25 Aralık 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 98: Charlotte Gainsbourg - Stage Whisper (Warner Music)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 25 Aralık 2011

Serge Gainsbourg ile Jane Birkin gibi efsaneleşmiş bir ikilinin kızı olmak, bazılarının hayallerini süsleyebilir. Daha baştan hayata 1-0 önde başlamak olabilir bunun anlamı. Bir yandan da, o kadar başarılı bir ikilinin gerisinde kalma tehlikesi vardır. Ne yaparsa yapsın, hep doğarken sahip olduğu soyadının etkisiyle bulunduğu yere geldiği düşünülecektir. Kendini kanıtlaması uzun yıllar sürebilir ya da sırtında hep o yükle dolaşır.

Ama bir yandan da Charlotte Gainsbourg gibi çok ünlü ve başarılı isimlerin çocuklarının, sıradan insanların hiç ulaşamayacağı yeteneklerle kolaylıkla iletişime girebildiği de bir gerçektir. Bu durumda olumlu ve olumsuz sonuçları dengelemek, herhalde insanın kendi yeteneğine kalıyor.

Charlotte Gainsbourg, bugüne kadar hem müzik hem de sinema alanında çalışmalar yaptı. Çok sayıda filmde rol aldı; Lars von Trier’nin son filmi “Melancholia”daki rolüyle bu yıl da çok konuşuldu.

Ancak müzik kariyeri, sinemadaki kadar yoğun değildi. İlk albümü “Charlotte For Ever”ı 1986’da çıkardığı düşünülürse, aradan geçen 25 yılda toplam dört albüm yapması, müzik alanında çok büyük bir iddia taşımadığınının da bir göstergesi. Kendisi de aslında o ilk albümden sonra müzik kariyerine sıkı bir şekilde sarılacağını düşünmediğini belirtiyor.

Buna karşın, 2010’de Beck prodüktörlüğünde yayımladığı “IRM” adlı albümü, beklenmedik bir şekilde başarılı oldu ve birçok mecrada geçen yılın en iyi albümleri arasında gösterildi. Beyin anevrizması sonucunda bir ameliyatla hayatı kurtulmuş, o albümü de hastalık sırasındaki atmosferi yansıtmıştı.

Yine Beck prodüktörlüğünde yayınladığı yeni albümü “Stage Whisper” ise, IRM’e dahil edilmeyen 8 stüdyo kaydı ile 2010 yazında Avrupa’da verdiği konserlerden alınan 11 canlı kaydı içeriyor. Toplam 66 dakika süren albümde, stüdyo kayıtları 28 dakika. Sonuçta başlı başına yeni bir albüm kaydedilmiş değil. Bu nedenle hayal kırıklığı yaşayanlar olabilir.

Daha önce yayınlanmamış şarkıların dört tanesi Beck imzası taşıyor. Charlotte Gainsbourg’un fısıldarcasına, yavaşça söylediği, elektropop çizgisindeki bu şarkılar bana Goldfrapp ile Bat for Lashes’ı çağrıştırdı. İçlerinde en çok perküsyon ve synthlerin sürüklediği “All The Rain” ve Gainsbourg’un celeste, kontrbass, çello ve harp ile yaratılan atmosferik sounda yumuşacık bir vokalle eşlik ettiği “White Telephone” dikkate değer.

Stüdyo kayıtlarında Gainsbourg’un Beck dışında, Connan Mockasin, Villagers’dan Conor O’Brien, Noah and the Whale’den Charlie Fink ile yaptığı işbirlikleri de var. Conor O’Brien’ın geri vokalde de yer aldığı, akustik gitar ve klavyeyi öne çıkaran “Memoir” diğerlerinin arasında ayrıca anılmayı hak ediyor.

