© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 24 Haziran 2012
Size “dünyevi meselelerle ilgili elektronik bir gospel albümü” önersem ne dersiniz? Muhtemelen “Nasıl oluyor o?” diyerek şaşkınlığınızı dile getirirsiniz. Şaşırırsınız; çünkü kilisedeki törenler sırasında söylenen doğaçlamalardan adını alan gospelin din dışı konularla ilgili olmasını ve elektronik sesler içermesini garipsersiniz. Ama Bobby Womack’in 18 yıl aradan sonra yayınladığı ilk orijinal materyalin toplandığı albüm, bu tanımı hak ediyor. Internette bir yazıda rastladığım bu ifade ilk anda beni de düşündürdü ama albümü dinledikçe çok yerinde buldum. Çünkü Bobby Womack’in kaynağını gospel ve soul müziğinden alan dokunaklı şarkı söyleme tarzı, yeni albümde de belirgin. Ancak şarkıların temaları din odaklı değil, ayrıca Womack elektronik aletlerle artık çok daha uyumlu.
68 yaşındaki Womack’i, 50’yi aşkın yıldır R & B, soul, rock, doo-wop, country ve gospel türlerinde yayınladığı albümlerle tanıdık. Ergenlik çağına bile ulaşmadan önce beş kardeşiyle kurduğu The Valentinos’tan sonra, soul müziğin efsane sesi Sam Cooke’un gitaristi olarak adını duyduk. 70 ve 80’li yıllarda solo albümleriyle oldukça başarılı bir kariyeri oldu. 80’li yılların ikinci yarısından sonra sarsıntılı özel yaşamında madde bağımlılığı da giderek arttı ve 90’lı yıllarda müzik sahnesinde adı daha az anılır oldu.
Tedavi olup 1994’te çıkardığı “Resurrection” albümü ile yeniden yoluna devam etse de eski görkemli günleri geride kalmıştı. Ancak bu durum 2010’da değişti. Ne zaman ki müzik dünyasının dahi yeteneklerinden Damon Albarn onun elinden tuttu, Womack yeniden doğdu. Gorillaz grubunun “Plastic Beach” albümünde yer alan “Stylo” adlı şarkıda Mos Def ile birlikte söyledi Bobby Womack. Şarkının başarısı onun da bir anlamda yeniden yükselişi oldu.
Geçen yıl Gorillaz’ın turnesine katılıp sahneye çıktı. Ben de New York Madison Square Garden’daki konserde Womack’i canlı dinleme olanağı buldum ve 67 yaşında olağanüstü güçlü sesi ve mükemmel yorumuyla devasa mekanı tek başına inletişine tanık oldum. O anda Bobby Womack’in çok daha etkili bir şekilde yeniden müzik dünyasının gündemine oturacağını düşünmüştüm. Nitekim öyle de oldu. Damon Albarn, yanına İngiltere’nin en etkin plak şirketlerinden XL Recordings’in kurucusu Richard Russell’ı da alarak Bobby Womack’in yeni albümünü yapmak üzere kolları sıvadı. Böyle bir üçlüden vasat bir iş çıkmayacağı tahmin edilebilirdi ama doğrusu “The Bravest Man in the Universe”, öngörümün ötesinde bir kayıt.
Womack’i eski albümleri ya da bir önceki kaydı “Resurrection” ile hatırlıyor ve onlardan aldığınız tadı arıyorsanız, hemen söyleyeyim yeni albüm onlardan farklı. Öncelikle Womack’in bugüne kadar hiç kullanmadığı kadar çok elektronik ses var albümde. Albümün genelinde piyano ve klavyede yer alan Damon Albarn’a Richard Russell’ın sample’ları eşlik ediyor. Albümle aynı adı taşıyan “The Bravest Man in the Universe” trip-hop sınırlarında gezinirken, “Jubilee” alışılanın dışında R & B’den çok farklı ve elektronik hakimiyetinde.
Womack’in tek bir akustik gitarla seslendirdiği “Deep River”, Afrikalı-Amerikalıların geleneksel bir folk şarkısı. Bu şarkının akustik yapısının bozulmadan belirgin bir yalınlık içinde albüme konması, dikkat çekici olmuş. Bir diğer eski şarkı, Womack’in 1985’te country müzisyeni Jim Ford ile birlikte yazdığı “Whatever Happened to the Times”. Albarn ve Russell’ın katkısıyla yeniden düzenlenen bu şarkı, en güzel kayıtlardan birisi.
Geçen yıl “Video Games” adlı şarkısıyla hızlı bir çıkış yapan Lana Del Rey, albümde yer alan en şaşırtıcı ses. “Dayglo Reflection” adlı şarkı, Bobby Womack’i keşfeden isim olarak bilinen Sam Cooke’un röportajından kısa bir alıntıyla açılıyor. Ben, bugüne kadar Lana Del Rey etrafında kopan fırtınadan etkilenenler arasında değilim. Çok fazla abartıldığını düşünüyorum ve “Born to Die” albümünü genel olarak beğenmedim. Ancak Bobby Womack ile birlikte söylediği bu şarkıdaki performansını alkışlıyorum. Doğru prodüksiyon ve iyi bir yorumla güzel bir şarkı çıkmış ortaya. Ama bence ondan daha güzeli de var albümde. Malili şarkıcı Fatoumata Diawara ile Womack’in düeti “Nothin’ Can Save Ya”, içten melankolizmiyle diğerlerine fark atıyor.
Geçen sene kaybettiğimiz şair/müzisyen Gil Scott-Heron da unutulmamış albümde. Bir konserden 22 saniyelik kaydı sample alınarak, ünlü ozana saygı duruşunda bulunulmuş. Heron’un son albümü “I’m New Here”i XL Recordings’ten yayımlayan Russell’ın da bunda bir etkisi olsa gerek.
Toplam 37 dakikalık albümde beni hepsinden daha çok etkileyen şarkı “If There Wasn’t Something There” oldu. Basların baskın kullanıldığı güçlü melodisinin insanı hemen yakalaması ve çok akılda kalıcı olmasının yanında, hem mutluluk hem de hüzün yansıtan yanını sevdim. Womack eğer sağlık sorunlarını aşıp hastaneden çıkarsa, belki iptal ettiği turnesini gerçekleştirir diye umuyorum. O muhteşem sesi bu şarkıyı söylerken canlı dinlemeyi çok isterim.
Başta da yazdığım gibi, Womack için yeni bir sound var bu albümde. Ama bilen bilir; yenilikleri denemeyi sever, müzikte açık görüşlüdür o. Albüm için “Albarn ve Russell bana benden daha çok inandılar ve kendime olan güvenimi yeniden bulmama yardım ettiler” diyor. Şarkıları dinlediğinizde gerçekten kolektif bir çalışmanın ipuçlarını buluyorsunuz. Belli ki kayıt sırasında stüdyoda çok eğlenmişler; tınılara yansımış alınan keyif. Belki hemfikir olmayabilirsiniz ama Womack albümü “Bugüne kadar yaptığım en iyi iş” diye anlatıyor. Bana göreyse yılın en iyi albümlerinden birisi. Womack’in “Stylo”da elektronikle buluşmasını sevmiştim; bunu daha çok sevdim.
-