© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 29 Ocak 2012
İzledikleri gelişim süreciyle beni şaşırtan gruplar arasına The Maccabess de katıldı. Beş müzisyenin 2004 yılında Londra’da kurduğu indie rock grubu, bu ay üçüncü albümünü yayımladı. 2007 tarihli “Colour It In” ve 2009’da çıkan “Wall of Arms” ile kendilerine azımsanmayacak bir hayran grubu edinmişlerdi. Fakat bu iki albüm de beni gruba çekmek için yeterli olmadı. Sert gitarların sürüklediği “X-Ray” ya da sıradan gençlik endişelerini anlatan "Toothpaste Kisses" çekmedi beni. O nedenle yeni albümden çok büyük bir beklentim yoktu.
Ancak “Given to the Wild”ı ilk dinleyişte etkilendim ve dinledikçe de daha çok beğendim. The Maccabees hem sound hem de içerik olarak çok daha olgun bir albüm yapmış. Bu değişimin ne kadarı grubun kendi isteğiyle oldu bilmiyorum. Bu kez prodüktörlüğü U.N.K.L.E. üyesi Tim Goldsworthy ve daha önce Katie Tunstall, Elbow ve New Order gibi isimlerle çalışan Bruno Ellingham ile paylaşmışlar.
Tim Goldsworthy’nin, elektronik unsurların albümde biraz daha belirginleştirilmesi bakımından katkı yapmış olduğunu düşünüyorum. Ama değişim bununla sınırlı değil; sözlerdeki derinleşen duygusallığın yanı sıra, daha melodik, akılda kalıcı, gitar rifflerinin daha çarpıcı olduğu, vokalin tonunun alçaltılıp etkisinin yükseldiği bir albüm “Given to the Wild”. Adının aksine vahşileşen değil, sakinleşip durulan bir çalışma. Olumlu anlamdaki bu durulmada, grubun albümü yaparken “eşi benzeri olmayan müzik esinleri” olarak adlandırdıkları David Bowie, Kate Bush ve The Stone Roses gibi isimlerin etkisi de olmuş kanımca.
"Given to the Wild" ile ilgili çoğu yorumda Arcade Fire'ın “The Suburbs” adlı albümünün esin kaynağı olduğu söyleniyor. Buna itiraz etmiyorum ama benim aklıma daha çok Coldplay'in “Parachutes” dönemi geliyor. “Feel to Follow”daki vokalde de Wild Beasts nahifliği hissediyorum. Kanımca, The Maccabees, farklı esinlenmeler altında müziğini biraz daha karışık ve karanlık bir hale getirse de daha zengin bir duyarlılık kazandırmış.
Sonuçta tekrar tekrar dinlemek isteyeceğiniz çok güzel bir albüm çıkmış ortaya. Benim albümdeki favorim, “Slowly One”. Bir ayrılığın ardından her ufak hatırayla, her sevgi sözcüğüyle sevdiği kadını hatırlayan bir erkeğin iç burkan duyarlılığını yansıtan şarkıda Orlando Weeks’in vokalini ilk duyduğumda aklıma Thom Yorke’un "Fake Plastic Trees" ve “Codex”teki vokali geldi ve “Slowly One, Thom’u kıskandırır” dedim. Şarkının bağımlılık yaratan tarafı yalnızca yumuşacık vokali değil, sakin bir şekilde seyrederken birden 2:27’de gitar seslerinin yarattığı sele kapılması dinleyene tokat gibi çarpıyor. 3:50’ye kadar süren bu bölümü defalarca dinlemek istiyor, şarkıyı durmadan başa alıyorsunuz.
Ambientvari bir girişle başlayıp birden gitar ve perküsyonun katılmasıyla rotasını tamamen değiştiren “Unknow” da, duyduğum en çarpıcı şarkılardan birisi. “Ayla”nın başındaki piyano melodisinin şarkı ilerledikçe gitarlarla girdiği diyalogun verdiği keyfi de ayrıca vurgulamak isterim.
Bunlara benzer ufak ama çok dikkat çekici ayrıntılarla bezenmiş, altyapısı çok sağlam ve kalbe dokunan, içten bir albüm “Given to the Wild”. Artık The Maccabees için heyecanlanabilirim. Bende iz bırakacak bir albüm yaptılar.
-