Konser kayıtlarından oluşan ikinci CD’yi dinlemeye başlayınca, çarpıcı bir fark hissediliyor. Gainsbourg’un sesi stüdyo kayıtlarında ne kadar kırılgansa, canlı kayıtlarda o kadar güçlü. Bazı sanatçılar vardır; stüdyo albümlerini dinleyerek konserde nasıl bir performans çıkacaracağını tahmin edemezsiniz. Gainsbourg onlardan birisi. Canlı performanslarında seslendirdiği şarkılar “IRM” ve “5:55”ten seçilmiş; sound farkında bunun da etkisi var elbette. Çünkü “Stage Whisper”ın ilk CD’sinde gerçekten albüm adına uygun olarak usulca şarkı söyleyen Gainsbourg, ikinci CD’de Jarvis Cocker, Air ve Beck’in imzasını taşıyan şarkılarda daha belirgin bir rock sounduna geçiş yapıp kendini kanıtlıyor.

Bunun tek istisnası, Bob Dylan cover’ı “Just Like A Woman”. Şarkının yansıttığı hissi verememiş Gainsbourg. Keşke o da bu albüme alınmasaymış dedirtti bana.

“Stage Whisper”, Gainsbourg’un müzikte farklı türlerin altından kalkabildiğini göstermesi bakımından ilginç bir albüm. “IRM”den arta kalanlar sanatçının hayranlarını sevindirecektir ama onunla müzik alanında daha önce tanışmadıysanız, bu alacağınız ilk Gainsbourg albümü olmasın.

21 Aralık 2011 Çarşamba

“The Smiths’in birleşme olasılığı her zaman var”


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 21 Aralık 2011

Bu yıl The Smiths'in alternatif rock tarihinin klasikleri arasında yer alan “The Queen Is Dead” albümünün 25. yıldönümü kutlanıyor. Grubun davulcusu Mike Joyce, son aylarda dünyanın çeşitli kentlerinde yapılan kutlama etkinliklerine şahsen katılıyor. Geçen cumartesi günü de albümün 25. yılı için Indigo'da düzenlenen özel gecede DJ performansı sunmak üzere İstanbul'a geldi.

1982'de kurulup 1987'de dağılmış olsa da, farklı kuşaklardan çok sayıda müzikseverin kalbindeki özel yerini bugün de koruyan bir grup The Smiths. Kısa kariyeri boyunca toplam dört stüdyo albümü yayınlayarak yarattığı etkinin büyüklüğünü düşünürsek, gerçekten "efsane" sıfatı onlara çok yakışıyor.

"The Queen Is Dead"in önemini burada birkaç cümle ile de olsa belirtmeden geçmek istemiyorum.

The Smiths’in kariyerinde ayrı bir yeri olan bu albüm, 1986’da yayımlandığında, aynı Sex Pistols’ın “God Save the Queen” adlı şarkısı gibi, monarşi karşıtı mesajlarıyla toplumu sarsıp uyandırma işlevi gördü. Albüme adını veren şarkı, Muhafazakar Parti lideri Margaret Thatcher’ın liberal ekonomiye ağırlık veren politikalarının altında ezilen Britanya halkının ve kendini dışlanmış hisseden bir kuşağın adeta marşı haline geldi.

Böyle bir albümde çalmış bir müzisyen İstanbul'a gelir de, röportaj yapılmadan bırakılır mı hiç? Haftalarca süren telefon ve mail trafiği sonucunda Mike Joyce röportajı için onay aldım. Röportaj için Joyce ile cumartesi akşama doğru buluşacaktım ancak Indigo'ya gittiğimde, uçuşla ilgili bazı beklenmeyen gelişmeler nedeniyle İstanbul'a varışının gecikeceğini öğrendim. Ve sonuçta Joyce'u fırtınalı bir gecede Beyoğlu'nda 6 saat kadar bekledim. Bu arada Vlasdislav Delay'in Borusan'daki performansını bile izledim. Ama beklediğime elbette değdi. 18:00'da yapmayı planladığımız söyleşi, ancak 24:00 civarında Joyce'un kaldığı Londra Oteli'nin lobisinde gerçekleşebildi.


Röportaj öncesinde kendisiyle ilk olarak Tomtom Mahallesi'nde yemek yediği restoranda tanıştım ve hayatımı değiştiren en önemli albümü, "Meat Is Murder"ı imzalattım.

(Bir gün o albümün üzerinde The Smiths'in dört üyesinin de imzasının olmasını çok istiyorum.) Çok güleryüzü ve alçakgönüllü bir müzisyen Mike Joyce. Onunla konuşmak çok keyifliydi.



