© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 1 Nisan 2012
İskoç grup The Twilight Sad, vokalist James Graham’in gitarist Andy MacFarlane ile lisede tanışmasıyla kurulmuş. Belki de kurulmakta geç bile kalınmış. Çünkü James Graham gibi müthiş bir canlı performansı ve sesi olan insan zaten başka bir iş yapmamalı; var olduğu ve gücü yettiği sürece sahnede olmalı. Bu ay Teksas’ın başkenti Austin’de düzenlenen South By Southwest (SXSW) kapsamındaki konserlerini izlerken aklımdan bu düşünceler geçiyordu.
Karanlık, ufak bir salonda, üzerine yansıyan kırmızı ışığın altında gördüm James Graham’i. Mikrofonu iki eliyle sıkıca tutmuş, gözleri kapalı, adeta bedenine elektrik verilmiş gibi titriyor, dizlerinin üzerine çöküp kendini sahneden ve dinleyicilerden soyutlayarak ayrı bir dünyaya ışınlanıyordu. Şarkı söylerken, hafifçe araladığında gözlerinin kaydığına tanık oldum. Ian Curtis’i hatırlatan bu son derece etkileyici performansın ardındaki asıl neden, Graham’in içinde kopan fırtınalar. Onları hiç saklamadan, olduğu gibi dinleyiciye yansıtıyor. Şarkıyı sadece söylemiyor, sahnede yeniden yaşıyor.
Aslında Ian Curtis referansı sadece Graham’in sahnedeki fiziksel varlığından kaynaklanmıyor; grubu canlı görmeseniz de müzikleri sizi Joy Division’ın soğuk ama cezbedici karanlığına sürüklüyor. The Twilight Sad, yeni albümünde içimize işleyen o isyan ve melankoli dolu sesleri hafif pop ve shoegaze unsurları katarak daha melodik bir hale getirmiş.
Önceki albümlerine göre krautrock etkisinin belirgin hale geldiği, daha güçlü bir sound var bu albümde. Öyle ki dinledikçe dinlemek istiyor obsesif bir hale geliyorsunuz; sonra bir de bakıyorsunuz ki müziği gerçek anlamda dinlemeseniz de şarkılar kafanızın içinde dönüp duruyor.
Kocaman bir kanca gibi The Twilight Sad’in müziği; yakanıza bir yapıştı mı bırakmıyor, tişörtünüz yırtılıyor, bu defa pantolonunuzdan yakalayıp tepe üstü düşecek pozisyonda havada bırakıyor sizi, pantolonunuz yırtılırken de kemerinizden tutuyor.
Kanca, yırtmak, havada asılı bırakmak... Bunları okuyan “İşkence mi var?” diye sorabilir haklı olarak. Hayır, gönüllü tutsaklık var. En azından ben “No One Can Ever Know”a gönüllü olarak kaptırdım yakayı. Bırakacak gibi de değilim. Günlerdir “Nil” adlı şarkıyı dinliyorum.
Grup şarkılarını yazarken, kendilerinin ve çevrelerindeki insanların hayatlarından ilham aldığı için sözlerin ne kadarı gerçek ne kadarı metafor tam bilmek olanaklı değil elbette ama bir ayrılık, bir yok oluş ya da bir ölümün ardından yazıldığı açık. James Graham’in bariton sesiyle özellikle “r” harfini vurgulayan İskoç aksanı mı desem, müziğin insanı bir anda yakalayan can yakıcı tınıları mı desem bilmiyorum ama aklımdan çıkmıyor bu şarkı.
Konserde albüme göre çok sert çalıyor The Twilight Sad. Onları canlı görmeden yaşanacak deneyimin ne kadar çarpıcı olabileceği tahmin edilemeyebilir. Grubun diğer üyeleri sahnede Graham’in aksine son derece sıradan bir iş yapıyormuş gibi görünse de, vokalist ruhunuzu terk etmiyor; elini bile sürmeden sizi havada asılı bırakıyor. Nitekim Fat Cat Records’ın sahibi de grubun albümünü dinledikten sonra onları konserde görmeye karar vererek Glasgow’a gitmiş ve tabii derhal anlaşma imzalamış.
“No One Can Ever Know”, kuşkusuz bu yıl indie rock'ın bize bahşettiği en güzel albümlerden birisi.