30 Ekim 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 90: Björk -Biophilia (One Little Indian)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 30 Ekim 2011

2000 yılına girdiğimizde, “21.yüzyılın ilk App albümünü kim yapar?” diye sorsaydınız, “Björk ya da Brian Eno” derdim. İlki yaptı. Yaşadığımız çağın en yaratıcı müzisyenlerinden birisi Björk; her zaman yeniliklerin peşinde oldu, sınırları zorladı, deneysellikten hiç vazgeçmedi ve bütün bunları yaparken de tüm dünyada hayranları olan popüler bir isim olmayı da başardı.

Sekizinci stüdyo albümü “Biophilia”, doğa, müzik ve teknoloji arasında kurulan ilişkinin geldiği en son nokta; insanın gözlerini faltaşı gibi açıp, ağzını açık bırakacak kadar ilginç ve çok farklı bir görsel-işitsel çalışma.

Albümde yer alan 10 yeni parça iPad üzerinde kaydedilmiş. Ses teknisyenleri ve görsel tasarımcılarla bir ekip oluşturan Björk, bir yandan yeni aletler tasarlamış, bir yandan da her bir şarkı için özel App geliştirmiş.

Örneğin İzlanda’nın tek borulu org üreticisi sanatçı Björgvin Tómasson ve Matt Nolan ile birlikte “Gameleste” (Gamelan ile Celeste enstrümanlarının birleştirilmesiyle elde edilmiş) adlı yeni bir alet yaratmış.



“Biophilia” hem geleneksel albüm formatında hem de App albümü olarak yayımlandı. Albümü iPad üzerinde deneyimlemek isterseniz, bambaşka bir dünyaya götürüyor sizi. Önce David Attenborough’nun sesinden Björk’ün bize müzik ve teknoloji aracılığıyla doğanın harikalarını sunduğunu duyuyoruz. Sonra üzerinde 10 tane yıldızın bulunduğu bir galaksi çıkıyor önünüze. Her bir yıldız bir şarkıyı temsil ediyor.



Şarkı sözlerini ve ayrıntılı analizleri okuyup, albümü şarkıları temsil eden renkler eşliğinde dinlemek olanaklı. Ama bir App’in içine girip “Başlat” dediğinizde Björk ve ekibinin her şarkı için yarattığı görsel tasarımlar yani bir tür video oyunu çıkıyor karşınıza. Sadece sesleri değil, görsel tasarımı da değiştirip kontrol edebiliyor, farklı sesler ve ses tonları yaratabiliyor, kendi remikslerinizi yapabiliyorsunuz.

Thunderbolt” adlı parçada şimşek çakışlarını artırıp yeni vuruşlar ekliyor, “Hollow”da DNA üzerindeki proteinlerin yerini değiştirip ritmi farklılaştırabiliyorsunuz, “Virus”da hastalık yapan mikropları yok edip parçayı uzatabiliyorsunuz.



Bütün bunlar teknoloji ve video meraklıları için olduğu kadar, ses üzerine çalışan profesyonel müzisyenler için de çok ilginç. Ancak “Albümü iPad üzerinden değil, bildiğimiz eski yollardan dinlersem nasıl?” diyorsanız, kanımca Björk’ün bugüne kadar yaptığı en iyi çalışmalardan birisi.

Albümü radyoda çalınamayacak kadar deneysel bulanlar olduğunu biliyorum ama bu zaten Björk gibi bir sanatçının umurunda değil. Yine de öyle düşünenlerin albümü birkaç kere can kulağıyla dinlemesini öneririm. İlk dinleyişte değilse de, insanı zamanla yakalayan çok güzel şarkılar var “Biophilia”da.

Her bir şarkı için evrenden ve insan hayatından bir tema belirlemiş Björk. Örneğin “Hollow”da odak noktası, tek hücreli varlıklardan insana doğru giden evrim ve DNA’nın gelişimi; “Mutual Core”da yer kabuğundaki tabakaların duygularla ilişkisi; “Virus”da kendi kendini yok eden ve tedavisi olmayan ilişkiler. Şarkı sözlerinde doğa olayları ile duygular arasında kurulan ilişkiler son derece etkileyici.



Akustik ile elektroniği içi içe geçiren, herhangi bir tür içinde tanımlaması zor, karışık bir sound söz konusu albümde. Ben müziğin görselleştirilmesi konusunda hassas olan insanlardan biriyim. Müziğin öncelikle kulağa hitap ettiğini ve bu nedenle görsel unsurlarla fazla ilişkilendirildiğinde geri plana düşeceğinden çekinirim. "Peki burada da öyle bir çekincen yok mu?" diye sorarsanız, yapılan çalışmayı görüp albümü dinledikten sonra "yok" derim.

Çünkü her ne kadar App albümü olarak yapılandırılsa da, şarkılar kendi kendine de var olacak kadar karakter sahibi. App'ler üzerinden elde edilen deneyim ile albüm deneyimi bambaşka. Her ikisi de ayrı bir dünya açıyor izleyene/dinleyiciye.

Müzik üretme, dinleme ve müziği dinleyiciye sunma yöntemlerinde çok çarpıcı bir devrim yaratıyor “Biophilia”. Mutlaka bundan sonra gelenlere yol gösterici olacak önemli bir ilk. Müziğe eşlik edecek görseller sunmuyor, müziğin resmini çekiyor.



-

27 Ekim 2011 Perşembe

Video: Billie not on Holiday


Bu grubu Beyoğlu sokaklarında çalarken görmüş olabilirsiniz. Ben de ilk kez bir gece Asmalımescit'te yürürken duymuştum. Müzik hoşuma gidince durup bir süre dinlemiş, sonra gidip Billie ile konuşmuştum.

Onları ikinci kez bu yaz Çeşme'de bir bahçede düzenlenen yemekte dinledim. Çimenlerin üzerinde çalıyorlardı. Hafta başında Akbank Caz Festivali'nin Kampüste Caz etkinlikleri için trenle Eskişehir'e giderken Billie not on Holiday ile yine karşılaştım. Bu defa sokakta değil, trende dinledim grubu.

Neşeli, insanı mutlu eden bir müzik yapıyorlar. Billie ile bir ara sohbet ettim. Yaklaşık bir yıldır İngiltere ile İstanbul arasında gidip geliyormuş. Biraz Türkçe bile öğrenmiş. Grubun adını Billie Holiday'den esinlenerek koymuşlar. Hem o efsane sese hayran olduklarından, hem kendi ismi Billie olduğundan, hem de ilginç olacağını düşündüklerinden...

Siz de onlara İstanbul sokaklarında hiç beklemediğiniz bir yerde rastlarsanız hızla geçip gitmeyin, durup dinleyin.

26 Ekim 2011 Çarşamba

"Bu akşam Van için…"


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 26 Ekim 2011

Akbank Caz Festivali’nin “Kampüste Caz” etkinlikleri, üniversite, özel sektör ve sanatçı işbirliğinin en iyi örneklerinden birisi. 21. yılını kutlayan festival kapsamında bu yıl, İstanbul’un yanı sıra, Eskişehir, Ankara, Trabzon, Erzurum, Adana, Kayseri, Konya ve Bursa’da da konserler düzenleniyor.