Dünyanın çeşitli kentlerinde DJ'lik yapıyorsunuz. Sizin için nasıl bir deneyim?

Fantastik bir deneyim. Farklı kültürlerden insanları tanımak, eski The Smiths hayranlarıyla buluşmak, yeni hayranlarla karşılaşmak çok güzel. Bazen bir gruba ait olduğunu hissetmek iyi geliyor insana. Eskiden konserlere gittiğimde, benimle aynı grubu sevenlerle tanışınca da bu duyguyu hissederdim. Şimdi de kulüplerde aynı tür müziği seven insanlarla buluşuyorum. Benim için harika bir ortam.

Kariyeriniz boyunca yaşadığınız en şaşırtıcı gelişme ne oldu?

İki radyoda birden program yapıyor olmam benim için sürpriz bir gelişme oldu. Birisi İngiltere’de BBC 6 Music’te, diğeri de New York’ta East Village Radio’da. Daha önceleri radyo programı yapacağımı düşünmemiştim. Çünkü bir grupta davul çalıyordum. Hem bir grupta aktif şekilde yer alıp hem de radyoda programlar yapamazdım; ikisi birden yürümezdi. Şu anda radyoya odaklandım. İlginç ve şaşırtıcı bir durum benim açımdan.

Müzik kariyerinizi değerlendirdiğinizde, hedeflediklerinizi yerine getirmiş olmanın verdiği tatmini hissediyor musunuz?

Evet, büyük ölçüde böyle bir tatmin hissediyorum. Her zaman başarılı bir grupta yer almak istedim ve bunu çok erken yaşta başardım. The Smiths’e katılmadan önce de başka gruplarda çaldım. Onlar daha çok The Smiths öncesinde çıraklık dönemi gibi oldu benim için. The Smiths sonrasında da birçok iyi grupta çaldım. Birlikte çalıştığım bütün müzisyenleri düşününce, daha iyi bir kadro hayal edemezdim diyorum. Müzik kariyerimde çok şanslıydım.

Müzik yaşantınızda tek bir anı doruk noktası olarak nitelendirmek isteseniz, hangisi olurdu?

Bunu söylemek çok zor. O kadar fazla ki... Yıllar geçtikçe o tür anların sayısı da artıyor ama ilk single çalışmamız “Hand in Glove”u kaydetmek, sonra yayımlandığında o plağı elime almak müthişti. The Smiths’in ilk altın plağı da muhteşem bir deneyimdi.

Bunlar olurken tam olarak kaç yaşındaydınız?

The Smiths’e katıldığımda 19 yaşındaydım. Çok gençtim.



"THE QUEEN IS DEAD HİÇ ESKİMEDİ"

”The Queen Is Dead” albümü yayımlandığında ise 23 yaşındaydınız. Bugün o albümü dinlediğinizde neler hissediyorsunuz?

Onu dinlediğimde birçok anım canlanıyor. Bana göre The Smiths olarak kaydettiğimiz her albüm ayrı bir başarıydı. Çünkü hepsi birbirinden farklı müzik tarzlarını barındırıyor. Bence kariyerimiz boyunca giderek birbirinden daha iyi olan albümler kaydettik; ki bu her grubun hedeflediği bir şey. 25 yıl önce yaptığımız müzik günümüzde de geçerli. Bugün yeni bir grup kurulsa ve “The Queen Is Dead”i yeni kaydetmiş olsa, yine çok iyi karşılanırdı. Modası geçmedi, eskimedi.

The Smiths’in hâlâ farklı kuşaktan insanların kalbinde yer almasını, hiç unutulmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şarkı yazarlığı o kadar iyi ki, zamanı aşan bir kalitesi var. 60’lar, 70’ler, 80’ler dönemine ya da günümüze bakarsak, davul, bas, gitar ve vokalden oluşan geleneksel şarkı yazarlığı aynıdır. Çok basit görünür ama değildir aslında. Doğrusu, Johnny Marr’ın şarkı yazarlığı Morrissey’in olağanüstü şarkı sözleriyle birleşince, Andy ve benim için işler epeyce kolaylaştı.

Morrissey ve Marr’la en son ne zaman konuştunuz?

