© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 17 Haziran 2012
Copenhagen Dreams, Danimarkalı yönetmen Max Kestner’ın Kopenhag için çektiği kent belgeselinin adı. 2009’da ilk gösterimi yapılan filmin müzikleri de bu ay bir soundtrack albüm şeklinde yayımlandı. Müziğin ardındaki yaratıcı isim ise, İzlandalı müzisyen Johann Johannsson. Yaylılar, klarnet, celesta, klavye ve elektronik sesleri kullanarak Kopenhag için bir kent senfonisi yazmış Johannsson.
Filmi izlemedim ama Kopenhag’ı biliyorum. Kestner, belgeselde kentin binalarına, çevredeki koşullara, sokaklara odaklandığını, o anda orada yaşayan insanların bu fiziksel atmosferde geçici bir unsur olduğunu söylüyor. Ziyaret ettiğim her yeni kenti ben de bu bakış açısıyla görmeyi severim. Çünkü bunu yaptığınızda aslında insanı geri plana itmiş olmuyorsunuz; aksine orada yaşayan insanların kendileri için yarattıkları çevreden, mimariden yola çıkarak onları daha iyi tanımaya çalışıyorsunuz.
Kestner’in de altını çizdiği gibi, binalar, duvarlarına yazılan yazılar, tasarlanan kapılar, camlar, her şey onları kullanacak olan insanların kendileri için yarattıkları birer eser aslında. Bu nedenle insanları, doğrudan onların fiziksel varlıklarını inceleyerek değil, akıllarını kullanarak meydana getirdiklerini gözlemleme yoluyla anlama çabası heyecan verici. Çünkü yarattıkları aslında hayallerini süsleyen unsurları ortaya çıkarıyor.
Bu önemli ayrıntıyı açıkladıktan sonra, müziğin aklımda çizdiği imajları ve ruhumda estirdiği rüzgarları tanımlanmaya çalışabilirim. Kopenhag’ı kış mevsiminde gördüm ben. Aklımdaki görüntüsü dingin ve düzenli; usulca esen serin rüzgar, hiçbir şeye engel değil, aksine bisiklete binip sokaklarda süzülme isteğini daha da kuvvetlendiriyor. Arada gölge gibi paltolarına sarılmış insanlar hızlı hızlı yürürken siz bisikletin pedallarını istediğiniz hızla çevirebilirsiniz.
Johannsson’un müziği de, tüm kontrolün sizde olduğunu duyumsatacak kadar huzur dolu. Modern klasik türünün belki de beni bu kadar etkilemesinin temel nedenlerinden birisi bu. Kontrol derken pedal sembolünü kullandım ama o aslında bir metafordu. Aklımı kendi istediğim şekilde yönlendirebilmeyi, dışardan bunu değiştirecek kuvvette bir müdahale olmamasını kastediyorum. Yaylılar başta olmak üzere bütün aletler ve elektronik sesler, aklımda yazdığım tamamen kişisel senaryoma göre anlam kazanıyor. Bundan daha güçlü bir etki düşünemiyorum. Bana kimseyle paylaşmadığım öyküleri yazdıran müzikleri de bu nedenle çok seviyorum.
Johann Johannsson’un müziği Kopenhag görüntülerine eşlik etmek için yazılmış olsa da, ben albümü Reykjavik ile de özdeşleştirebilirim. Kuzeyde bir ülkede geçen şiirsel bir kış mevsimine uygun bir yapısı var. Bazen daha iyimser ama kent koşturmacası içinde genellikle yalnız kalan insanın melankolizmi de sinmiş müziğe. Albümde intro’lar dahil 19 parça arasında özellikle “There’s No Harm Done” yakaladı ruhumu. Üzerimde bıraktığı etkiyi, geçen yıl Deaf Center’ın “The Day I Would Never Have” adlı şarkısının yaptığı sarsıntıyla bile kıyasladım. Şarkının adına bakarsanız bir ipucu var; hiçbir şeyin zarar görmediğini söylese de müzikte gizemli bir gerginlik hissediyorum ve o hissi sevdiğimi itiraf ediyorum.
Max Kestner’in belgeselini izlediğimde müziğin orada oynadığı rol üzerine daha net bir bir fikir edineceğim ama izlemeden de şunu rahatlıkla söyleyebilirim: “Copenhagen Dreams”, dünyanın neresinde olursanız olun kendinizle baş başa kalmak istediğiniz anlara eşlik edebilir. Nasılsa hayaller kurulduğu sürece her yerde ve her anda var olmuyor mu?