, 1992’deki Stereo MCs. En ilginç parçalardan birisi de, Robbie Williams’ın “Free” adlı parçasının girişteki piyano melodisiyle başlayan “Tales”. Belki yıllar önce dostları Robbie’nin albümünün prodüktörlük önerisini kabul etmedikleri için bir özür niteliğinde de düşünülebilir bu sample. Bana kalırsa güzel bir selam olmuş Robbie’ye.

Bunların yanı sıra, albüme dair söylenmesi gereken olumsuz eleştiriler de var. “Sunny Day”, “Manner”, “2cando”, “Levitation” gibi parçaları albümü tekrar dinlerken her defasında atlamak istediğimi belirtmem lazım.

Yeni bir yolda girmiş Stereo MCs ama albümde bir bütünlük yok. Sanki tek bir albüm gibi değil de, farklı zamanlarda yapılmış single’lar toplamı gibi. Örneğin “Leviathan”da elektro gitarların baskın olduğu bir rock havası varken, hemen ardından gelen “Desert Song”da drum & bass sularında gezen bir elektronika rüzgarı esiyor. Çeşitlilik iyidir ama aynı albüm içinde bütünlük olmadığı gibi, bir şarkıdan diğerine geçişlerde kopukluklar var.

Ancak ikilinin bunu, hiçbir sınıra bağlı kalmamak adına yapmış olmaları da muhtemel. Çünkü bu farkındalığı gösterdiği düşünülebilecek bir işaret var. Açılışta piyano, synth ve elektro gitarın öne çıktığı görkemli bir “Wooden Heart” dinlerken, kapanışta aynı parçanın sadece synth ve piyano ile çalınarak yeniden düzenlenmiş çok yalın bir versiyonunu dinliyoruz. Aynı parçanın başlangıca ve en sona çok farklı iki versiyonunu yerleştiren ikili, kanımca bununla bir mesaj veriyor: Bu ikisinin arasında bir yerlerdeler hala.

Yine de kesin olan şu ki, 1990’lardan tanıdınız Stereo MCs değişmiş. Teknoloji değişiyor, müzik yapım yöntemleri değişiyor, doğal olarak onlar da değişmiş. Tabii bu değişikliği sevip sevmemek dinleyenin keyfine kalmış. Bana göre grubun yeni bir şarkı yazma tekniğini denemesi önemli; kimi keyifli anları da barındıran bir çalışma ama doğrusu zayıf yanları da kulaklardan kaçmıyor.





-




21 Ağustos 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 81:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 21 Ağustos 2011

FENNESZ + SAKAMOTO - Flumina ( Touch)

Dört gözle beklediğimiz işbirliklerinden birisi daha yeni bir albümle sonuçlandı. “Flumina”, elektronik müziğin önde gelen isimlerinden Avusturyalı Christian Fennesz ile Japon piyanist, aranjör, besteci ve yapımcı Ryuichi Sakamoto’nun üçüncü müzikal birlikteliği.

2005’te “Sala Santa Cecilia” adıyla yayımlanan ilk çalışma, Romaeuropa Festivali’nde yapılan bir canlı performans kaydıydı. İkilinin 19 dakika süren bir laptop düeti gerçekleştirdiği bu kayıt tek bir parçadan oluşuyordu. Hangisinin ortaya çıkan esere ne kadar katkıda bulunduğunun çok da anlaşılamadığı bir çalışmaydı. Ancak daha sonra yayımlanacak albümün müjdesini de veriyordu.

Nitekim 2007’de çıkan 11 parçalık “Cendre”, iki müzik adamının bireysel olarak yaptıkları çalışmaları iki yıllık bir süre içinde birbirlerine gönderip karşılıklı aldıkları tepkileri bir araya getirmelerinden oluştu. Fennesz’in gitar ve elektronik soundu bütünleştiren parçalarına Sakamoto piyano katkısı yaparken; Sakamoto’nun piyano üzerinde yaptığı bestelere Fennesz’den elektronik seslerle yanıt geldi.

Sonunda akustik ile dijitalin, geleneksel ile son teknolojinin harmanlandığı, önceden yapılmış bestelerle doğaçlamayı buluşturan çok çarpıcı bir albüm çıktı ortaya. Bu tür çalışmaları düşününce akla hemen Harold Budd ile Brian Eno’nun yaptıkları geliyor. Büyük ölçüde onları andıran, yeni bir işbirliğiydi bu da.

Aradan geçen dört yılda Fennesz’in de Sakamoto’nun da hem solo albümleri hem de çeşitli işbirlikleri oldu. “Cendre”nin verdiği hazzı yeniden yaşamayı da umutla bekliyorduk ki, nihayet “Flumina” çıktı. İki CD’den oluşan toplam 24 parçalık albüm, deneysel elektronika ve ambient meraklıları için iki saati aşan büyüleyici bir müzik deneyimi vaat ediyor.