Çok uzun yıllar önce. Ne yazık ki işler öyle gelişti...

Onlarla geçirecek 10 dakikanız olsa, ne konuşurdunuz?

Sert, saldırgan bir şey söylemezdim. Sizinle şu anda konuştuğum gibi konuşurdum. Hayatımızda olan bitenden söz etmek isterdim. Son görüştüğümüzden bu yana çok zaman geçti. Köprülerin altından çok sular aktı. 10 dakikada her şeyi konuşmak zor olurdu. En iyisi, herkesin kişisel yaşantısına odaklanıp neler yaptığını sorardım.

25 yıldır yaptığınız çalışmalara bakınca, sizi müzik yapmaya iten temel neden olarak neyi görüyorsunuz?

Asıl neden eğlendirmek ve yaptığım işten zevk almak sanırım. The Smiths’ten sonra da muhteşem şarkı yazarlarıyla çalıştım. Aralarında Julian Cope, Buzzcocks, Public Image Ltd., Sinead O’Connor gibi muhteşem isimler vardı. Bir davulcu için iyi bir şarkı yazarıyla çalışmak olabilecek en güzel şey. Eğer şarkı yazarlığı iyi değilse, benim davulumun bir işe yarayacağını sanmıyorum. Ama hayatımın bu noktasında kendimi kanıtlamak için özel bir çaba içinde olmam gerektiğini düşünmüyorum. Şu ana kadar kariyerim çok güzel gelişti. Bundan sonraki zamanı da sevdiğim işleri yaparak geçireceğim.

Bir önceki soruyu yanıtlarken Buzzcocks ile çalıştığınızdan söz ettiniz. Şubat ayında İstanbul’da grubu canlı dinleyeceğiz. Onlarla konuşma fırsatım olursa ne sorayım?

Mayıs ayında Manchester’da orijinal vokalist Howard Devoto ile çalacaklar. O konserde beni biste çalmak için sahneye davet ederler mi? Evet, bunu sormalısınız.

"MEAT IS MURDER'I KAYDETTİKTEN SONRA VEJETARYEN OLDUM"

The Smiths’le ilgili sizi mutlu eden bütün öğeleri barındıran tek bir albüm seçmeniz istense, hangisini seçersiniz?

Benim favori The Smiths albümüm “Strangeways, Here We Come”.

Neden?

O kaydettiğimiz son albüm. Az önce de belirttiğim gibi, yaptığımız her albüm bir öncekinden daha iyiydi. Bu albümle İngiltere’nin her yerinde, Avrupa’da ve Amerika’da tura çıkıp büyük başarı elde ettik. Rahatlatıcı bir çalışmaydı. Çünkü bir şeyleri başarmamız için üzerimizde kurulan bir baskı yoktu. Kendimizi herkese kanıtlamıştık. Bu nedenle en keyif verici olanıydı.



“Meat Is Murder”, benim veganlığı tercih etmemde çok etkili olan bir albüm. Çok etkili ve net bir mesajı var. Kayıttan önce bu konuda grup içinde konuştunuz mu?

Evet, konuştuk. Şarkıyı kaydettikten sonra yemekte bir araya gelmiştik...

Kayıttan sonra mı konuştunuz?

Evet, kayıttan sonra konuştuk. O sırada vejetaryen değildim. Ama Morrissey’in hayvanlara yapılanlar konusundaki sözleri öyle güçlüydü ki, o şarkıyı kaydettikten sonra vejetaryen oldum. O albümü yapmamış olsaydık, hâlâ et yiyor olabilirdim. 1985 yılından bu yana vejetaryenim, üç çocuğumu da vejetaryen yetiştirdim. O şarkının gücü bu. Çünkü hayvanlara yapılan zulüm için hiçbir gerekçe yok.

Morrissey'in Norveç katliamı sırasında hayvanlara uygulanan zulümle ilgili sözleri konusunda yorumunuz ne?

Tam olarak ne söylediğini okumadım ama bazı yerlerden duydum.

Twitter’da Morrissey’e destek veren tweetlerinizi görmüştüm.

Evet, net olarak kullandığı sözcükleri bilmiyorum ama sanırım zor bir zamanda çok direkt konuştu.

