© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 1 Aralık 2011
Yılın en heyecanla beklenen konserlerinden birisi salı akşamı gerçekleşti. Alternatif müziğin önde gelen gruplarından Wild Beasts, ikinci İstanbul konserini Babylon’da verdi.
Geçen yıl Efes One Love Festival’da açıkhavada dinlemiştik grubu. Aynen o konserdeki gibi, Babylon konserinde de şarkılarından yansıyan içtenlik, salondaki herkesi etkisi altına aldı. Ama etkilenen belli ki sadece dinleyiciler değildi; bir ara grubun vokalisti Hayden Thorpe şarap kadehini dinleyicilerin şerefine kaldırıp, “Son 6 ayda 100 farklı yerde konser verdik. Ama hiçbiri İstanbul’daki kadar sıcak değildi” dedi.
Konser öncesinde grubun mükemmel sese sahip iki vokalisti Hayden Thorpe (HT) ve Tom Fleming’le (TF) buluşup konuşma fırsatı da buldum. Ama ondan önce de Babylon'un önünde yapılan akustik "Long Way From Home" çekimine tanık oldum. Hayden ve Tom'un birlikte yorumladıkları "Bed of Nails"in bir bölümünü videoya kaydettim.
Müzikle ilgili ilk anılarınızı, geçmişinize baktığınızda müziğin hayatınızda belirleyici olduğu anları merak ediyorum.
TF: Ben kişisel olarak ailem dolayısıyla müzikle çok iç içe büyüdüm. İnsanların piyano etrafında toplanıp şarkı söyledikleri bir ortam vardı. İlk gençlik dönemlerimde “Belki ben de bunu yapmaktan hoşlanabilirim” diye düşünmüşüm; daha sonraki yıllarda “Ben bunu yapabilirim” halini aldı bu düşünce. O yıllarda ilk plağımı alıp, ilk esin kaynaklarımı buldum.
Neydi aldığınız ilk plak?
Neydi?.. Aldığım ilk plaklar, Take That, Queen ve bazı saçma şeylerdi ama daha sonra Jimi Hendrix ve John Coltrane’i keşfettim.
HT: Ben tam tersine müzikle hiç ilgili olmayan bir ortamdan geliyorum. Müzik her zaman sadece bana ait bir şeydi. Beni gerçek dünyadan ayırıyor, ayrı bir evren sunuyordu. O nedenle müzikle ilgim tamamen kişiseldi. Hayran olduğum, kendimi bulduğum, ruhuma hitap eden müziklerle ilişkim çok bencil bir ilişkiydi. Geri planda bu altyapı olunca, müzisyen olmak ve çok iyi müzik yapmak istedim.
O günlerden bu yana çok önemli bir yol kat ettiniz. Alternatif müziğin en başarılı gruplarındansınız. Bu yıl çıkan “Smother” da 2011’in en iyi albümleri listelerinde. Kısa zamanda geldiğiniz bu noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
HT: Aslında öyle başarılı hissetmiyorum. Beş yıl önceki durumumuzu düşünecek olursak, o zamanki başarı tanımıyla şimdiki aynı değil. Belki de şöyle diyebiliriz; müzik yaptığınız anda dinleyiciye ulaşma kapasiteniz, onlardan aldığınız geri dönüşüm belirliyor başarı duygusunu. Yapmak istediğinizi yapabiliyorsanız, aldığınız tatmin artar. Sonunda elinizde kalan odur çünkü.
TF: Daha gençken öfkeli albümler yaparsınız. İlk albümünüzde tüm dünyaya görüşlerinizi haykırmak istersiniz. O zaman öyle bir albüm yaptığınızda mutlu olursunuz ama zaman geçince daha olgunlaşır, hayata dair karmaşık duygularınızı tümüyle gözden geçirirsiniz. O zaman da bunu yapabildiğiniz bir albüm ortaya çıkarsa o mutlu eder sizi. Dolayısıyla beklentiler, başarı kriterleri değişkendir.
İkinci stüdyo albümünüz "Two Dancers", geçen yıl müzik dünyasının önemli ödüllerinden Mercury’e aday gösterildi. O konuda neler hissettiniz?
TF: O gerçekten harika bir olaydı. Nasıl algılandığımıza ve gelişimimize işaret eden bir göstergeydi.