10 ilde toplam 14 konser olarak planlanan Kampüste Caz’ın ilk programında Van da vardı; ancak oradaki konser deprem nedeniyle iptal edilmek zorunda kaldı. Üniversite gençliğini kendi kampuslarında cazla buluşturan bu etkinliği yerinde görmek üzere pazartesi günü trenle Eskişehir’e gittik.

Sahnede, festivalin Anadolu konserlerinin bu yılki konuğu, ülkemizin yetenekli caz müzisyenlerinden, basçı Alp Ersönmez vardı. Sanatçının bu yıl yayımladığı ilk solo çalışması “Yazısız” albümünün adını taşıyan konserde, kendisine saksofonda Engin Recepoğulları, klavyede Can Çankaya ve davulda Ediz Hafızoğlu eşlik etti.

Anadolu Üniversitesi’nin yaklaşık 400 kişilik Sinema Anadolu Salonu, basın mensupları ve birkaç öğretim üyesi dışında tamamen öğrenciler tarafından doldurulmuştu. Ülkenin içinde bulunduğu zor dönemde sahneye çıkan Ersönmez’in müzisyen olarak dile getirdiği şu sözler çarpıcıydı:

Türkiye gibi bir memlekette müzisyen olmak çok zor. Her gün başka bir olay oluyor. Bitmeyen bir terör var, insanların evleri başlarına yıkılıyor. Biz aslında Van’a da gidecektik ama gidemiyoruz. Bu akşam Van için çalıyoruz. Kampuslarda çalmak çok güzel. Böyle bir festivali düzenledikleri için Akbank Sanat’a, organizasyonu yapan Pozitif’e ve Anadolu Üniversitesi’ne çok teşekkür ederiz. Bu ülkede hâlâ yaşamak istediğimiz için de kendimize teşekkür ederiz.

Grup, daha sonra Twitter üzerinden yaptığı açıklamada, konserin kendilerine yapılmış olan ödemesini Van’a bağışlayacağını duyurdu. Akbank Caz'ın "Kampüste Caz" konserlerinin tümünün gelirleri de, Van için toplanan yardım kampanyasına aktarılacak.

Eskişehir'de “Yazısız” albümünün açılış parçası “SFG” ile başlayan konserde, aynı albümden “Beşik”, “Burada Yaralı Biri Var” ve “Zorla Güzellik”i de dinledik.

Ayrıca Ersönmez’in İlhan Erşahin’le yer aldığı projesi Istanbul Sessions ile kaydettiği “Night Rider” albümünden “Gece İnerken” adlı parçanın yanı sıra, “Kaldığımız Yerden” ve “Beyoğlu Blues” gibi kompozisyonlar da çalındı.

Basın diğer sesleri geri plana ittiği bir konser değil; her bir enstrümanın diğerleriyle özgürce etkileşim kurduğu, yer yer Miles Davis’e de selam gönderen enerjik bir performanstı.

Konserin sonunda Alp Ersönmez’in dile getirdiği anlamlı bir dileği daha vardı. “Üniversiteler soran, sorgulayan, kendisine ve çevresine faydalı insan yetiştirme görevini üstlenen kurumlar olmalı. Umarım bu misyonu unutmayan Anadolu Üniversitesi gibi üniversiteler artar” dedi.

“Kampüste Caz” gibi etkinlikler, Ersönmez’in tarif ettiği aydın gençlerin yetiştirilmesinde önemli bir katkı.

-

24 Ekim 2011 Pazartesi

Neşeyle hüznün en dengeli bileşimi


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 24 Ekim 2011

Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı daha önce herkesin birlikte dans ettiği bir konsere sahne oldu mu emin değilim ama cuma akşamı bir ilk yaşanmış olabilir. Fransız müzisyen Zaz’ın (asıl adıyla Isabelle Geffroy) konseri çocuk, genç, yaşlı, kadın ve erkek bütün kesimleri buluşturup, aynı müzikle coşturdu. Girişte patlayan flaşlardan ünlülerin de konsere büyük ilgi gösterdiklleri anlaşılıyordu. Bir caz festivalinde hiç alışık olunmayan görüntüler vardı o gece.

Daha ilk albümünü geçen yıl yayımlayan bir müzisyenin böylesine büyük bir talep görmesi şaşırtıcı. Beyoğlu’nda İstiklal Caddesi üzerinde yürürken mağazalardan bir yıl boyunca onun müziklerini duyduk, restoranlara gittiğimizde Zaz dinledik, DJ’ler onun şarkılarını çaldı. Bu durum sadece bizim ülkemize özgü de değil; 2010’da Avrupa’da “En Beğenilen Fransız Şarkıcı” unvanının sahibi oldu.

Neydi Zaz’ın müziğini her yaşa ve her kesime yakın kılan? Konserde bu sorunun yanıtını buldum. Sesi Edith Piaf’ı andırsa da, onunki gibi can yakıcı bir hüzün yok Zaz’da. Gençliğin hayal kırıklıkları var ama aynı zamanda umutlu. Müziğinin yansıttığı ruh hali, insanı pasifize edip sindirmiyor, tersine iyi hissettirip hareketlendiriyor.

Arada bir Piaf gibi sahnenin ortasındaki sandalyenin üzerine oturup, tek bir gitar eşliğinde söylediği daha hüzünlü anlar da var; fakat onun hemen ardından başlıyor el çırpmaya, hoplayıp zıplamaya. Siyah elbise giymiş ama enine rengarenk çizgili çorapları ve bir teki sarı, diğeri portakal rengi ayakkabılarıyla sahnede çocuklar gibi şen.

Aslında şovuna başlamadan önce kağıda yazıp Türkçe okuduğu metinden bunun arkasındaki nedeni de açıkladı Zaz. “Birkaç yıl önce çok önemli bir karar verdim. Başkalarını mutlu etmek için önce kendimi sevmeliyim. Bu, kendime de çok güzel bir hediyedir” dedi. İngilizce konuşamadığı için dinleyiciler arasından Fransızca bilen iki genci bulup onlar aracılığıyla verdi mesajını.

Sahnede caz müzisyenlerinin ciddiyetinden uzak, daha çok bir varyete şarkıcısı gibi ama yapmacık değil; sokak şarkıcılığı yaptığı dönemde edindiği sıcak tavırlarını büyük bir kapalı salona da aynen yansıtabiliyor. Müzik çalışmalarına 5 yaşında başlayıp, konservatuarda piyano, gitar, müzik teorisi ve koro şarkıcılığı eğitimi almış bir müzisyen Zaz. 14 yaşında bir blues grubuna katılmış, daha sonra çeşitli caz gruplarında yer almış. Konserdeki rahatlığı ve doğallığı, genç yaşına karşın, çok erken yaşta sahne tozu yutmasından kaynaklanıyor belli ki.

Sanatçı, caz, swing, blues ve şansonları pop unsurlarıyla buluşturup yorumladığı kendi adını taşıyan ilk albümünün birinci parçası “Les passants”la açtı konseri. Kontrbasları yolda kırıldığı için yoktu; ama ekibiyle birlikte, ülkemizde de çok sevilen albümden dokuz şarkı seslendirdi.