Bazen insanların dikkatini çekmek için sarsıcı olmak gerekiyor. Bence Morrissey haklıydı, yanlış bir şey söylemedi.

Hemfikirim. Ben o şekilde davranmayacak olsam bile düşüncem onunla aynı paralelde. Ama insanlar benim tavsiyelerimi dinlemeyebilir. Morrissey, bu tür görüşleri dile getirmek için daha avantajlı bir konumda olabilir. Gerçekte söylediği temel şey, hayat hayattır ve masum hayvanlar her gün katlediliyor.

Fakat insanlar o sözleri yanlış değerlendirdi...

Evet, gerçekten yanlış anlaşıldı. O nedenle ona destek verdim. Morrissey, Norveç’te olanı savunmuyordu; sadece bu tür bir katliamın masum hayvanlara her gün uygulandığını söylüyordu. Bu anlamda onunla aynı görüşteyim.

"CAMERON, DÜŞMAN TARAFTAYDI"



Marr ve Morrissey, İngiltere Başbakanı David Cameron The Smiths'i sevdiğini söyleyince, sert şekilde yanıt verip, grubun müziğinden hoşlanmaması için uyarmışlardı. İnternette İngiliz Parlamentosu'nda çıkan tartışmayı da izledim. Komikti. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Haklılar bence. Komikti gerçekten. Cameron, bizim ait olduğumuz gruptan değil. Müziğimiz, hiçbir zaman onun temsil ettiği değerlere yönelik olmadı. Elbette müzik, dinlemek isteyen herkes için. Fakat bizim söylediğimiz sözler, yaptığımız müzik, onun gibiler için değil. Bir grup, bir çete vardı ve o düşman taraftı. Bana göre yaptığı, hoş gözükmek adına The Smiths’i kullanmak...

The Smiths'in aktif olduğu döneme ve The Smiths sonrasına ilişkin herhangi bir pişmanlığınız var mı? (Bu soruyu, Mike Joyce'un The Smiths dağıldıktan sonra telif hakkı için Marr ve Morrissey aleyhine açtığı davayı düşünerek sordum. Morrissey, o davayla ilgili olarak, 'The Smiths'i Marr dağıttı, Joyce yok etti' demişti. Joyce, soruyu neyi kastederek sorduğumu anladı.)

Hayır, yaptığım her şeyden mutluyum.

Her şeyi aynı şekilde mi yapardınız?

Kesinlikle. Her şeyi, hiçbir değişiklik olmadan aynen yapardım.

The Smiths dağıldıktan sonra birçok ünlü isimle çalıştınız. Onlarla işbirliği yapmak, The Smiths üyeleriyle çalışmaktan farklı mıydı?

Farklıydı. Bazen onun kadar da heyecan vericiydi. Buzzcocks’la çalışmak harika bir duyguydu. Çünkü benim davul çalma nedenim o grup. Buzzcocks konserine gittiğimde sahnede gördüklerim aklımı başımdan aldı ve bir gruba girmeye o zaman karar verdim. The Smiths’in yeri elbette ayrı. Birlikte olmaktan mutluluk duyduğum insanlarla çok büyük kalabalıklara konser vermek her zaman çok keyifli. Ama ilkler hep daha özel. The Smiths, bu açıdan hepimiz için bir ilkti. Her birimiz kariyerimizde birçok ilki o grupta yaşadık.

Marr, bir röportajında Morrissey'in The Smiths'i dünyadan intikam alma yöntemi olarak gördüğünü, onun için bu grupta yer almanın, binaların camlarını yerle bir etmek olduğunu söylediğini anlatmıştı. Siz de 80'lerde Morrissey kadar öfkeli miydiniz?

Hayır, ben kızgın değildim. Ben sadece davul çalmayı seviyorum. Morrissey’in belagati çok özel. The Smiths’i bu yönünü ortaya koyacak bir vasıta olarak kullanıyordu. Bence bunun hiçbir sakıncası yoktu. Şarkıcıların yaptığı da budur zaten. Ayrıca işini çok iyi yapıyordu. Birçok grubun hiç değinmediği konuları şarkılarda işleyip, kamuoyunun dikkatini çekti. Grupların konuşmaktan kaçındığı konuları gündeme getirmeyi kendi görevi olarak gördü Morrissey. O dönemlerde popüler müzik bu tür meseleleri gündeme getirmek için en iyi araçtı. Morrissey bu yolu çok etkili bir şekilde kullandı.