Parçalar, “0318”den başlayarak “0429”a kadar farklı numaralarla adlandırılmış. Kayıtların yapıldığı tarihleri gösteriyor olma olasılığı yüksek kanımca. Ayrıca parçalara isim verilmemesi, dinleyicinin onlara daha baştan anlam yüklememesi açısından yararlı olmuş. Böylece içinde bulunduğunuz ruh haline göre kendi senaryonuzu yazabileceğiniz bir albüm ortaya çıkmış.

Fakat şunu da belirtmek gerekir ki, “Flumina”nın neşeli ve huzurlu bir karakteri yok; daha çok karanlık ve karışık. Hatta kimi zaman geceyarısı hiç bilmediğiniz sokaklarda tek başınıza yürürken hissettiğiniz ürpertiyi anımsatırcasına huzursuz. Sevgilisini uzaklara yolcu eden bir insanın arabanın arkasından bakarken duyduğu hissi yeniden yaşatırcasına hüzünlü. Her şeyin yola gireceğini umduğunuz ama hiçbir şeyden emin olamadığınız anları hatırlatırcasına tedirgin...

Sakamoto’nun piyanosundan yansıyan umut kırıntıları çoğunlukla Fennesz’in gergin elektronik sesleriyle karşılaşınca sanki hep beklenmedik bir şey olacakmış gibi bir his veriyor albüm. Çoğu anlarda bana psikolojik gerilim filmlerine iyi eşlik edebileceğini düşündürttü. Ama arada insanı hafifleten parçalar da yok değil.

Dolayısıyla genel olarak yalnız anlara eşlik edecek melankolik ve karanlık bir yapısı olsa da, farklılıkları da barındıran çok katmanlı bir duygu ağı gizli içinde. Sakamoto ike Fennesz’in böylesine minimal bir altyapıyla bunu başarabilmeleri tek kelimeyle olağanüstü.

Yılın en güzel ambient/elektronika albümlerinden birisi. Dinleyin, kendi deneyiminizi yaşayın.





-

19 Ağustos 2011 Cuma

Babylon'da Yenilikçi Dalgalar


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 19 Ağustos 2011

Geçen hafta sonu İstanbul’un gözde canlı performans mekanı Babylon’un toplantısı için Çeşme’deydik. Mekanın sahibi Pozitif ekibi, yeni sezonda başlayacak bazı konseptleri tanıtmak, yeni uygulamalar hakkında bilgi vermek ve görüşlerimizi almak üzere bir grup müzik sevdalısını bir araya getirmişti. O grubun içinde yer alan birkaç müzik yazarından birisi de bendim.

Dört saate yakın süren toplantıda çok şey konuşuldu. Benim özellikle üzerinde durduğum bir konu vardı. “Babylon bir konser salonu mu yoksa kulüp mü?” sorusu üzerinde düşünmek gerekiyor. Çünkü bu soruya verilecek yanıtın, benim de şikayetçi olduğum geciken konser saatleri ve konser sırasındaki gürültü ile doğrudan ilgisi var.

Toplantıda bu soru üzerinde ayrıntılı bir tartışma yapılmadıysa da, eylül ayından itibaren konser saatlerinin cuma akşamları dahil 21.30 olarak sabitlenmiş olduğunu öğrendik. Bunun yeni sezonda kararlılıkla uygulanmasını bekliyoruz. DJ performansları olduğunda kulüp mantığında geç saatlerde başlayıp biten etkinliklere zaten kimsenin itirazı yok.

Ama etkinlikleri duyururken dinleyicilerin “konser” ile “kulüp performansı” arasındaki ayrımı algılaması sağlanmalı ki, konserlerde bağırarak konuşanların yarattığı gürültü de azalsın. Konser saatine sadık kalınması, bu etkinlikler arasındaki farkın altını çizmek bakımından da belirleyici olacaktır.

Bu konuda yeni sezonda atılan önemli bir adım daha var. 21.30'daki konserlere gelenler DJ setlerine aynı biletle devam edebilirken, konsere katılmayıp DJ setlerine sonradan gelenler ayrı bilet alacak.

"Midnight Express", Dubstep Geceleri ve 3D Partiler

Babylon’da en heyecan verici yeni konseptlerden birisi, “Midnight Express” adını taşıyan konserler serisi. Pozitif’in kurucu ortaklarından Ahmet Uluğ’un verdiği bilgiye göre, bu konsept için, son yıllarda tüm dünyada ilgi odağı haline gelen İstanbul’un kültürler arasında gördüğü köprü görevinden yola çıkılmış. Çok iyi müzik yapsa da Batı kültürü dışında kaldığı için fazla öne çıkamayan farklı sesler Babylon’a taşınmak istenmiş.

Bunun için de oldukça iddialı ve ironik bir isim seçerek “Midnight Express” adını önermiş Ahmet Uluğ. Amaç, bu filmin çağrıştırdığı karanlık algıyı yıkmak. Bu kapsamda, ilk olarak Tinariwen, Mulatu Astatke, Fun-da-mental, Baba Zula, İlhan Erşahin konserleri planlanmış durumda.