Bir ara aldı bagetleri eline bateri çaldı, elleriyle ağzını kapatıp kazoo taklidi yaptı, hayali trompetini çaldı, arada bir hüzünlendirdi, alkışlarla dinleyiciye ritim tutturdu ve sonunda “Je Veux” adlı şarkısında istisnasız salondaki herkesi ayağa kaldırıp dans ettirdi. Oturdukları yerden kalkıp sahnenin önüne yığılan hayranlarının ellerini sıktı; Lütfi Kırdar Salonu, birden Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’na döndü.

Konsere gösterilen aşırı ilgi, “Bu kadar abartacak ne var?” sorusunu sordurdu bazılarına. Zaz kadar ve ondan daha iyi müzisyenlerin yarısı boş salonlarda çaldığı bir ülke burası. Zaz, bir fenomen haline geldiği için ilgi biraz abartılıydı ama sonuçta çok güzel sesli ve yetenekli bir müzisyeni dinledik.



-

23 Ekim 2011 Pazar

Video: GusGus - "Within You"


22.10.2011- Salon konserinden video
Grubun ana vokalisti Daniel Agust Haraldsson'un sesi elbette çok güzel elbette ama ben özellikle Högni Egilsson'un sesini çok seviyorum. Bu şarkıda o söylüyor.

Video: Zaz - "Je Veux"


Zaz'ın Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'ndaki konserinden.


Vitrindeki Albümler 89 : Apparat - The Devil's Walk (Mute Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 23 Ekim 2011

Berlinli DJ Prodüktör Apparat (asıl adıyla Sascha Ring) son on yılın en üretken isimlerinden. 2001’de kendisinin kurduğu Shitkatapult'tan çıkan “Multifunktionsebene” adlı ilk albümünden bu yana çok sayıda işbirliği yaptı; Alman DJ Prodüktör Ellen Allien’la birlikte, onun sahibi olduğu BPitch Control’dan “Orchestra of Bubbles” adlı albümü çıkardı.

2007’de çıkan “Walls” o yılın en iyi dream pop albümlerinden biriydi. Elektronik müziğin başarılı ikilisi Modeselektor’la “Moderat” adı altında bir araya geldi ve 2008’de grupla aynı adı taşıyan bir albüm yayınladı. “Hayatının kulüp yanını” ise, geçen yıl DJ Kicks adlı bir mix albümde özetledi.

Bu yıl da Walls’dan sonra kendi müziğini yayınladığı yeni albümü “The Devil’s Walk” çıktı. Apparat, house, dream pop, IDM, modern tekno, ambient gibi eklektik bir müzikal palette çalışan bir müzisyen. Yeni albümü de electro-shoegaze türünün en iyi örneklerinden.

“The Devil’s Walk”, vokal ağırlıklı elektronik müziğin popüler olduğu bir dönemde çıktı. Albümü James Blake’in çalışmalarına benzetenler de var. Hatta bir yerde “James Blake’in Alman versiyonu” yazıldığını okudum. Her iki müzisyen de vokalle ses manzaraları birleştirme ekolünü sürdürdüğü için onaylanabilir bir benzetme bu. Ancak James Blake’de dubstep etkisi çok açık. Apparat’ın yeni albümünde onun ki kadar belirgin bir etkisi olmasa da, “Candil De La Calle” adlı parçada dubstep sularına girdiği kesin.

Apparat’ın prodüksiyonda ve düzenlemelerdeki yeteneği, yumuşak vokaliyle birleşince albüme hissedilir bir melankolizm katılmış. “Walls”un aksine dans pistlerinden uzaklaşıp, iç dünyasına dönmüş. Bir tek “Ash/ Black Veil” ve “Song of Los” adlı şarkılarda hareketlenip dans pistine yavaşça adım atıyor ve “Ben hala buradayım; tamamen terk etmedim” diyor.

Bunların dışında piyano, yaylılar ve gitarla yavaş yavaş gelişip, ambient sınırlarında gezen dramatik şarkılarla dolu “The Devil’s Walk”. Dinlerken insana kendi hayal ettiği bir filmi düşündürüyor; henüz çekilmemiş ama başrolünde kendinizin oynadığı bir filmin müziği gibi. Kişiler, olaylar, mekanlar, anılar akıp gidiyor gözünüzün önünden. Geçmişe özlem duyarken, aynı zamanda pişmanlıklarınız da geliyor aklınıza. Sonra “Black Water”ın sonundaki yağmur seslerini duyup diyorsunuz ki kendinize: “Bırak bu anıları; bu şeytanın yürüyüşü. Geçmişe değil, geleceğe dön!” Albüm bitiyor, sonra yeniden play tuşuna gidiyor eliniz...

Apparat’ı daha önce DJ setinde birkaç kere izledim; ama bir grupla birlikte sadece kendi müziğini çalacağı bir konserde ilk kez aralık ayında Babylon’da dinleyeceğim. Heyecanla bekliyorum.

Apparat- The Devil's Walk by apparat




-

22 Ekim 2011 Cumartesi

Etkileyici Bir Modern Caz Gecesi


22.10.2011
 
Hint asıllı Amerikalı piyanist ve besteci Vijay Iyer, 21. Akbank Caz Festivali kapsamında kendi adını taşıyan üçlüsüyle birlikte salı akşamı bir konser verdi. Kendisine davulda Marcus Gilmore ve basta Stephen Crump’ın eşlik ettiği sanatçı, Babylon’da İstanbul dinleyicisiyle ilk kez buluştu.

Geçen yıl “Historicity” albümüyle En İyi Enstrümantal Caz Albümü dalında Grammy ödülüne aday gösterilen Iyer, bu yıl çıkan yeni çalışması “Tirtha” ile adından çok söz ettiriyor.

Konserde “Historicity” ve “Solo” dahil olmak üzere eski albümlerinden de örnekler sunan Vijay Iyer Trio’nun konseri, modern caz dinleyicileri için etkileyici bir performanstı. 2010’da Caz Gazetecileri Derneği tarafından “Yılın Müzisyeni” seçilen 40 yaşındaki sanatçı sorularımı yanıtladı.

Gitarist Prasanna ve tabla çalgıcısı Nitin Mitta ile kaydettiğiniz “Tirtha” adlı albümünüz Güney Hindistan’ın geleneneksel Karnatik müziği ile cazı buluşturuyor. Bunu yaparken aynı zamanda belirgin bir tarz yaratmak zor olsa gerek.

Farklı disiplin ve geleneklere sahip müzisyenlerle işbirliği yapıyorum ama biz tarzları karıştırmayı amaçlamıyoruz. Biz sadece bildiklerimize dayanarak yapıyı temelden birlikte geliştirip kurmaya çalışıyoruz. Hint müziği üzerine eğitim aldım; bu benim köklerimden gelen bir şey ve benim üzerimde büyük etkisi var. Ama aynı zamanda Afrika perküsyonu, Avrupa klasik müziği, modern düzenleme teknikleri ve elektronik müzik eğitimi de aldım. Bunların hepsi eşit derecede etkili. Kendime özgü bir sound geliştirmeye çalıştım elbette. Steve Coleman, Roscoe Mitchell, George Lewis, Wadada Leo Smith gibi saygın isimlerle çalışarak her tür bilgiyi edinebilmek için sürekli çalışmak gerektiğini öğrendim. Bildiğimiz her şey, yarattığımızın bir parçası olur.