The Smiths’in verdiği en iyi konser sizce hangisiydi?

Manchester’ın hemen dışında Salford bölgesi var. Oradaki konser unutulmazdı.

Gittim oraya.

O zaman bilirsiniz. Temmuz 1986’da Manchester Central binasında Punk’ın 10 Yılı kutlamaları için etkinlik düzenlenmişti. İlk gün Buzzcocks, New Order gibi gruplar çalmıştı. Ertesi gün de biz küçük bir konser verdik. Oradaki atmosferi anlatmak çok zor. Grupla dinleyiciler arasındaki ilişki normal bir konserdeki gibi değildi; sanki dinsel bir ayin gibiydi. İnsanlar ağlıyordu, aşırı derecede duygusal bir atmosfer vardı.

Geçenlerde bir yerde Morrissey'in "The Smiths'ten daha iyi bir grup çıkacak mı? sorusuna, "Hayır" diye yanıt verdiğini okudum. Katılır mısınız bu görüşe?

Hayır, bence söylediği yanlış. Bugün yeni çıkan grupların The Smiths’ten daha iyi olduğunu düşünenler de var. Müziği bu şekilde tanımlamak zor. Birinci, ikinci diye belirli yerler yok. Birisinin hoşlandığından diğeri nefret edebilir. Müzik dünyasındaki bazı insanlar da The Smiths’i beğenmeyebiliyor.

Bu soruyu sormak zorundayım: The Smiths'in yeniden bir araya gelmesi için umut var mı?

Her zaman böyle bir olasılık var. Çünkü hepimiz hala yaşıyoruz. Şu bir gerçek ki ancak hepimiz sağ olursak bir gün aynı yerde buluşabiliriz...

Ben, The Smiths’i canlı dinlemeyi çok istiyorum.

Bunu çok sayıda insan istiyor. Biliyorum...

18 Aralık 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 97: Peter Broderick - Music for Confluence / Music For Grace & Mercy (Erased Tapes)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 18 Aralık 2011

2000’lerin en yetenekli yeni müzisyenlerini saymam gerekse, ilk olarak aklıma gelecek isimlerden birisi Peter Broderick olur. Henüz 24 yaşında ama hayranlık uyandıran yeteneğini ve üretkenliğini, hem solo kayıtları hem de çeşitli işbirlikleriyle çoktan kanıtladı ve günümüzde modern klasik diye tanımlanan türde müzik üretenler arasında belirgin şekilde öne çıktı.

Danimarkalı indie rock grubu Efterklang ve Nils Frahm ile yaptığı çalışmalar da, Broderick’in parlak kariyerinin önemli bir parçası oldu.

Bu yıl yine Erased Tapes etiketiyle yayınlanan, Adam Wiltzie (Stars of the Lid üyesi) ve besteci Dustin O’Halloran’ın projesi “A Winged Victory for the Sullen” albümüne kemanıyla katkıda bulundu. Ünlü besteci Clint Mansell ile "Last Night" filminin müzikleri için birlikte çalıştı.

Broderick, 2009 yılından bu yana farklı konseptler için müzikler besteliyor. Slaapwel Records’dan sınırlı sayıda, sadece 500 kopya basılan “Music for a Sleeping Sculpture of Peter Broderick” ile başlayan seri, aynı yıl Erased Tapes’den yayımlanan “Music for Falling From Trees” ile devam etti. 2010’da çıkan “Music for Contemporary Dance” ve “Music for Congregation”ın ardından bu yıl kasım ayında “Music for Confluence” geldi.



Bu yeni albüm, Jennifer Anderson ile Vernon Lot’un çektiği “Confluence” adlı filmin müziklerinden oluşuyor. 1980’lerde Idaho’da kaçırılıp öldürülen genç kadınların gerçek öyküsünü anlatan filmin müziklerinin de karanlık ve hüzünlü olması sürpriz değil. Toplam 13 parçanın yer aldığı albümde, parçaların filmin bölümlerine atıf yapan isimleri de, bunun bir göstergesi.