Güney Londra’dan çıkıp dünyayı saran dubstep dalgası ve elektronika, bu sezon Babylon’da daha güçlü hissedilecek. Bu kapsamda Mala, Coki, MC Pokes ve Loefah’ın da dahil olduğu kadrosuyla DMZ, 2562, Darkstar, Pinch, Deadboy, Mousse T., Apparat ve Plaid’in performansları izlenebilecek. Günümüz elektronik müziğinin en yenilikçi isimlerini canlı dinleme olanağı bulacağımız bu dalga, benim de sevinçle karşılayacağım bir dalga olacak.

Partilerde dans edip eğlenmek isteyenler, belli ki yeni sezonda sık sık Babylon’un yolunu tutacak. Çünkü cumartesi geceleri, Babylon Lounge, Üst Kat ve Babylon’a yayılarak üç mekanda devam edecek 3D Parti’ye ayrılmış. Farklı DJ’ler aynı anda farklı müzik türlerinde çalarken, herkes gece boyunca serbestçe mekanlar arasında geçiş yapabilecek. Yurtdışında da çeşitli yerlerde gördüğüm bu uygulama, umarım Babylon’da dillerden düşmeyecek partilere vesile olur.

Bir başka değişiklik ise, Babylon ile sırt sırta konumlanan bir mekanda devam eden Nublu’nun bu sezon veda edişi. Bu, caz dinleyicilerini üzecek bir karar olsa da, Nublu konserleri Babylon’da yine devam edecek.

Bu kesinleşen yenilikler dışında Çeşme toplantısında müzik sektörünü yakından ilgilendiren önemli konulara değinildi. Babylon ekibini iletişime açık tavrından dolayı kutluyor, bir tartışma platformu yarattığı için teşekkür ediyorum.

-

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Vitrindeki Albümler 80:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 14 Ağustos 2011

THE JAPANESE POPSTARS - Controlling Your Allegiance (Virgin Records)

Son yıllarda dans müziğinde “canlı performansı görülmesi gereken” isimlerden biri olarak öne çıktı The Japanese Popstars. İrlandalı üçlünün The Chemical Brothers ve Underworld gibi bu alanda artık dünya lideri olmuş grupların yerini alacağı söyleniyor. Kendilerinin de idol olarak kabul ettikleri bu gruplarla aynı lige çıkmaları için bu yıl yayımlanan “Controlling Your Allegiance”ın yayımlanması gerekti.

Aslında dikkati 2008 yılında ünlü DJ Mag dergisinin elektronik müziğin en iyilerini seçtiği “Best Of British” Ödüllerinde “En İyi Çıkış Yapan Prodüktör” ödülünü aldıklarında çektiler. O yıl yayımladıkları ilk albümleri “We Just Are” böylece hak ettiği ilgiyi de görmüş oldu. Ardından bu yıl İrlanda Dans Müzik Ödülleri’nde “En İyi House DJ’i” ve “En İyi Canlı Performans” dahil dört dalda aday gösterildiler.

“Controlling Your Allegiance”, dans pistleri dışında da dinlenebilecek, kulaklığınızı takıp dinleyebileceğiniz, elektronik müziğin farklı türlerini barındıran bir albüm. Beni albümle ilgili en çok etkileyen şey, grubun tek bir türe odaklanmadan, geçişler yapması ve house, progresif house, disko, tekno, trans arasında sürekli dolaşması oldu. Sound, zengin synth kullanımı güçlü perküsyon ve sağlam baslarla desteklenmiş; aynı parçanın içinde bile değişen ritimler albüme belirgin bir canlılık katmış.

Albümle ilgili bir diğer önemli özellik de, konuk vokal kullanımı. The Cure’un vokalisti Robert Smith, Editors’dan Tom Smith, Blues Explosion’dan Jon Spencer, Chicago House efsanesi Green Velvet, folk müziğin İrlandalı ozan şarkıcısı James Vincent McMorrow, M83’le yaptığı çalışmalardan tanıdığımız Morgan Kibby, indie folk şarkıcısı Lisa Hannigan ve prodüktör/şarkıcı Dot JR, The Japanese Stars’ın bu albümde birlikte çalıştığı isimler.

12 parçadan oluşan 63 dakikalık albümde vokallerin öne çıktığı parçalar olduğu gibi, buna ihtiyaç göstermeyenler de var. Ben özellikle iki şarkıdan söz etmek istiyorum.

Tom Smith’in vokalde yer aldığı “Joshua”nın en çarpıcı yanı, hiç kuşkusuz vokaller. Tom Smith’in bariton sesi Editors şarkılarından da bildiğimiz gibi zaten çok güçlü; ancak aynı zamanda elektronik müziğe nostalji ve romantizm katarak onunla da büyük uyum gösterebiliyor. The Japanese Stars’ın Editors’ın “Papillon” adlı şarkısına yaptığı remiks de bunu daha önce ortaya koymuştu. Bana göre albümün en güzel parçası "Joshua".