Hindistanlı bir aileden geliyorsunuz ama Amerika’da doğup yetiştiniz. Bir insanın kökeni caz gibi bir müzik türünde yaptığı çalışmaları etkiler mi sizce?

Ancak yetişkin bir insan haline geldiğimde kökenlerimle bu anlamda yüz yüze geldim ve bir sanatçı olarak beni etkilemesine izin verdim. Daha önceden Hint müziği üzerine eğitim almamıştım. 20 yaşımdan itibaren daha çok takip etmeye başladım. Öğrenebileceğim her şeyi öğrenmeye gayret ettim; özellikle ritmik yapısı üzerine çalıştım ve Hint müzisyenlerle işbirliği yapma olanağı buldum. Evet, bu müzikle özellikle kökenlerim nedeniyle ilgiliyim ama genel olarak yaptığım müziğin gelişimini bütünüyle etkiledi mi bilmiyorum. Eğer bu anlamda bir etkiden söz edeceksem, o daha çok “hakiki” caz ya da “geleneksel caz” için söylenebilir.

Dünyada kendi yerel motiflerini müziğin içine yerleştiren ve yaptıkları müziğe caz adını veren çok sayıda insan var. Bizler de Amerika’da müziğin kökenlerinden çok uzaklardayız. Cazın başlangıcından bu yana, bu müziğin tarihi ya da toplumsal kökenleriyle hiçbir bağlantısı olmayan insanlar büyük isimler haline geliyor. Bix Beiderbecke, Paul Whiteman, Jack Teagarden, Bill Evans, Keith Jarrett, Brad Mehldau gibi birçok ismin kökenleri, caz müziğinin doğduğu Afrikalı Amerikan toplumunun dışında ama aynı soru onlara pek sorulmuyor.

Kariyerinize başladığınızda sizi tavsiyeleriyle yönlendirip destekleyen bir müzisyen oldu mu?

1994-2000 yılları arasında Steve Coleman’la çalıştım. Açıkçası, sanatçı olmak için adım atmama o yardım etti. Onunla tanıştığımda hala fizikle uğraşıyordum ve hala müziğe başlamak için gereken adımı atmamıştım. Ama Steve beni müzisyen olarak ciddiye aldı. Büyük zariflik ve sabır göstererek, kendisiyle çalışmam için bana çok önemli fırsatlar sundu. Müzik alanındaki gelişmem, bu deneyimler sayesinde mümkün oldu.

Hem piyano hem de keman çalan bir müzisyen olarak hangisi gerçek tutkunuz?
Piyano. Keman çalmayı 18 yaşımda bıraktım. Aynen 23 yaşımda fizik alanında çalışmayı bıraktığım gibi.

"MÜZİSYEN OLARAK MANTIK DIŞI BİR ALANA GEÇMENİZ LAZIM"

Ethio-caz’ın kurucusu Mulatu Astatke, “Müzisyenler, farklı kimyasallarla çalışan bilim insanları gibidir. Müzik ve bilim arasında fark yoktur; sadece biz sesle çalışırız. Bizler, ses üzerine çalışan bilim insanıyız” diyor. Siz de Yale Üniversitesi’nde matematik ve fizik okuduktan sonra, yine Yale’de fizik dalında yüksek lisans, California Üniversitesi’nde de Teknoloji ve Sanat doktorası yaptınız. Matematik ve fizik alanında akademik kariyer yapan bir müzisyen olarak katılıyor musunuz Astatke’ye?

Katılıyorum ve Astatke’nin hayranlarındanım. Ama ben şunu da eklerdim: Biz duygularla da çalışıyoruz. Müzik deneyimi her şeyden önce duygularla ilgili. Bir müzisyen olarak insanlarla iletişim kurabilmek için, gerçekten bilimsel mantığın ötesinde mantık dışı bir alana geçmeniz lazım.

“Tirtha” adlı albümünüzü eski çalışmalarınıza göre kıyaslarsanız, kayıt süreci açısından bir fark var mıydı?

“Tirtha”, Hindistan’ın güney kesimindeki kentlerde yetişip şu anda Amerika’da yaşayan iki müzisyenle yaptığım bir işbirliği. Çok ortak noktamız olduğundan, onlarla müzik yapmak, sanki kuzenlerimle takılmak gibi; çok eğlenceli ve kolay. Amerikalı caz müzisyenleriyle yaptığım çalışmalar gibi değildi. Çünkü burada müziğe yansıttığımız, bize esin veren alan biraz farklıydı ama işbirliği süreci diğer projelerimle birbirine çok yakın.

Bugüne kadar yaptığınız çok sayıda müzikal işbirliği arasında hangisi sizin için ayrı bir öneme sahip ve çalışmayı hayal ettiğiniz birisi var mı?

Yaptığım işbirliklerinin hepsinden gurur duyarım. Rudresh Mahanthappa ikilisi, Şair Mike Ladd’le yaptığımız çok yönlü çalışmalar, Steve Lehman ve Tyshawn Sorey’le yer aldığımız Fieldwork caz kolektifi, “Tirtha” için Prasanna ve Nitin Mitta ile kurduğumuz grup, elbette Marcus Gilmore ve Stephan Crump’la oluşturduğum kendi üçlüm ve Craig Taborn’la kurduğumuz ikili. Ayrıca Steve Coleman, Roscoe Mitchell, ve Wadada Leo Smith ile çalışmaktan çok hoşlandım. Zakir Hussain, Roy Haynes ya da Geri Allen’le çalışmayı da çok isterim.

Rap grubu Das Racist ile “Free Jazzmataz” adlı bir parça kaydettiniz. Onlarla Twitter’da tanıştığınızı biliyorum ama merak ettiğim kayıt süreci nasıldı?

Şarkının yapımcılığını birlikte üstlendik. Stüdyoda kısa bir birliktelik olsa da, aramızdaki dostluk Twitter’da zaten kurulmuştu. Bir araya gelip, istediğimiz sesleri yaratarak eğlendik. Ben analog synth, Victor (Kool A.D.) perküsyon çalarken doğaçlama birkaç parça çıktı ortaya. En sevdiklerinden birini seçip ona söz yazdılar. Tekrar duyduğumda benim için de güzel bir sürpriz oldu.

Sınırları zorlayan caz müzisyenlerinden birisiniz. M.I.A.’nın “Galang” ve Michael Jackson’ın “Human Nature” adlı şarkılarını yeniden yorumladınız. Bu şekilde başka çalışmalarınız da olacak mı? Olacaksa, bir yeniden yorumlamak istediğiniz bir müzik parçasında ne gibi özellikler arıyorsunuz?