Modern klasik albümleri sözcüklerle uzun uzun anlatmak zor ama zaten Broredick’in besteleri, filmdeki görüntülerden bağımsız olarak da dinlenebilecek ve kendi anlamını melodilerle yaratabilecek kadar güçlü. “We didn’t find anything”de yaylıların titrek tınılarıyla ürkekçe dokunulan piyano tuşlarının çıkardığı seslerin diyaloğu, kaçırılan ama bulunamayan genç kadınları anlatan huzursuz sahnelerle mükemmel bir uyum gösterecek türden.

She just quit coming to school”da ise, yaylıyarla atmosferik bir hava yaratan dingin müzik, filmdeki temanın yansıttığı ruh haliyle birebir örtüşüyor.

Filmden hiç haberdar olmasanız da, duygularınızı harekete geçirip size kendi öykünüzü yazdıracak kadar çarpıcı bir albüm “Music for Confluence”. Broderick’in bu çalışmasıyla, aynı tarzda albümler yapan Max Richter’i de akla getiriyor. Çok yoğun, derin, melankolik ve bir o kadar da kusursuz. Yolunuz karlı bir günde Berlin’e düşerse çok iyi soundtrack olur.



“Music for Confluence” ile birlikte digital bonus olarak yayımlanan 14 parçalık ayrı bir albümden de de söz etmek gerekir. “Music for Grace and Mercy”, Luis Peña’nın Haiti’deki deprem sonrasında kendi yurttaşlarına yardım eden iki Haitili kardeşin öyküsünü anlatan filmi “Grace & Mercy” adlı filmin müziklerinden oluşuyor.

Bu da diğeri gibi, Broderick’in modern klasik türünde, insana özgü duyguları çok yetkin bir şekilde notalara dökerek yaratıcı yeteneğini bir kez daha gösterdiği bir albüm. “Music for Confluence”un aksine bu albümde yoksulluğa, sefalete, hüzne karşın umut ışığı hep parlıyor. Akustik gitarın nahif tınılarında daha güzel günler için dayanışma içinde ayağa kalkmaya çalışan bir toplumun çabalarını insana duyumsatıyor Broderick.

-

11 Aralık 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 96: Yann Tiersen - Skyline (Mute Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 11 Aralık 2011

Yann Tiersen adını belki bazıları hatırlamaz ama aslında onun müziğini tanıyorlar. “Amélie” adlı filmi izleyen herkesi etkileyen muhteşem müziklerin yaratıcısı kendisi.

Benim ilgi alanıma daha önce, 1998 yılında çıkardığı ve Fransız müzisyen Dominique A ile işbirliği yaptığı “La Phare” ile girmişti. Daha sonraki yıllarda yaptıkları, ne yazık ki hep Amelie filminin gölgesinde anıldı. Oysa benim için Tiersen, müziğe deneysel yaklaşımı nedeniyle daima yakından izlenmesi gereken müzisyenler arasındaydı. Jane Birkin, The Divine Comedy, Tindersticks’den Stuart A. Staples, Cocteau Twins’den Elizabeth Fraser gibi birçok tanınmış müzisyenle işbirliği yaptı, bugüne kadar yedi stüdyo albümü yayınladı.

Bunları yapmış olmasına karşın, geçen yılki çalışması “Dust Lane”, Amerika’da da yayımlanan ilk albümü oldu. Akustik gitar, mandolin ve buzukiyi öne çıkarıp, klasik ve rock müzik unsurlarını buluşturduğu bu albümle yılın dikkat çeken isimlerinden biriydi.

Aradan sadece bir yıl geçtiği halde, bu yıl da yeni bir albüm yayımladı Tiersen. Röportajlarında “Skyline”ı da öncekiler gibi aynı yöntemleri uygulayarak, benzer esinlenmeler altında kaydettiğini vurguluyor. “Dust Lane”in kayıtları sırasında annesini ve bir arkadaşını kaybeden Tiersen’in ruh hali albümün genel havasına da yansımıştı. Ancak "Skyline"da daha iyimser bir hava seziliyor.

