© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 29 Temmuz 2012
Müzik dünyasında sadece fiziki görüntüleriyle, cinsiyetlerini öne çıkararak var olanlara yönelik olarak söylediğim bir söz var: Bence onların hepsi “I Wanna Be Patti Smith” diye şarkı yazsın. Bunu diyorum; çünkü onların aksine yıllardır sadece sanatını konuşturarak var oldu o. 1970’lerde punk rock sahnesinin en etkili müzisyenlerinden biriydi ve aradan geçen yıllar onu hiç değiştirmedi. “Değişmeyen tek şey değişimdir” şeklinde bir kural olsa da, bu hayatta değişmediği için o kuralı da değiştiren müzisyenler var. Onlardan birisi Patti Smith. Değişmek bazen olumlu olduğu gibi bazen de olumsuzdur; değişenin ne olduğuna bağlıdır bu. Patti Smith'in değişmemesi, müzik dünyasının dayatmalarına direnmesi hayran olunacak bir durumdur. O, 1975’te ilk albümü “Horses”ı çıkardığında neyse bugün de o; yine müziğine en samimi duygularını yansıtan, dürüst, rol yapmayan, derin bir kadın, yetenekli bir şair, duyarlı bir gözlemci.
Aslında haziran ayında çıkan 11. stüdyo albümü “Banga”yı yazmakta geciktim ama kendimi hazır hissedene kadar dinleyip iyice sindirmek istedim. Patti Smith albümlerini ilk dinlendiğimde hemen yorumlayamıyorum. Özellikle sözlerini doğru anlamlandırmak gereğini hissediyorum. O her bir satırı şair duyarlılığıyla kaleme alıyor; o nedenle dinleyici olarak aynı özeni göstermek gerekiyor.
Bu kez gitarist / prodüktör Lenny Kaye başta olmak üzere emektar grubuyla birlikte oğlu Jackson, kızı Jessie, Television’dan Tom Verlaine ve Johhny Depp de albüme katkı yapanlar arasında. Banga'da prodüksiyon dokunuşlarını biraz daha azaltıp, sesinin yalın çarpıcılığını öne çıkarmış Patti Smith. Yine kendi idealleri doğrultusunda yine aynı tutkuyla yazmış. Sadece kendi özel çevresinde olanlara değil, bir sanatçı sorumluluğuyla dünyada olup bitenlere de bakmış. Albümde arkadaşı Johnny Depp’in yaşgünü vesilesiyle yazdığı country rock’a kayan “Nine” ve Amy Winehouse’un ölümü sonrasındaki üzüntüsünü yansıtan balad “This is the Gir”ün yanında, Japonya’daki depremi dert edinen “Fuji-san” ile sanatçının toplumdaki rolünü ve insanoğlunun doğa ile ilişkisini sorgulayan 10 dakikalık bir manifesto niteliğindeki “Constantine’s Dream” en dikkat çekici şarkılar.
Ayrıca her zaman olduğu gibi bu defa da Smith’i edebiyat ve sanat dünyasından etkileyen ünlü isimler var. Oyuncu Maria Schnedier (Maria), Rus yazar Bulgakov (Banga), Gogol (April Fool), Tarkovsky (Tarkovsky /The Second Stop Is Jupiter) şarkıların ardındaki esin kaynakları. 1497’de keşif gezisi sırasında düşlediği Amerigo Vespucci ise albümün açılış şarkısı “Amerigo”ya fikir yaratan kaynak.
Albümün kapanış şarkısı “After the Gold Rush”ın arkasındaki müzisyen Neil Young. Daha önce başka cover’ları da yapıldı bu şarkının. Patti Smith’inki abartısız ve çok içten; dinlerken sanki elinde gitarıyla bir kafede çalıp söyleyen ama henüz tanınmayan bir müzisyenin yakınlığını hissettirdi bana. Bir dinleyici olarak beni albümün sonunda da o duyguyla bıraktı.
Temalar gibi sound olarak da yaygın bir paleti var albümün. Country, rock, blues, pop, R & B gibi farklı türlerin yönlendirdiği şarkılar, “Banga”nın sadece şarkı sözleri ve esin kaynakları açısından değil, sound açısından da zenginliğini ortaya koyuyor. Belki Patti Smith’in daha önceki albümlerinden farklı değil; o nedenle aynı tarzda albümleri yaptığı için eleştirenler olabilir. Ama kabul edilsin ki o yaptığı şeyi çok iyi yapıyor. Ayrıca “Banga”, Smith’in bulunduğu noktada ne kadar sağlam durduğunu göstermesi açısından da çok etkileyici. Sahneyi panayır yerine çeviren, sürekli bedenlerini sergileyip ilgi çekenlerin yanında onun yeri daha da belirginleşiyor. 65 yaşında hem berrak bir sese, hem de güçlü bir duruşa sahip o.
(Aşağıdaki videoda Patti Smith, Banga'yı kendisi anlatıyor. Arka arkaya 8 kısa video var aslında ve biri bitince diğeri başlıyor ama bazılarının gösterimi sınırlanmış...)