Üçlü olarak yeni bir albüm kaydettik, orada beş parçayı yeniden yorumladık. Sanırım piano üçlüsünün etki alanından çıkmamı sağlayacak müziklere yöneliyorum. Daha sonra da onu nasıl bir yaklaşımla yeniden yorumlayıp, yeniden yaratabileceğimizi bulmaya çalışıyorum.

Hem beste yapıyor, hem albüm kaydediyor hem de konserler veriyorsunuz. Hangisini en çok severek yapıyorsunuz?

Canlı performansın verdiği heyecan, benim temel müzik yapma nedenim. Son zamanlarda özellikle başkalarının benim bestelerimi çalmasını dinlemekten de epeyce zevk almaya başladım. Bu nedenle beste yapmayı da seviyorum.

Birkaç yıl önce bir yerde “Kişisel hayatım yok! Dürüst olmak gerekirse sadece çalışıyorum ve kendimi gülünç duruma düşürmemeye çalışıyorum” dediğinizi okumuştum. Hâlâ aynı mı durum?

Hâlâ sürekli çalışıyorum ama gülünç duruma düşmemek için uğraşmayı bıraktım. Artık akışına bıraktım!

-

20 Ekim 2011 Perşembe

Video: Salon'daki mum konseri (19.10.2011)


Salon'da durduğum yer sahneyi doğrudan gören bir yer değildi. O nedenle videolardaki bakış açısı biraz eğimli.

Grubun yeni şarkısı:


18 Ekim 2011 Salı

İzlanda'dan deneysel pop


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 18 Ekim 2011

İzlanda, müzik dünyasına, çalışmalarında deneyselliğe yer veren çok sayıda önemli isim kazandırmış bir ülke. Björk, Amiina, FM Belfast, GusGus, Jonsi, Ólöf ve Ólafur Arnalds, Sigur Rós, Emiliana Torrini gibi müziklerinde deneyselliğe açık olan müzisyen ve gruplar hep bu ülkeden çıktı. 18-19 Ekim’de Salon’da iki konser verecek olan múm da bunlardan birisi.

Müziklerinde analog ve dijital teknolojilerle tasarlanan farklı ses tasarımlarına yer veren múm grubu, yaklaşık 14 yıl önce kuruldu. Bugüne kadar farklı müzisyenlerle çalıştıkları, folktronica ya da electrofolk'a yakın duran beş albüm yayınladılar. múm’un kurucularından, aynı zamanda bir şair olan Örvar Smárason, Rock'n Coke Festival için diğer grubu FM Belfast 'la birlikte bir süre önce İstanbul’a geldi. İKSV Binası'ndaki X Restoran'da kendisiyle buluşup konuşma fırsatımız oldu.

İstanbul’a geldiniz mi daha önce?

Daha önce bir kez daha gelmiştim. Bir DJ performansıydı, o zaman kente gün batarken varıp, tek gece kalarak dönmüştüm. Bu kez ilk defa gündüz de görüyorum güzel İstanbul’u.

Rock'n Coke'u nasıl buldunuz?

Harikaydı! Çok eğlendim. İyi vakit geçirdim.

18-19 Ekim'de İstanbul'da bu defa múm'la çalacaksınız. Grubun diğer kurucu üyesi Gunnar ve siz daha önce başka bir gruptaydınız. múm deneyimi nasıl başladı?

Yaklaşık 13-14 yıl önceydi. Evet, Gunnar ve ben bir rock grubundaydık ama sürekli müzik yapabileceğimiz bir grup kurmayı istiyorduk. Birlikte çalışıp eve döndüğümüzde, içimizde “Ben elektronik müzik yapmak istiyorum” şeklinde bir istek belirdiğini fark ettik. Bu istekle başladı. Bu nedenle ilk çalışmalarımız tamamen elektronikti. Daha sonra diğer grubumuz dağıldı ve múm asıl grubumuz oldu.

Bugüne kadar farklı müzisyenlerle çalıştınız. Şu anda grupta kaç üye var? Solo çalışmalarıyla beğeni kazanan Ólöf Arnalds da hâlâ sizinle mi?

Durum biraz karışık. Temelde Gunnar ve ben varız; müziğin büyük kısmını biz yapıyoruz. Ayrıca sürekli grupta yer alan beş üyemiz daha var. Onların dışında zaman zaman bizimle işbirliği yapanlar oluyor. Ólöf, son albümde bizimleydi, gelecek albümde de olacak sanıyorum.

2009’da beşinci albümünüz “Sing Along to Songs You Don’t Know” yayımlandı. O tarihten beri neler yapıyorsunuz?

Yaklaşık bir yıl turdaydık. Sonra da ben FM Belfast’la tura çıktım. Geçen kış da üniversiteye geri döndüm. Gelecek yıl yeni albüm yayınlamayı planlıyoruz.

Yaşadığınız coğrafya özel bir yer. Grubun soundunda ne ölçüde etkili oluyor?

Bizi asıl etkileyen unsur, içinde yaşadığımız topluluk, Sigur Ros gibi gruplarda müzik yapan diğer arkadaşlarımız. Ve elbette daha gençken dinlediğimiz müzikler var. Ama zaman geçtikçe esinlendiğiniz kaynakları unutup, kendi yolunuzu çiziyorsunuz. İzlanda’nın özellikle etkisi olduğunu düşünmüyorum. Zaman zaman ilham almak için kent dışına çıkıyoruz; çünkü oralarda doğa çok güzel ama doğrudan bir etkiden söz edemem. Sadece oralarda iyi zaman geçirmekten kaynaklanan bir etki olabilir.

Albümlerinize ve şarkılarınıza çok ilginç isimler veriyorsunuz. Örneğin “The Smell of Today is Sweet Like Breast Milk in the Wind” (Bugünün kokusu rüzgardaki anne sütü gibi tatlı) ya da “They Made Frogs Smoke Til They Exploded” (Kurbağaları Patlayana Kadar Pişirdiler” gibi. Nereden buluyorsunuz bu isimleri?

Çoğunlukla sokakta koşarken ya da yürürken geliyor aklıma bunlar.

O kadar basit mi?

Evet, birden geliyor aklıma. Bazen romanlardan da esinleniyorum. Şarkı yaparken her zaman boş bir kanvas vardır. Bazen içine önce sözleri koyarsınız ve devamı gelir, bazen de tek bir kelimeden doğar her şey.

Kayıtlarınızı hem geleneksel hem de bazı sıra dışı enstrümanlarla yapıyorsunuz. Sahnede ve kayıtlarda kaç farklı alet kullanıyorsunuz?

Canlı performanslarda olabildiğince çok sayıda alete yer vermeye çalışıyoruz. Tura çıktığımızda her şeyi taşıyamadığımız da oluyor. Grupta herkes birkaç alet çalıyor. En az 3’er desek, 7 kişiyiz, toplam 21 eder. Bunların hepsini sahneye taşımamız olanaklı olmayabiliyor ama albümlerde gerçekten çok sayıda, yüzlerce alet kullanıyoruz.

Kayıtlarınızı alışılmamış ortamlarda yapmayı tercih etme nedeniniz ne?