Robert Smith’in eşsiz vokalini duyma zevkini bir kez daha yaşatan “Take Forever” da “Joshua” kadar iddialı. Smith’in yorumlayıp da damgasını vurmadığı herhangi bir şarkı yoktur. “Take Forever”a da sesindeki tüm melankoliyi enjekte etmiş Smith. Elektronik müziğin klasikleri arasında girecek kadar başarılı bir parçaya imza atmış The Japanese Popstars.





-

7 Ağustos 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 79:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 7 Ağustos 2011

BRIAN ENO - RICK HOLLAND / Drums Between the Bells (Warp Records)

Müzik dünyasının en yaratıcı projelerinin Brian Eno’nun aklından çıkması şaşırtıcı değil. Bugün 63 yaşında ama farklı olanı ve yeniyi keşif heyecanını hiç yitirmedi o. 70’lerin başında Roxy Music’le başladığı ve 40 yıldır kesilmeden süren müzik yaşamı boyunca çok sayıda efsane isimle ve grupla çalıştı. Robert Fripp ve Harold Budd’la yaptığı albümlerle ve minimalist solo çalışmalarıyla ambient müziğin yaratıcılarından biri olarak, müzik tarihine “Enoesque” ve “Enossification” ifadelerinin girmesine neden oldu.

1970’lerde David Bowie’nin müzik kariyerinde en sevdiğim albümlerini yayınladığı dönemde de onun izi var. “Berlin Üçlemesi” olarak anılan “Low”, “Heroes” ve “Lodger”, büyük ölçüde Eno’nun etkisini yansıtır.

Eno, bugüne kadar John Cale, Cluster, Talking Heads, David Byrne, Laurie Anderson’ın da aralarında olduğu çok sayıda isimle işbirliği yaptı, albümlerinin prodüktörlüğünü üstlendi.

Son yıllarda popüler çalışmalarını, daha önce “The Joshua Tree” albümünün de prodüktörü olduğu U2 ve Coldplay’le yaptı; ama deneysel fikirlerini kendi albümlerine sakladı.

David Byrne ile 2008’de çıkardıkları “Everything That Happens Will Happen Today”, “vokal sample” denilen tekniği keşfederek yeni bir çığır açtıkları 1981 tarihli “My Life in the Bush of Ghosts”tan sonra önemli bir albümdü.

Şimdi bunun bir adım daha ilerisine geçti Eno. Geçen yıl deneysel elektronik müziğin en büyük destekçilerinden Warp Records’la iki albüm için anlaştığı duyulunca, Eno’dan ufuk açıcı yeni müzikler geleceğini tahmin etmiştik. Bunun ilk ürünü prodüktör Jon Hopkins ve besteci/prodüktör Leo Abrahams ile işbirliği yaptığı “Small Craft on a Milk Sea” adlı albüm oldu. Eno’nun Peter Jackson’ın “The Lovely Bones” adlı filmi için yaptığı ama orada kullanılmayan müziklerin yer aldığı albüm, tam da Warp kataloğuna uyacak, elektronik müziğin alt türleri arasında geçişler yapan bir çalışmaydı.

Warp etiketli ikinci albüm “Drums Between the Bells”i geçen ay elimize aldık. Bu kez, Eno’nun 33 yaşındaki İngiliz şair Rick Holland ile gerçekleştirdiği bir projeye tanık oluyoruz. 2002’de Londra’da bir multimedia performansında tanışmış ikili ve ertesi yıl da çalışmaya başlamışlar.

Rick Holland’ın şiirleri, 20. yüzyıl Anglo-Amerikan şiirinde düşünce ve duyguları açık ve özlü imgelerle dile getiren, ölçü ve kalıba karşı çıkıp serbest şiir ölçüsünü benimseyen “İmgecilik” akımından etkilenmiş. Eno’nun kalıp ve ölçüleri yıkarak Romantiklerin karşısına çıkan şiir türüne ilgi göstermesi elbette sürpriz değil.

“Drums Between the Bells, bir önceki Warp albümünden farklı mı?” derseniz, sound açısından bir fark yok. Yine elektronik müziğin dehlizlerinde akıp gidiyor; ama alt türler arasında geçişler yaparken bu defa işin içine “spoken word” dediğimiz teknik giriyor. Sözlerin şarkı formatında değil, daha çok konuşma havasında söylendiği bu teknik, Eno’nun şarkıların odak noktasının vokalist olduğu geleneksel yöntemden tamamen bıktığı bu dönemde önemli bir rol üstleniyor. Şarkının yansıttığı sesin, şarkıcının sesi olmasını reddediyor Eno.

Bunun sonucu olarak da konuşma ile şarkı söyleme arasında bir teknik geliştirme çabasına düşmüş bu albümde. Rick Holland’ın şiirlerini kendisi dahil 9 farklı kişiye okutup, o sözcüklerin etrafında müzik yapmış. Bunlardan birisi yalnızca “fierce aisles of lights” adlı parçada sesini duyduğumuz Rick Holland; diğerleri ise Eno’nun sokakta ya da jimnastik kulübünde karşılaştığı, tanımadığımız sıradan insanlar.