HT: Biz o albümü daha iyi ya da daha kötü yapmış değiliz. İçindeki şarkılar bizim her zamanki duygularımızı, her zamanki yaklaşımımızı yansıtıyor. Demek istediğim yaptığınız çalışmalar çok çabuk bir şekilde eskiyebilir. Aslında söylemeniz gerekenleri bir albümde söyleyince, artık onu daha fazla yinelemeniz gerekmiyor. Ama konserlere çıktığınızda aynı şeyi defalarca tekrarlıyorsunuz. Elbette bu güzel bir şey; çünkü onu paylaşıyorsunuz. Ama biz grup olarak hep daha ileriye bakmak, gelişim sürecini sürdürmek istiyoruz.
"Smother"da daha minimal, daha dingin bir sound var. Buna yönelmenizin nedeni neydi?
TF: Sanırım bir nedeni, benim son zamanlarda oldukça fazla elektronik, ambient müzik dinlemem. Ayrıca öncekilerin bire bir benzeri değil de, sanki bir B-Side albüm gibi daha sessiz, daha yavaş ve romantik bir albüm yapmak istedik.
HT: Bu zaman içinde ortaya çıkan olgunlaşma ile ilgili. Ne kadar cesur olduğunuz düşüncesinin ardına daha az gizlendiğinizde, gerçek kimliğiniz daha çok ortaya çıkar ve daha insani bir hal alırsınız. Şarkılarda ortaya çıkan bu değişimde hepimizin payı var. Daha insani. Ayrıca bu, şarkının karakteri için iyi olanı bulmakla ilgili bir arayışın sonucu. Eğer birisi tek bir nota çalıp şarkının geri kalanında hiçbir şey yapmayacaksa ve şarkı için iyi olan da buysa öyle yapılmalı.
İngiliz romancı Martin Amis, “Anlattığınız öykülerde sizinle ilgisi olmayan karakterler için inanılabilir kuramsal argümanlar yaratabilirsiniz” diyor. Şarkılarınızdaki kahramanlar siz kendiniz misiniz, yoksa Martin Amis’in dediği yöntemi mi izliyorsunuz?
TF: Bence bu şarkıya göre değişir. Ama şunu söylemek isterim. Bir şarkıcının söylediklerine güvenmek tehlikeli olabilir. Çünkü söylediği şeyde tam bir açıklama yoktur. Soru sordurabilir, merak uyandırabilir ama tanımlayıcı değildir.
HT: Bence kesin yargılar olamaz. Bir şarkıda nasıl hissettiğinizi yazdığınızda aslında kısa bir zaman dilimi içindeki ruh halinizi aktarıyorsunuz. Bir anlamda bir karikatür haline geliyorsunuz. Çünkü açık ki, hayatınızın her döneminde aynı hissedemezsiniz. Ama bir şekilde o karakteri ortaya çıkarmış oluyorsunuz. Sizden ilham alan ayrı bir karakterdir artık o. Kitaplar, şarkılar ve resimler de bir duyguyu alıp onu yoğunlaştırarak yarattığı hissin etkisini artırıyor. Böylece her şey daha büyük ve daha çarpıcı hale geliyor. Aynı şeyi bir mısra ile, bir resimle bir melodi ile farklı şekillerde anlatabilirsiniz. Çok güçlü bir şey bu.
Şarkı yazımı söz konusu olduğunda ne kadar demokratik bir grupsunuz?
HT: Diğer gruplarla karşılaştırırsak, çok demokratik. Eşitlikçi, tam olarak paylaşımcı bir çalışma yöntemimiz var. Eğer gruptan tek bir unsuru çıkarırsak aynı kalamaz. İşbirliği halinde en iyisini ortaya çıkardığımızı düşünüyorum. Grup olmanın sırrı da bu değil mi aslında? Anahtar kelime ortak çalışma.
Grubun katalizörü diye adlandırabileceğimiz birisi yok mu bu durumda?
TF: Şarkıların yazımı Hayden ve benimle başlıyor. Daha sonra diğer arkadaşlarımızın da katkılarıyla farklı yönlere gidiyor. Bence grupların o farklılıklara yol açması gerekir. Bir şarkı yaparken başlangıçta düşünülenin dışında gelişmeler her zaman olabilir. Grup olmanın anlamı ve gereği de bu etkileşim.
Şarkı sözlerinizde hayal kırıklığı, kırılganlık ve şehvet duyguları hakim. Bunun arkasında belli bir neden var mı?
HT: İnsan doğasındaki karmaşa ve duyguların ikiyüzlülüğü bunun nedeni. İnsanı tüm yönleriyle ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Özellikle aşk şarkılarındaki "Seni çok seviyorum" ya da "Senden nefret ediyorum" şeklindeki tek boyutlu bakış açısı utandırıcı. Amacımız, bu duyguları daha vakur ve karmaşık şekilde aktarmak.