Stüdyo ortamından pek hoşlanmıyoruz. Temelde stüdyoya karşı değilim ama orada bir stres oluyor. Yapmanız gerekenler için bir beklenti var. O nedenle bütün aletleri toplayıp, herhangi bir yere giderek neler olacağını bekleyip görmeyi tercih ediyoruz. Okuyoruz, iyi zaman geçiyoruz ve rahatlıyoruz. Stüdyo bazen bir şeye odaklanmak gerektiğinde iyi ama yaratıcılık aşamasında pek bize göre değil. Reykjavik’te kendi stüdyomuz var ama başka bir yere tamamen taşınabilir durumda.



BUZ SAÇAKLARI VE YAPIŞKAN BANTLAR

Şarkılarınızda yaşamdan bazı doğal sesleri sample (ses örneği) olarak kullanıyorsunuz. Bu konudaki en sıra dışı deneyiminiz neydi?

Bunu tercih etmemizin asıl nedeni, müzik yapmaya başladığımızda elimizde kullanabileceğimiz sample’ların olmamasıydı. O nedenle sokağa çıktık ve aradığımız sesleri orada bulduk. Buz saçaklarını bilir misiniz? Ona vurduğunuzda kırılırken ilginç sesler çıkarır. İlk albümümüzde o sesleri duyabilirsiniz. Yapışkan bantları gerip dokunduğunuzda bas davul sesi çıkar, onu kullanmıştık.

Şarkılar nasıl ortaya çıkıyor? Önce sözler mi geliyor müzik mi, yoksa bu her şarkı için farklı mı oluyor?

Her şarkıda değişiyor. Her biri farklı yollar gerektiriyor. Bazen bir şarkıyı bir günde bitiriyoruz, bazen gelişemeden yıllarca sadece bir fikir olarak kalıyor aklımızda ve aniden ortaya çıkabiliyor. Gunnar’la ikimiz birbirimize sürekli fikirlerimizi iletiriz, diğeri de o fikrin üzerinde çalışır. En sonunda da ortaya çıkanı 3. bir kişiyle paylaşırız. Tümüyle tek bir kişinin ortaya çıkardığı şarkımız pek yok, bizim için olağandışı bir durum bu.

Hem İngilizce hem İzlanda dilinde şarkı yazıp söylüyorsunuz. Tercih etmeniz gerekse hangisini seçerdiniz?

İzlanda dilinde yazmak benim için daha kolay. Bu nedenle onu tercih ederim ama orada bizi anlayıp dinleyen insan sayısı belli; ama dünya çapında hitap edebileceğimiz çok daha büyük bir kitle var. O nedenle de her zaman İngilizce’yi yeğlerim. İnsanlar şarkı sözleriyle ilgilenmiyorsa umurumda değil aslında ama eğer sözleri de anlamak isteyenler varsa o zaman İngilizce olması çok daha iyi. İlk albümüzde tek bir vokalli şarkı vardı, ikincisinde yarı yarıyaydı. Üçüncüde birkaç tane enstrümantal yer aldı. Vokal durumu albümden albüme değişiyor.

Siz de albümlerinizde farklı elektronik davullar (drum machine) kullanıyorsunuz. Son dönemde bu konuda bazı tartışmalar oluyor. En son Foo Fighters’dan Dave Grohl’un bu aleti kullanan grupları eleştirdiğini okudum. Ne diyorsunuz bu konuda?

Belki o aleti yaratıcı bir şekilde kullanmayanları eleştirmeye çalışıyordur ama anlamıyorum ben bunu.

Davulcu karakterinin içini boşaltarak yok ettiklerini söylüyor.

Eğer elektronik davul kullanarak iyi müzik yapıyorsanız bu neden kötü olsun ki? Bir bardakla ya da el çırparak da iyi müzik yapılabilir. Bizim için bu açıdan hiçbir sorun yok. Ama sonuçta o bir davulcu. Bu da anlaşılabilir bir şey.

Müziğin internetten karşılıksız indirilmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?

Orada yanlış bir şey var ama bu insanların indirmesi değil. Çünkü insanlar internete ulaşmak için para ödüyor zaten. Yanlış olan, telefon şirketlerinin müziğimizi bize hiçbir şey ödemeden satması.

Sizin çözüm öneriniz ne?

Radyo herhangi bir şey çaldığında bunun karşılığını ödüyor. İnternette de aynısı olmalı. İnsanlar müziğe kolayca ulaşmalı, stream olanağı sağlanmalı ve telefon şirketlerinin sattığı müzikler için karşılık ödediği bir sistem kurulmalı. İnsanların müziğimi indirmesiyle ilgili bir sorunum yok, sadece şirketlerin bunu ticaret aracı yapıp, müzisyenlere hiçbir karşılık ödemeden kazanmasıyla ilgili sorunum var. Müzik endüstrisindeki sorunlardan sadece biri bu, başka birçok sorun var. Mesela albüm konsepti ölüyor. Artık bir albümün tümünü dinleyen insan sayısı az, tek tek şarkılar dinleniyor. Bir plak meraklısı olarak bence bu hiç iyi değil.

16 Ekim 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 88: Walls -Coracle (Kompakt)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 16 Ekim 2011

Alessio Natalizia ve Sam Willis isimlerini müzikle çok yakından ilgili olmayanlar bilmeyebilir ama Walls adını duyma olasılıkları var. Londra’da kurulan elektronika ikilisi Walls’un, aynı adı taşıyan ilk albümü, 2010 en iyi albümler listemdeydi. MOJO dergisi de o albümü yılın en iyi elektronik albümü seçmişti.

Ambient, chillout, minimal tekno, dreampop, synthpop gibi elektronik müziğin çeşitli türevlerini bir araya getiren bir müzik yapıyorlar. Bana göre Walls’un müziğini en güzel anlatan ifade, “shoegaze electronica”.

Ritimlerin, melodilerin ve ses katmanlarının gösterişten uzak buluşması, dinleyeni adeta farklı bir dünyaya doğru yolculuğa çıkarıyor. Zaten Willis ve Natalizia da, insanları günlük uğraşlardan ve sorunlardan uzaklaştırmak için müzik yaptıklarını söylüyorlar.

Sepet işinden yapılma, tek kişilik hafif, küçük tekne anlamına geliyor “coracle”. Albümdeki müziği çok iyi tamamlayan bir isim seçimi aynı zamanda. Toplam 8 parçadan oluşan 40 dakikalık albümü dinlerken, bir nehirde yavaşça salınan teknede tek başınıza yolculuğa çıkmış, etrafı izliyormuşsunuz gibi hissettiriyor. Bu bakımdan albüm kapağındaki toz pembe bulut ya da duman görüntüleri de son derece iyi düşünülmüş bir kapak tasarımı olmuş.

İlk albümüne göre, “Coracle”da bu defa dans pistlerine fazla uzak durmamış Walls. Kapıyı yeni ses deneylerine her zaman açık tutan ikili, Detroit teknosu ve Chicago house ile de temas halinde. Özellikle “Sunporch” ve “Raw Umber / Twilight” adlı parçalarda bu yönde bir etki söz konusu. Bunun yanı sıra, Enovari ambient tınılarını yansıtan "Drunken Galleon” ve “Ecstatic Truth” gibi parçalar da var.