Eno’nun çok eskiden beri şarkı sözlerine pek düşkün olmadığını biliyoruz; bugüne kadar hep duyguları sözcükler olmadan seslerle anlatmayı daha çok sevdi. Ama bu defa Rick Holland’ın şiirlerine başrolü değilse de rollerden birini verdi. Holland için çok onurlandırıcı bir durum elbette bu ama acaba dinleyici açısından aynı derecede memnunluk verici mi?

Albümün 12’ LP versiyonunu ilk alan 500 kişiden biri olduğum için bana bir e-posta ile enstrümantal versiyonu indirebilmem için bir link gönderildi. MP3 olarak indirdiğim enstrümantal parçalar klasik bir Eno albümünün habercisiydi. Plak elime ulaştığında insan seslerinin de kullanıldığı asıl albümü dinledim. Haftalardır iyice alışmak ve tam bir fikir edinebilmek için tekrar tekrar döndürüyorum “Drums Between the Bells”i.

Açıkçası bazı parçalarda keşke burada şiir okunmasaymış diye düşündüğüm oldu. Rick Holland’ın şiirleri, bazen okuyan kişinin sesi ve müzikle etkileşimine bağlı olarak çok daha uyumlu bir etki bırakırken, bazen de bir türlü yerine oturmuyor.

Örneğin 20 milyon modelde var olan hemoglobin modüllerinden söz eden bir şiirin okunduğu “pour it out”un enstrümantal versiyonunun kulağa çok daha hoş geldiğini söylemem gerek. Ancak bazı durumlarda da, ilginç bir şekilde sözler müzikteki seslerle birleşip daha güçlü bir etki yaratabiliyor.

15 parçanın yer aldığı albümde bir tek “as if your eyes were partly closed / as if you honed the swirl within them and offered me the world” adlı 9. parçada insan sesi yok.

“Drums Between the Bells” çıktığından beri müzik camiasından aldığı tepkiler karışık; beğenen de var beğenmeyen de. Eno’nun yaptığı müzikte bugün geldiği yer, birçok kişinin aklındaki müzik algısını zorlayacak bir nokta. Deneysel müzikten hoşlanmayanlar için olmadığı kesin. Ama ben, beğenenler grubundayım. Hem yaratıcı ve heyecan verici hem de dinlemesi keyifli bana göre.

Kapak fotoğrafı da bir fikir verebilir. Eno, kendi çektiği fotoğraflarla bilgisayardaki bir programda oynarken ortaya çıkan bu görüntünün albümü iyi anlattığını düşünmüş. Çok katmanlı, karışık renkli çözülmeyi bekleyen bir labirent gibi değil mi? Bunu benim gibi heyecan verici buluyorsanız dalın o labirentin içine!

Brian Eno - glitch (taken from Drums Between The Bells) by Warp Records

Brian Eno - bless this space (taken from Drums Between The Bells) by Warp Records

-

3 Ağustos 2011 Çarşamba

"BAUDELAIRE'İ HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRATIRDIM"


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 3 Ağustos 2011

Elektronik müziğin önde gelen isimlerinden Moby, geçtiğimiz haftalarda Rock’n Coke'un kapanışında festivalin en iyi konserini verdi. Bu yıl kendi plak şirketinden yayımladığı “Destroyed” adlı albümüyle de oldukça gündemde.

Moby’yi İstanbul’da bulmuşken konser öncesinde röportaj fırsatını kaçırmadım; hem kendi çektiği fotoğraflardan oluşan bir kitapla birlikte çıkan kitap-albüm projesi, hem de edebiyat ve sanat hakkında sorular sordum.

Bu benim Moby ile bugüne kadar yaptığım üçüncü röportaj. İlkini 9 yıl önce "18" adlı albümü çıktığında New York'ta yapmıştım. O röportajda 15 dakika olan süremi kendi inisiyatifiyle 50 dakikaya çıkarmış, uzun uzun yanıtlamıştı sorularımı.

İkincisi, 2009'da "Wait For Me" adlı albümü yayınlandığında yaptığım bir telefon röportajıydı. Bu üçüncüsünü ise, bu defa İstanbul'da yine yüz yüze yapma olanağı buldum. Konser öncesi sınırlı zamanım vardı. Süreyi biraz aştık, asistanı uyarınca da röportajı kestik. Zaman yeterli olmasa da güzel bir söyleşi oldu.

Bugüne kadar röportaj yaptığım onca isim arasında sorulan sorulara en açıklayıcı yanıtlar veren müzisyen kendisi. Kelimeleri dikkatle seçip, çok özenli yanıtlar veriyor. Müthiş bir otokontrolü var. Beklemediği bir soru gelirse, 9-10 saniye düşünüyor, öyle yanıtlıyor.