TF: Bence erkek cinselliğini yansıtan bakış açısından kaynaklanan bir sorun var. Bilirsiniz, hep "Ben bir erkeğim, güçlüyüm" şeklindedir o bakış açısı. Çoğu erkek kendisini çok güçlü gördüğü için o söylemin dışına çıkmak istemiyor; örneğin hadım edilmek hakkında yazamayacak kadar güçlü hissediyorlar kendilerini.
Röportajlarınızda seksin insan üzerinde yarattığı etkiyi çok ilginç bulduğunuzu söylüyorsunuz. Cinselliğin ardındaki güç ilişkisi hakkındaki görüşünüz nedir?
HT: Ben modern toplumda bunun çözümlendiğini sanmıyorum. Gerçekte sonsuza kadar da böyle kalacaktır. Çünkü bu ilişkiler tam olarak tanımlanamıyor. İçgüdü ya da dürtülerle ilgili bir konuda meşru olanı tanımlamak için topluma bazı düzenlemeler getiriliyor. İnsanlar sokakta birbirini bu yüzden öldürmesin diye sık sık uyarılar yapılıyor. Bütün bu karmaşa bizim için mükemmel bir kaynak. Ama duyduğumuz müziklerin büyük bir kesimi, bu tür konulara değinmeyip insanlar için adeta güvenli bir alan yaratmayı amaçlıyor. Ev kadınları için yapılan bir müzik sanki... Oysa biz, "Hayır, aslında işler öyle yürümüyor" dediğimizde heyecan duyuyoruz. Bu şuna benziyor. İlk gençlik dönemlerinizde bilmediğiniz konularda bir kitap okur ya da bir film izlersiniz ve o anda "Aman Tanrım! Demek bu işler böyle oluyormuş!" dersiniz. Bence müzik de böyle olmalı. Günlük hayatta konuşulamayanlardan söz etmeli.
TF: Türkiye'de hakim kültür tam olarak nasıl bilmiyorum ama İngiltere'de bu tür konuların üzerini kapatıp örten bir kültür var. Bunlar konuşulmadıığı için de müzik tersini yapmalı; söylenmeyeni söyleyip işin diğer yüzünü göstermeli.
“Smother”ı bir manzara ile örtüştürmek isteseniz neresi olurdu? (Not: Bu, bundan sonraki iki soruyu, müzisyenlerin hayalindeki imajlar ve disiplinlerarası sanatla ilgili aklımı kurcalayan bir konuya yanıt bulma çabasında olduğum için, fırsat oldukça müzisyenlere yöneltmeye çalışıyorum.)
HT: Manzara olarak kesinlikle büyüdüğüm göller bölgesindeki dağlarla örtüşür. Dağa karşı betondan bir deponun üzerine oturur yazarsınız. O boşlukta teselli ve umut bulursunuz.
Londra Tate Modern'de yürütülen bir proje var. Müzisyenleri galeriye davet ediyorlar ve size ilham veren bir sanat eseri seçip onunla ilgili bir şarkı yazmanızı istiyorlar. Sizi davet etseler hangi sanat eserini seçerdiniz?
HT: Gerçekten mi? Bilmiyordum o projeyi. Ben Edward Munch'ün "Madonna" adlı eserini seçerdim.
Neden?
Çünkü ürkütücü ve çok karanlık, neredeyse renksiz. Aynı zamanda gerçekten çok güzel ve seksüel açıdan cezbedici ama bu şehvetle ilgili değil. Oradaki cezbediciliğin çok yumuşak bir karakteri var; görüntünün ardındaki ruh çekici olan.
(Bu yanıtı duyduğum andan beri Wild Beasts'in "Madonna" için yapabileceği şarkıyı merak ediyorum. Hadi Tate Modern yetkilileri, çağırın grubu müzeye de duyalım bu ilginç tanıma yol açan ilhamın sonucunu!)
"Smother", bu yılın en iyi albümleri listelerinde en üst sıralarda; bir kısmında da birinci. Peki sizin bu yıl dinlediğiniz en iyi albüm hangisi?
TF: Oneohtrix Point Never'ın "Replica" adlı albümü. Son zamanlarda en çok onu dinliyorum. Daha önce yaptıklarından sonra büyük bir adım bu. 2011'de beğendiğim başka albümler de var ama o hepsini geçti.
HT: Ben de aynısını söyleyeceğim. Albümü yolda yürürken dinlerseniz, adeta kaldırımların yerinden oynadığını hissettiriyor size. İnsanı mükemmel bir şekilde allak bullak ediyor, kafanızı çok güzel karıştırıyor.
-