İlk albümü dinlediğimde çok daha fazla etkilenmiş olmama karşın, kanımca “Coracle” da elektronika dalında yılın en iyi çalışmalarından birisi olarak ilgiyi hak ediyor. İlk albümle mutlaka kıyaslama yapmak gerekirse, belki “Coracle”ın müzikal açıdan rotasının daha net olduğunu söylemek olanaklı.

Ama Walls ikilisi, her ne kadar sesten manzaralar yaratan tasarımcılar gibi görülmek yerine, bir pop grubu diye anılmayı uygun bulsa da, bu tanımı yorumu bu albümle sınırlandırmakta fayda var. Ben yine de onların seslerle manzara çizdiğini düşünüyorum.

Albümün tümünü SoundCloud aracılığıyla dinlemek olanaklı.

Walls - Coracle (Kompakt) by walls_band
-

15 Ekim 2011 Cumartesi

Video : Brett Anderson Salon konseri


"Possession"


"Brittle Heart"

9 Ekim 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 87: FUTURE ISLANDS -On the Water (Thrill Jockey Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 9 Ekim 2011

Son üç yıldır en çok severek dinlediğim grupların başında geliyor Future Islands. 2010’da çıkan ikinci albümleri “In Evening Air”i ana akım medyanın görmezden geldiğine bakmayın; yılın en iyi albümlerinden biriydi.

Baltimore’da kurulan üçlünün müziği için çeşitli tanımlar yapılıyor. Kimisi post-wave diyor, kimisi synthpop. Bana kalırsa 80’lerin new wave tarzını punk, dans ve deneysel öğelerle buluşturan bir post-punk grubu.

Müziklerinin temelinde elektro gitar yerine synth, çello, keman, marimba ve saha kayıtları var. Şarkıları akılda kalıcı melodileriyle insanı daha ilk dinleyişte yakalıyor. İnsanın içine işleyen bir müzik yapıyorlar.

Ancak bu özelliği sağlayan ne synth, ne keman ne de marimba; vokalist Samuel Herring’in hafif çatallı ama çok güçlü sesi. Bazı gruplar vardır, vokali müzikten çıkarırsanız etkisini kaybeder. Diğer grup üyelerini önemsemiyor gibi algılanmak istemem ama Future Islands’ın karakterini belirleyen temel unsur Herring’in vokalidir. Söylediği her sözcüğe ayrı bir anlam katan, sesini bazen yumuşak, bazen olabildiğince sert, gereğinde fısıldarcasına, gereğinde kararlılıkla yükselterek kullanabilen bir şarkıcı Herring.

NPR’da Bob Boilen’ın “Tiny Desk Concert” serisine konuk olduklarında “Ağlamanızı, benim hissettiklerimi hissetmenizi istiyorum. Ezip geçmek istiyorum!” demiş Samuel. Doğrusu canlı performanslarında göğsüne vura vura söylediği şarkılarla bu hedefini tam 12’den vuruyor. Ama işin ilginci, grubu konserde değil de albümden dinliyorsanız da aynı etkiyi yapıyor. Göğsüne vurduğu yumrukları büyüleyici bir şekilde sesine yansıtıyor; her bir mısrasında dinleyici o yumrukları kendi göğsünde hissediyor.

Kaybedilen aşklardan, karşılıksız sevgilerden, yalnızlıktan söz ettiği şarkı sözleri dinleyeni tam anlamıyla sarsıyor, bazen bir tokat gibi geliyor. Yeni albümleri “On the Water”da yer alan “Before the Bridge”de yaşanılanları unutamayacağını söyleyip, “Çünkü bir aşkı unutmak pişmanlıktır” diyor. Samuel Herring’in hayatına dair ayrıntıları bilmiyorum; ama hissediyorum ki şarkılarının ilham kaynağı kendi hayatı.

“On the Water”da bir önceki albüm “In Evening Air”e göre daha sakin ve olgun bir ton yakalamış grup. O albüm daha isyan dolu, daha kızgındı. Bu defa sanki bir köşeye çekilmiş geçmişe dair bir değerlendirme yapıyor Future Islands. Belki de bu nedenle anlatılması zor bir melankoli yansıtıyor.

Albümün en güzel şarkılarından biri, kuşkusuz Samuel Herring ile Wye Oak’tan tanıdığımız Jenn Wasner düet yaptığı “The Great Fire”. Wasner'a karşılık verirken Herring'in sesine de bir dinginlik hakim olmuş; diğerlerinden farklı özelliğiyle albüme yeni bir renk vermiş bu şarkı.

Albümle aynı adı taşıyan “On the Water” ise, hem melankolik hem de öfkeli bir ruhun, iki duygu arasında gidip gelen anlık krizleri arasında kurduğu ilginç bir dengeyi yansıtıyor.

Samuel Herring, basta William Cashion ve klavyede Gerrit Welmers, North Carolina’da okyanus kıyısında bir eve kapanıp kaydetmişler bu albümü. Hem ruhlarını dinlendirmişler, hem de içlerinde yer eden dertleri müziğe dökmüşler. İçtenliği beni çok etkilendi. Yılın en iyi albümü olmaya adaydır “On the Water”.

Organizatörlere buradan yine sesleniyorum. Future Islands'ın albümünü dinleyin, Youtube'dan konser videolarını seyredin ve bu grubu İstanbul'a getirin lütfen. Nasıl bir konser olacağını tahmin edebileceğinizden eminim. Risk alacaksanız böyle bir grup için alın; emin olun değecek.



7 Ekim 2011 Cuma

James konserinden videolar


James - "Lose Control :

Tim Booth'un dans videosu:

Jams- Born of Frustration:

James konserinden Tim Booth fotoğrafları






2 Ekim 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 86:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 2 Ekim 2011

BRETT ANDERSON- Black Rainbows ( BA Songs / EMI)

1990’lı yılların en başarılı alternatif rock gruplarından Suede’in vokalisti Brett Anderson, grubun 2003-2010 arasında yaşadığı 7 yıllık ayrılık dönemine üç solo albüm sığdırdı.

Geçen yıl Suede’in yeniden bir araya gelip turneye çıkması, Bret Anderson’ın solo çalışmalarının biteceği anlamına gelmiyor elbette. 2009 tarihli üçüncü albümü “Slow Attack”ı yayınladıktan kısa bir süre sonra dördüncüsü üzerinde çalışmaya başlamıştı bile. Suede turnesi biter bitmez de “Black Rainbows” adlı yeni albümüyle hayranlarını sevindirdi.

Suede gibi büyük bir grubun vokalisti olunca ne yaparsanız yapın, solo albümleriniz grubun gölgesinde kalır. Aynı durum Anderson’ın da başına geldi. Kendi adını taşıyan ilk solo çalışması beklentileri karşılamaktan çok uzaktı ancak müzik dünyasının da daha sonra albümlerine hak ettiği ilgiyi göstermediği kanısındayım.

“Black Rainbows”, Brett Anderson’ın sesinin sahip olduğu avantajı iyi kullanabildiği bir albüm. Karanlık ve dramatik ama aynı zamanda enerjik bir sound yakalamak kolay değil. Bu albüm, bu hedefe daha çok yaklaşmış.