TURNEDEKİ YALNIZLAŞMA VE SOYUTLANMA

Uzun süredir turnedesiniz, her gün farklı bir ülkedesiniz. Konserden önce dinlenme fırsatı buldunuz mu?

Buldum. Biraz kestirdim. Kısa bir uykudan birden uyandığınızda nerede olduğunuzu hatırlamadığınız oldu mu? Ben o durumdayım. Özellikle turne sırasında bir hafta içinde 8 ya da 9 ülkeye gittiğinizde oluyor bu. Birisi iki gün önce neredeydin diye sorsa yanıtlayamam. Son iki haftada üç kere Viyana’ya gidip döndüm. Güzel bir kent ama böyle olunca zamanın akış hızına yetişemiyorum.

Yine de iyi görünüyorsunuz.

Öyle görünmem iyi.

Bu albüm projesi böyle geniş bir konsepte nasıl kavuştu? Kulakla birlikte neden göze de hitap etmeyi tercih ettiniz?

Üç yıl kadar önce turdaydım. Canlı müzik çalmayı seviyorum ama tura çıkmaktan pek hoşlanmıyorum. Bu nedenle turnedeyken kendimi projelerle meşgul etmeye çalışıyorum. Geçen turnedeki projem de, gittiğim yerlerde bolca fotoğraf çekip uykusuzluktan beslenen müzikler yapmaktı. Turun sonunda elimde bir sürü fotoğraf ve müzik vardı. Bunları bir kitap ve albümde toplamanın “sabaha karşı saat 3’te sessiz bir kentte uyanık olma” konseptini açıklamak bakımından ilginç olacağını düşündüm. Turnedeki yalnızlaşma ve soyutlanmayı sergiliyor aslında.

Böyle bir fotoğraf kitabının dinleyicinin hayalgücünü etkileyip albümün algılanışını manipüle edebileceğinden endişe ettiniz mi?

Bazı insanlar müziği dinlerken fotoğraflara da aynı anda bakabilir. Yalnız şöyle bir durum söz konusu. Kitaplı versiyondan sadece 10 bin kopya basıldı. Ama albüm olarak 100 binlerce kopya var. Demek ki, çoğunluk fotoğrafları hiç görmeden sadece müziği dinleyecek. Bir de şu var. Bazı sanat formları vardır ki, topluma mal olduğunda herkes tarafından aynı şekilde deneyimlenir. Örneğin roman. Romanı bir yere oturur ve okursunuz. Oysa müzik toplumda herkes tarafından farklı deneyimlere konu olur. Kimisi oturup dinler, kimisi başka bir iş yaparken bir yandan da müzik dinler; bazen alışveriş merkezinde dinlenir, bazen büyük hoparlörlerden dinlenir, bazen de kulaklıkla. Aynı şey fotoğraflar için de geçerli. İnternette görebilirsiniz, kitaptaki fotoğraflara bakabilirsiniz. Sonuçta, bir müzisyen ve fotoğrafçı olarak böyle bir çalışmayı insanlara sunduğunuzda, onların onu nasıl deneyimleyeceğine ilişkin en ufak bir fikriniz olmuyor. Belki oturup müziği dinlerken albüme bakacaklar ya da kahvaltı yaparken şarkılarımdan birini duyacaklar ve The Sunday Times ekinde fotoğraflarımdan birini görecekler. Bunları bilemeyiz. Bir albüm yaptığımda tek beklentim onun dinlenmesi. Beni mutlu eden tek şey bu. Onun nasıl dinleneceğine ilişkin bir öngörüm yok.

GECE YARISI LOS ANGELES, ALACAKARANLIK MAVİSİ VE EDWARD HOPPER

Peki siz bu albümü bir manzara, bir renk ve bir resim ile ilişkilendirmek isteseniz neleri seçerdiniz?

(Bu soruyu yanıtlamak için epeyce düşündü Moby.) Manzara Los Angeles şehir merkezinin gece geç bir saatteki görüntüsü olurdu. Çünkü o saatlerde tuhaf bir şekilde çok boş, durgun ve fütürist bir görüntüsü var. Renk için, en sevdiğim renklerden birisi olan gece karanlığı çökmeden önceki maviyi seçerim. Tablo ise, muhtemelen Edward Hopper’ın bir eseri olurdu.

İçinde bir ya da iki insan olan, boş mekanları gösteren resimler...

Evet, belki de insansız... Amerikan tarzı bir restoranda gece yemek yiyen insanları resmettiği “Nighthawks”tan (Gece Kuşları) söz etmiyorum ama. Edward Hopper’ı sevmemin nedeni, boşluğu resmetmesi. Çoğu müzisyen, fotoğrafçı ya da ressam, eserini mümkün olduğunca doldurmaya çalışır. Ben, boşlukların ön plana çıktığı, sadece birkaç unsura yer verilen çalışmaları seviyorum.

Bu kitaptaki fotoğraflardan tek bir tanesi çok sayıda insanın ilgisini çekip genel bir beğeni kazanacak olsa, hangisi olsun isterdiniz?

