© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 5 Şubat 2012
Geçen aralık ayında Salon’da olağanüstü güzel bir gece yaşandı. Gecenin konuğu, son yıllarda büyük çıkış yapan Londralı grup Portico Quartet’ti. O gece orada olanlar, hayatları boyu unutamayacakları bir müzik ziyafeti yaşadı. Dört genç adam bizi, son derece ufuk açıcı, sınırları yok eden, bambaşka bir ses evrenine soktu. Konserden sonra kendimi tutamayıp bir dizi tweet attığımı da hatırlıyorum. Öylesine coşkun bir ruh hali yaratmışlardı.
Bir zamanlar Londra’da The National Theatre’ın önünde çalıp para kazanmaya çalışan gençlerden kurulu Portico Quartet. Ama bu kısa zamanda çok yol kat ettiler. 2008 tarihli ilk albümleri “Knee-deep In The North Sea” önemli müzik ödüllerinden Mercury’ye aday gösterildi. Ertesi yıl yayımlanan “Isla”, çok olumlu eleştiriler aldı ve grubu bir tartışmanın da ortasına çekti. “Portico Quartet caz grubu mu değil mi?” tartışmasıydı bu.
Müziklerini dinlediğinizde hem Steve Reich’ın izini buluyorsunuz, hem John Coltrane’in hem de Aphex Twin’in. Hem alabildiğine deneysel, hem saksofon, perküsyon ve kontrbastan oluşan geleneksel caz enstrümantasyonuna bağlı. Free Jazz akımından büyük ölçüde etkilenmişler, grup üyelerinin aynı anda başladıkları doğaçlamalarla durdurulamayan bir nehir gibi akıyor müzikleri. Ama aynı zamanda da melodilerin çevresinde kurgulanmış bir müzik bu.
“Bir dediğin diğerini olanaksız kılıyor” diye itiraz edenler olabilir ama inanın bana durum bu. Zaten grubun kendi sitesinde de, müzikleri hakkında “Daha önce duyduğunuz hiçbir şeye benzemiyor” şeklinde bir ifade var. Bazen hiç de özgün olmayan gruplar için de kullanılan bir klişe olabiliyor bu tanım ama Portico Quartet’in bu iddiayı hiç çekinmeden söyleyebilecek gruplardan birisi olduğu kuşkusuz.
Grubu kurulduğundan bu yana takip edenler için üçüncü albüm ayrı bir merak konusuydu. Kurallara bağlı olmayan böylesine özgür bir müziğin alacağı yeni boyut heyecan vericiydi. Salon’daki konserde yeni albümde yer alacak parçalardan bazılarını da çaldıklarında merakım iyice artmıştı. “Lacker Boo”yu duyduğumda aklım uçtu sanki. Ama heyecanım boşuna değilmiş.
Üçüncü albümde, bizi içine çektiği ses evreninin boyutlarını alabildiğine genişletmiş bu yetenekli dörtlü. Hang çalan Nick Mulvey’in solo kariyer yapmak üzere ayrılmasından sonra onun yerini alan Keir Vine, aynı zamanda perküsyon, klavye çalıyor, loop ve sample’lar da onun etki alanında. Jack Wyllie, albüm boyunca Coltrane’in tarzını hatırlatan hüzünlü soprano ve alto saksofondan sorumlu. Melodilere yön veren kontrbasta Millo Fitzpatrick, davulda ise müthiş bir performans sergileyen Duncan Bellamy var.
Portico Quartet, bu albüme grubun adını vererek “Biz buyuz” diyorsa, onların ne olduğunu tam olarak nitelemek artık daha zor. Çünkü belli ki, “Caz mı değil mi?” tartışmasına bir yanıt bu ve müzikten anlaşıldığına göre onları yalın bir ifadeyle “caz grubu” diye tanımlamak doğru değil. Ben “Portico Quartet” albümünü dinlerken, dubstep, drum and bass, ambient ve caz müziğinin çok yaratıcı bir karışımını duyuyorum.
Benim görüşüme göre, alternatif rock ve elektronik sesleri caz formuyla bu kadar iyi örtüştürebilen grup Radiohead’di. Özellikle “Kid A” ve “Amnesiac” bu anlamda çığır açan çalışmalardı. O nedenle konserden sonra, Radiohead “Kid A” dönemini seven Portico Quartet’i kaçırmasın dedim. Onların müziğinin temelinde elbette rock değil, caz var ancak bugün geldikleri noktayı anlatmaya tek başına yetmiyor o.
Albümde karanlık ve yalnız gecelere mükemmel eşlik edebilecek 10 parça var. Elektronik seslerle kontrbasın ambient düeti biçiminde gelişen “Window Seat”, daha açılışta albümün karakterini tanıtıyor bize. Ardından gelen “Ruins”in melodisi, onun yarattığı ağır havayı dağıtıp “Gücünü topla, yola devam et” diyor dinleyene. Davul solo ile elektronik seslerin muhteşem buluşmasıyla aniden coşan “Rubidium”, tam ortasında başlayan davul solo ile albümü şaha kaldırıyor.
Çok eski bir piyano ile kaydedilen “Export to Hot Climates”, albümün ortasında derin bir nefes aldırıyor dinleyene. Suların durulup, umudun yeşerdiği kısa anlar gibi sadece 1 dakika 8 saniye sürüyor...
Hemen arkasından yazının başında da söz ettiğim “Lacker Boo” geliyor. Saksofon yok bu parçada. Sample’lanmış hang ile konrtbasın liderliğinde gelişen tekrara dayalı melodi, hipnotik bir etki yaratıyor, ilerledikçe adeta anılarınızla size kendi filminizi çektiriyor. Bu parçayı Salon’da canlı dinlerken, Duncan Bellamy’nin sample ve loop mekanizmaları ile giriştiği uçuk deneyim, laboratuvardaki çılgın profesörleri andırdı. Arka arkaya sample’layıp loop’a aldığı farklı sesleri birbiriyle iç içe geçirmeyi hiç sekmeden koordine edişi görülmeye değerdi.
Albümün bütünü açısından diğerlerinden farklı olarak nitelendirilebilecek tek parça, İsveçli şarkıcı Cornelia’nın vokalde yer aldığı “Steepless”. Lamb’den Lou Rhodes’u ve Björk’ü çağrıştıran yumuşacık bir sese sahip Cornelia. Usulca söylüyor aşk hakkındaki sözlerini. Albümün kalanı tamamen enstrümantal olsa da, vokal kullanımı bir doku uyuşmazlığı doğurmamış.
Portico Quartet’in sırrı bu sanırım. Alışılmadık olanın peşinde ama bunu öyle bir uyumla yapıyor ki, “alışılmadık” ifadesi anlamını yitiriyor. Bir albüm ancak bu kadar sağlam bir altyapıya sahip olur. Bakalım yılın geri kalanında bu kadar iyi başka albüm çıkacak mı?