Şarkı sözleri yine umutsuz aşk, önlenemez nefret, kıskançlık ve insan ilişkilerine dair şaşırtıcı ayrıntılarla bezenmiş. Küllük gibi gözler, sonbahar gibi saçlar, yanan döşekler, antiseptik gökyüzü gibi ilginç metaforlar kullanmış Anderson. Albümün adının "Black Rainbows" olması da, daha baştan albüme sinen ironik metaforların bir göstergesi.

Albüme glam rock dramasından esinler de yansımış, zaman zaman popvari bir sound da. Bir önceki albüm “Slow Attack”ta belirgin bir Talk Talk etkisi hissedilirken, bu defa şarkılardaki gitar soundu akla daha çok Echo and the Bunnymen’i getiriyor.

Brett Anderson’ın üçüncü albümünü de ortak yazdığı besteci / prodüktör Leo Abrahams’la ikinci çalışması bu. “Black Rainbows”da Suede hitleri “Trash” ya da “The Beautiful Ones” gibi şarkılar arıyorsanız hayal kırıklığı yaşarsınız.

Albümde akılda kalıcı melodileriyle “Brittle Heart”, “Unsung”, “Tin Men Dancing”, "This Must Be Where It Ends" gibi iyi şarkılar var ama bunların yanı sıra bazı zayıf yanlar da dikkatten kaçmıyor. Düzenlemeler ve enstrümantasyon açısından daha parlak bir çalışma yapılabilir ve daha zengin bir sound elde edilebilirdi.

Brett Anderson’ı yeni albüm turnesinde 14-15 Ekim tarihlerinde Salon’da dinleme olanağı bulacağız. Canlı performansı çok iyi bir müzisyen Anderson. Konseri heyecanla bekliyorum.

Salon'da Lamb günleri


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 2 Ekim 2011

1996’da hayatımıza giren Manchesterlı trip hop ikilisi Lamb, hafta sonunda verdiği iki konserle bir kez daha İstanbul’daydı.

2000’de Ömerli’de yapılan H2000 Festivali’ne katıldıkları günden bu yana ülkemizde çok sayıda hayranı var grubun. O tarihte sağanak yağış altında dinlediğimiz Lamb’i hiç unutmadık. Nitekim cuma akşamı biletleri tamamen tükenen konser büyük ilgi gördü.

İki yıl önce Kemerburgaz’da yapılan Chill-Out Festival’daki performanslarını kaçırdığım için benim de grubu ikinci canlı dinleyişimdi. Vokalist Lou Rhodes’u geçen yıl Babylon’da solo albüm turnesinde görme olanağı bulmuştuk ama Lamb’in müziği ile Rhodes’un solo çalışması oldukça farklı karakterlere sahip.

Lou Rhodes’un ipeksi sesi kadar, grubun diğer yarısı prodüktör Andy Barlow’un elektronik sesler, klavye ve perküsyonda yarattığı enerji belirliyor Lamb soundunu. Bu kez sahnede kendilerine basta Jon Thorne da eşlik ediyordu.

Albümlerindeki müthiş dengeyi canlı performanslarda yakalamak, grup için en zorlu konulardan biri olsa gerek. Çünkü cuma gecesi bu denge bulunamadı. Yüksek bas soundu, Lou’nun sesini bastırdı. Bunun vebali, elbette yanlarında getirdikleri kendi ses teknisyenlerine ait.

İkinci bir “keşke”, konserde tercih edilen şarkı sıralamasıyla ilgili. Açılışı sekiz yıl aradan sonra bu yıl yayımladıkları “5” adlı albümden fazla bilinmeyen “Another Language” ile yaptılar.

Ardından 1999 albümü “Fear of Fours”dan “Little Things” ve yine son albümden “Butterfly Effect” geldi. Dolayısıyla konserin ilk 15 dakikası, dinleyicinin tepkisizliğine sahne oldu.

Andy Barlow’un kalabalığı harekete geçirme çabaları bir ölçüde işe yaradıysa da, asıl vurucu etkiyi Lamb kariyerinin en güzel şarkılarından “Gabriel” yaptı. Bu şarkıyı turnenin bazı konserlerinde yaylılar grubu ile birlikte çaldıklarını biliyorum. Salon’da bu yoktu ama yine de tatmin edici bir versiyondu.

Konserde herkes gibi canlı versiyonunu dinlemeyi en çok beklediğim şarkılardan birisi, gelmiş geçmiş en güzel aşk şarkılarından “Gorecki”ydi. Yaklaşık 7 dakikayı bulan muhteşem “Gorecki”ye konserin sonuna doğru kavuştuk. Merakla beklediğim diğer şarkı, yeni albümden “Wise Enough”ın çalındığı dakikalarda, Lou Rhodes’un sesi sahnede hakimiyeti tamamen ele aldı.

Konser boyunca sahnedeki panoya yansıtılan video görüntüleri, bizi “She Walks”da New York’a götürdü, “Gabriel”de uçan kuşların kanatlarını gördük, “Build a Fire”da kibritle yakılan ateşi izledik.

Babylon’daki solo konserinde çok saf ve uysal bir görüntü veren Lou’nun yerine, Salon’daki Lamb konserinde straplez kot tulumu içinde tutkulu ve seksi bir Lou vardı. Müziğin ruhuna uygun olarak o da değişmişti adeta. İlk albümden “Transfatty Acid”in synth yoğunluklu yeni bir versiyonunda gitar çalarken, farklı bir karaktere bürünmüştü.

"The Spectacle" çalınırken teknik bir talihsizlik olunca, çok kısa bir süre ara verildi. Bu arada Andy Barlow, "Şarkının başında insanların konuşmaları yüzünden şarkının giriş kısmı duyulmadı. O nedenle teknoloji bizi uyardı" diyerek işi şakaya vurduysa da, aslında bir gerçeği dile getirdi. O akşam yine konserde konuşmanın şehvetine kapılanlar vardı etrafta.

Dinleyicilerin konuşması, onları uyaranların “hşşş” sesleri arasında ikinci kez bis gerçekleşince “The Spectacle”ın dingin melodisiyle sona erdi gece.

Barlow’un söylediğine göre, sadece yüzlerimizdeki gülümsemeyi görmek için 18 saat yol kat edip İstanbul’a gelmişler. 1.5 saatlik konser sonunda Salon’dan çıkan yüzler, buna değdiğini gösteriyordu.

(Not: Duyduğuma göre, ilk geceki ses sorunu ertesi akşam giderilmiş. Ben bir grup iki gece arka arkaya konser verdiğinde, gazeteye yazı yetiştirmek açısından hep ilk geceki konserlere giderim ama bazen bu dezavantaj olabiliyor. )



Konserde çalınan şarkı listesi:

-Another Language
-Little Things
-Butterfly Effect
-Gabriel
-Strong the Root
-Existential Itch
-Lusty
-Wise Enough
-She Walks
-Build a Fire
-Last Night the Sky
-Gorecki

1.Bis:
What Sound
Transfatty Acid

2.Bis:
The Spectacle

(Fotoğraflar Ali Güler'e, video bana aittir.)

-

Translate