Muhtemelen kapaktaki fotoğraf.

Neden özellikle o?

Çünkü orada sadece birkaç unsur var. Benim fotoğrafçı olarak yapmaya çalıştığım şey, alışılagelmiş bir görüntü olsa da aynı zamanda alışılmışın dışında olabilen şeyleri fotoğraflamak. O kapak fotoğrafında uzun bir koridor ve basit bir yazı var, her şey çok normal görünüyor. Ama aynı zamanda çok çarpıcı bir garipliği de yansıtıyor.

BİRKAÇ YIL SONRA AKUSTİK ALBÜM

Yeni albümü kaydetmeden önce tamamen akustik bir albüm yapacağınızı söylüyordunuz ama öyle olmadı. Farklı bir yola sapmanızın nedeni neydi?

Evet, akustik albüm üzerinde çalışmaya başlamıştım. On gün boyunca stüdyoda akustik şarkılar kaydettim. Ama bir noktada daha elektronik, atmosferik soundlu bir albüm yapmak istediğimi anladım. Bir gün gerçekten tamamen akustik bir albüm yapmayı isterim. Birkaç sene sonra olabilir bu.

Dünyadaki en geniş eski elektronik davul (drum machine) koleksiyonuna sahip olduğunuzu biliyorum. Elektronik davulun gerçek bir davulcuda olmayan bir özelliği var mı?

1980’lerde gerçek davullarla ve bu tür aletler üzerine büyük bir tartışma yaşanmıştı. Bence ikisi neredeyse farklı enstrümanlar. Özellikle benim kullandığım eski elektronik davulların fazla bir fonksiyonu yok; sesleri gerçek bir davulunki gibi değil. 80’lerde, 90’larda ve bugün kullanılan bazı elektronik davullar ise gerçek bir davulcu çalıyormuş gibi ses çıkarabiliyor. Bir elektronik davulun yapıp gerçek bir davulcunun yapamayacağı şey, daha basit ve daha az ses çıkarması olabilir.

Yeni albümde de ilginç isimleri olan enstrümantal şarkılarınız var. Bunlar için isimleri nasıl seçiyorsunuz, o isimleri o şarkılarla nasıl buluşturuyosunuz?

Bu çok iyi bir soru. Şarkılarda genellikle en çok tekrar edilen sözlerden isim çıkarılır. Örneğin “Why Does My Heart Feel So Bad?”de öyledir. O dize sürekli tekrarlandığı için o ismi aldı. Enstrümantal şarkılarda ise birşey uydurmanız gerekir. Bu son albümde kitaplardan ve yazarlardan esinlendim. Şarkılara isim vermekte zorlandığımda kütüphaneme bakıyorum. Mesela Rimbaud’nun şiir kitaplarından esinleniyorum.

Esinlendiğiniz şairlerden birisi de Sylvia Plath. Sizin için neyi temsil ediyor Plath?

Kültürel olarak bakarsam, Plath New Englandlı; ben de orada büyüdüm. İkimiz de oradaki Beyaz Protestan Amerikalı (WASP) grubun içinden çıktık. Sanatsal açıdan bakarsam, çok yetenekli bir yazar. Şiirindeki duygusal dürüstlük, sevgiye duyduğu özlem ve olayların farklı olmasına karşı duyduğu istek çarpıcı. Son kitabı ise çok acımasız ve saldırgan. Onu artık her şeyden vazgeçmiş bir haldeyken yazmıştı. Daha genç ve iyimserken yazdığı şiirler çok güzel. Ama hayatının sonuna doğru yazdığı şiirlerde de sanki bambaşka bir şairin yazdığı büyüleyici bir hava var.

Bugüne kadar 10 stüdyo albümünüz yayınlandı. Bunların arasında hangisinde hayata ve müziğe dair hislerinizi en iyi biçimde açıkladığınızı düşünüyorsunuz?

10 mu emin değilim. 10 albümden fazla olabilir. Kariyerimin ilk yıllarında küçük bir plak şirketiyle anlaşmıştım ve çalıştıkları tek sanatçı bendim. Başka birinin albümüymüş gibi algılansın diye farklı isimler altında benim müziklerimi yayınladığımız olmuştu. Onları da sayarsak 12 ya da 13 sanırım.

Tamam. Onları da katarsak hangisi?

Hiçbir fikrim yok aslında. Dürüstçe söylersem, yeni albüm ve “Wait For Me” sanatsal açıdan en çok tatmin duyduğum iki albüm. Çünkü onları sadece albüm yapmayı sevdiğim için yaptım; yaparken de otomatik olarak satar mı, radyoda çalınır mı, eleştirmenler ne der diye düşünmedim. Gerçekten sadece ilginç olabileceğini düşündüğüm müzikleri yaptım. Soruya tam bir yanıt vermek gerekirse, sanırım “Wait For Me”yi seçerim.