Fakat yine de sanılmasın ki, bu albümün her anı aydınlık. Kırılgan mandolin tınılarıyla başlayan “Hesitation Wound”da çöken hüzün, “Exit 25 Block 20”de karanlığa çekiyor insanı.

“Exit 25 Block 20”de girişteki hayvan ulumaları oldukça ürpertici olsa da, şarkı ilerledikçe orkestra çanı, synth, bas, gitar ve davul işin içine girdiğinde canlı bir atmosfer kuruluyor.

Tiersen, “Skyline”ın öncekilerden müzik üretme bakımından kendisi açısından farkı olmadığını belirtese de, dinleyici olarak bizim duyduğumuz bazı değişiklikler içeriyor. Önceki çalışmalarında piyano, org ve yaylılar başroldeydi; elektrik ve akustik gitarla birlikte yaylılar ve synth daha ön planda. Bunun yanı sıra üzerinde oynanıp bozulmuş birtakım garip sesler ve vokaller de kullanılmış.

Albümün kapanışını adeta aradığı suyu bulup huzura ulaşan bir insanın hissettiği rahatlamayı anımsatan “Vanishing Point”in dingin melodisiyle yapıyor Tiersen. Bu şarkıya vokal katkısında bulunan isimler, Efterklang, Peter Broderick, Heather Woods ve Daniel James. Tam 40 dakikalık albüm huzurla bitecek derken birden ses bozuluyor ve şarkı, son 9 saniyede teybe dolanan kasetten çıkan sesleri andıran garip seslerle bitiyor.

Yarattığı atmosferler açısından bütünlüklü bir yapı sunmuyor “Skyline” ama keşfedilecek ilginç sesler ve çok güzel melodiler barındırıyor. Es geçmeyin.





4 Aralık 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 95: Justice- Audio, Video, Disco (Ed Banger Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 4 Aralık 2011



Bu yıl beni en çok şaşırtan albümlerden birisi oldu bu. Fransız elektro-rock ikilisi Justice, 2007’de çıkan “” adlı ilk albümünden sonra, geçtiğimiz günlerde ikinci albümüyle keskin bir viraja girmiş. Ben grupların müziklerinde değişiklik yapmasına karşı çıkan ya da önyargıyla yaklaşanlardan değilim. Ancak virajları dönebilecek durumda olmaları gerekir ki, sonuç üzücü olmasın.

Audio, Video, Disco”, ilk dinleyişte çekmedi beni. Biraz ara verip tekrar dinledim, sarmadı. Birkaç gün sonra dinledim; yine olmadı. Bir önceki albümün bozulmuş seslerle kuvvetli basları buluşturan dans müziği soundu gitmiş, 70’lerin rock müziğini elektronik altyapı içinde eriten daha yavaş bir sound gelmiş. Sanki Led Zeppelin ile Daft Punk karması gibi ama ortaya çıkan müzik onlarınki gibi sürükleyici değil, fazla dağınık...

İlk albümleri sample’ların kullanıldığı tamamen elektronik temele oturmuş bir albümdü. Bu defa gitar, davul ve klavye gibi gerçek enstrümanlar kullanılmış, ancak yine bunlar bilgisayarda efektlerle bozulup vokaller filtrelenmiş. Progresif rock etkisini yansıtan bir sound elde edilse de, sonuçta ortaya çıkan müzik, çok arada kalmış, kimliği oturmamış bir halde.

Bir önceki albümde “opera disco” adını verdikleri ritmik ve insanı ilk dinleyişte yakalayan soundu terk etmeleri ya da yeni yollar denemeleri değil beni şaşırtan. Aksine müzisyenlerin yenilikleri denemesi beni heyecanlandırır. Ancak sonuç her zaman tatmin edici olmayabiliyor. Justice, bu kez yeni bir denemede bulunurken virajı alamadı ya da alırken arabada biraz hasar oldu diyelim.

Justice’in girdiği bu yeni yolu sevenler de olabilir ama ben şahsen En İyi Elektronik Dans Albümü ve En İyi Dans Kaydı dallarında Grammy ödülüne aday gösterildikleri rotaya dönmelerini, en azından bu yeni yoldan çıkmalarını diliyorum.



Translate