"30 ROCK", KİTAPLAR VE KICK BOKS

Bir yerde artık içkiden uzak durduğunuzu okudum. Doğru mu?

Evet, artık içmiyorum.

Bu çok iyi. Ama biliyorsunuz Baudelaire ne der; “Bir insan daima sarhoş olmalı. Bütün mesele bu. Ama neyle? Şarapla, şiirle ya da erdemle, hangisini seçerseniz seçin ama sarhoş olun.” Bu durumda siz neyle sarhoş oluyorsunuz? (Yanlış anlaşılmasın; bu soruyu sordum, çünkü Moby'nin alkol zaafına daha önce birçok kez bizzat tanık oldum. Bu alışkanlığından kurtulmuş olmasına gerçekten sevindim.)

Bugünlerde “30 Rock” dizisini seyrederek sarhoş oluyorum diyebilirim. Canlı performanslarla sarhoş oluyorum. Ama sanırım ben Baudelaire’i hayal kırıklığına uğratırdım. Turne sırasındaki hayatım turne dışındaki hayatımdan çok daha normal.

Turne dışında peki? Bir şey bulmanız lazım...

Okumakla sarhoş olabilirim. (Soruyu yanıtlamadan önce yine bir süre düşündü Moby.)

Bu harika!

Ayrıca kick boks yapıyorum. Evde kendime kick boks yapabileceğim bir düzen kurdum. Ama ne yazık ki alkol yok artık.

"ZENGİNLERİN ÇEVRESİNDE OLMAK İSTEMİYORUM."

Son dönemde bir değişiklik daha oldu hayatınızda, Los Angeles’a taşındınız. Bence New York’un bütün o farklı yapılarına uyan bir kişliğiniz vardı. Orada fakirliği de yaşadınız, zenginliği de. Bütün müzik geçmişiniz orada; punk rock yıllarınız orada geçti, hip-hop'tan orada etkilendiniz, disko döneminin hep içindeydiniz. Ayrıca müziğiyle yalnızlaşmanın getirdiği melankoliyi yansıtan birisi olarak Los Angeles’ta kale gibi büyük ve aydınlık bir malikaneye taşınmanız da ilginç. Adı New York'un müzik sahnesiyle özdeşleşmiş bir müzisyensiniz. Neden taşındınız Los Angeles'a?

Taşındım; çünkü Los Angeles, New York’ta olmayan işlevsiz bir garipliğe sahip...

New York da garip... Ayrıca New York'a çok düşkündünüz eskiden...

New York, bildiğiniz gibi özellikle Manhattan, bankerlerin ve turistlerin yaşadığı bir yer haline geldi. Hala seviyorum orayı; zaman zaman ziyaret etmek de eğlenceli. Ama artık sanatçıların, müzisyenlerin kenti değil; zenginlerin kenti orası.

Siz de zenginsiniz.

Ama ben zengin insanların çevresinde olmak istemiyorum.

Eskiden Los Angeles’ın “celebrity” kültüründen şikayet ettiğinizi hatırlıyorum. Onunla nasıl baş ediyorsunuz?

Ondan uzak durarak. O kültür kentin batı yakasında, Beverly Hills tarafında. Ben doğu yakasındayım. Los Angeles’la ilgili en ilginç şey şu: İnsanlar orada bir şeyler üretiyor. New York’taki bankerler ise üretim yapmadan başka insanların ürettikleri üzerinden kazanç sağlıyor. Eleştirmiyorum onları ama durum bu. Herkesin bir şeyler üretmeye, yaratmaya çalıştığı bir yerde yaşamak daha ilginç. Elbette hiçbir yer mükemmel değil. Ayrıca kışın New York’a göre daha sıcak. Ama en çok hoşuma giden şey, Los Angeles’ın garipliği. Bu konuda aadece bazı Çin kentleriyle, örneğin Pekin’le kıyaslanabilir. Dünyada Los Angeles kadar bütünüyle tuhaf bir kent yok.

Sanırım Los Angeles’a aşık olmuşsunuz.

Aşk değil ama derin bir hayranlık söz konusu...
_____________

Röportajın sonunda "İstanbul'da daha uzun kalabilmeyi isterdim" dedi Moby. Umarım bu defa 8 yıl ara vermeden kısa zamanda yine gelir ve kendisini yine canlı dinleme olanağı buluruz.

Kulisteki odasından çıkarken de, "İyi bir konser olacak herhalde" dedi. Kendisini defalarca canlı izlemiş biri olarak zaten hiç şüphem yoktu. Rock'n Coke'un kapanışında gösterdiği performans unutulmazlar arasına girdi.

Bu yazı arasında gördüğünüz mekan fotoğrafları Moby'nin "Destroyed" adlı fotoğraf kitabında yer alıyor. Kendisinin dünyanın çeşitli yerlerinde çektiği fotoğraflardan oluşan bu kitabı fotoğraf meraklılarına öneririm. Ben kitabımı aldım ve Moby'ye imzalatıp kütüphaneme koydum bile.

Translate