Bana göre sonbaharın en güzel belirtilerinden birisi yağmursa, diğeri kapalı salon konserlerinin başlaması. İstanbul’da uzun yıllardır her sonbaharda bu sezonun geldiğini müjdeleyen ise, yaz sonrası yeniden Babylon’a ayak bastığımız gün.
Bu yıl da tekrarlandı bu ritüel.
Bu defa açılışı, Türkiye’de çok sevilen alternatif folk-pop gruplarından Kings of Convenience (KOC) ile yaptı Babylon. Nisan ayında grubun iki üyesinden birisi Eirik Glambek Bøe’nin rahatsızlığı yüzünden İstanbul konseri ertelenince, diğer üye Erlend Øye solo bir konser vererek hayal kırıklığını gidermeye çalışmıştı. Ama onunla kalmadılar; sonuncusunu dün akşam verdikleri üç konserle İstanbul’a yeniden merhaba dediler.
Çarşamba akşamı gerçekleşen ilk konserde iki Norveçli müzisyen, sapa sağlam ve oldukça neşeli bir halde akustik gitarlarıyla karşımızdaydı. 2009 albümleri "Declaration of Dependence"dan “My Ship Isn’t Pretty” adlı şarkılarını çalmaya başladıklarında, uyarılara karşın yine cep telefonları ve fotoğraf makinelerinin flaşları arka arkaya patlamaya başladı.
Geçen konserde Erlend, bu konudaki hassasiyetini açıkça belirtmişti ama dinleyici bir kez daha uyarılmak istedi. Şarkı arasında “Şimdi fotoğraf çekebilirsiniz” diyerek poz verdiklerinde, iş yine pişkinliğe vuruldu, gülüşmeler oldu. Aynı tepki, “Tamam, şimdi konuşabilirsiniz” dediklerinde de gösterildi.
Ama bunun dışında konserin genelinde “Sessiz Konser” konseptine daha uyumluydu dinleyici kitlesi; müziğe odaklanıp keyif alanlar çoğunluktaydı. Babylon’un bu tür konserlerde içki satışını yandaki Lounge kısmında yapmasının da buna katkıda bulunduğu açık.
İkili, "I Don't Know What I Can Save You From", “Me in You”, “24-25”, “Failure”, “Homesick”, "Misread" adlı şarkıları arka arkaya seslendirirken Eirik bir ara, İstanbul’u çok sevdiklerini, sokakta büyük bir enerji olduğunu söyledi. O sırada Babylon’daki bazı konserlerin İstiklal Caddesi’ndeki devinimi salona yansıtırken, bazılarınınsa tersine gürültüden ve kalabalıktan kaçış için ayrı bir atmosfer fırsatı sunduğunu düşündüm. KOC konseri de dinginliği ve huzuru taşıdı kalbimize.
Dinleyicilerin konser boyunca en çok eşlik ettiği şarkı, Feist'ın vokali kaydedilen “Know How” oldu. Benim en sevdiğim anlar ise, “Brave New World” sırasında yağmurun karanlığa bağlanışını salonda adeta canlandırıp, şarkının bir bölümünü bütün ışıkları kapattırarak söyledikleri anlardı. “Dışarıdaki kalabalıktan ve suçlayıcı düşüncelerden kaçabilir misin?” diye soruyordu şarkı. Biz konser boyunca bir süre Babylon’a sığınıp kurtulduk o itiş kakışdan.
Sonra baktık birden “I’d Rather Dance with You” ile hareketlendi grup. Konserin ardından DJ’lik yapacaklardı ve belli ki ortamı hazırlıyorlardı. Fakat bis yapmadan bırakmadık onları. Thirteen’in “Big Star” cover’ından sonra, “Rule My World” adlı şarkılarına Norveçli müzisyen Velferd’in yaptığı remiksin üzerine çalıp, dinleyicileri dans ettirerek bitirdiler konseri.
Gittiğim en keyifli konserlerden biriydi; İstiklal Caddesi’ne çıkınca etkisi bozulmasın diye kalabalığın içinden her zamankinden daha hızlı yürüyerek geçtim.
Ambient house türünün yaratıcısı The Orb ile reggae/dub müziğinin en etkili seslerinden Lee “Scratch” Perry, bir araya gelirse ne olur? Çok farklı türlerin temsilcisi bu iki ismin buluşması, yılın en merak uyandıran işbirliklerinden biriydi.
Aslında The Orb da, Perry de yıllardır değişik müzisyenlerle yaptıkları çalışmalarla bilinir ama onları aynı projede görmek ayrı bir heyecan nedeni.
The Orb’dan son haberi geçen yıl çıkan “C Batter C” adlı albümle almıştık. Bu yılın başlarında uzun zamandır akıllarında olan bir çalışmayı hayata geçirdiklerini duyduk. The Orb’un kurucu üyesi Alex Paterson ile Thomas Fehlmann’ın 2004’ten beri üzerinde düşündükleri bu albüm için Perry ile buluşmadan önce bazı fikirleri varmış ancak 8 yıl sonra Reggae efsanesini Berlin’de bir stüdyoya sokabildiklerinde o fikirlerin bir kısmını rafa kaldırmışlar. Lee “Scratch” Perry gibi bir müzisyenin içinde yer aldığı herhangi bir işe kendi izini bırakmaması söz konusu olamaz. The Orb’la yaptığı albüm için de girmiş stüdyoya bir öğleden sonra 4 şarkının vokallerini kaydedip çıkmış. Bununla da kalmamış; dub ritimleri ile sound konusunda önerilerde bulunmuş ve belli ki albümü şekillendiren ana unsur onun vokalleri olmuş.
Bu durumda ambient house tınılarının geri planda kaldığı düşünülebilir. Nitekim şarkıların baskın soundunu dub belirliyor. Ancak The Orb’un böyle bir konsept için çok akıllıca bir ses tasarımı gerçekleştirmiş; minimal house vuruşları da kaybolmamış, çok yerli yerinde kullanılmış. Sonuç olarak The Orb deneysel elektronika için yine farklı ve yaratıcı bir albüme imza atmış. Lee “Scratch” Perry, kendi emprovize vokal tarzından ödün vermemiş ama ambient house - dub bütünleşmesi açısından da bir yenilik.
Albümün adı da, nasıl bir düşünce evreninin etkisiyle yaratıldığını ortaya koyması bakımından bir fikir veriyor. The Orb’un bilimsel temalarla yakın ilgisi zaten bugüne kadar kanıtlanmış durumda. Alex Paterson'ın söylediğine göre, yeni albümün adı, The Orb sunucusunun (server) yıldız evinde yeni ritim arayışını anlatıyor. “90’ların Pink Floyd’u” diye anılan bir grup için yine çok uygun bir ifade bulunmuş.
11 şarkılık albümde beni en çok heyecanlandıranlardan birisi, The Orb klasiği “Little Fluffy Clouds”un yeniden kaydedilen ve bence artık farklı bir kimlik kazanan yeni hali. “Golden Clouds” adını alan şarkı, bildiğimiz yeniden düzenleme kavramının ötesinde, başka bir sound kazanmış. Orijinalinin aksine bu defa bir kadının “Gençliğinizde gökyüzü nasıldı?” sorusuyla başlayan şarkıda Perry, “I funk out the funk / I cast out the punk / I cast out the drunk / Funky funk and junky junk” şeklinde net bir anlamı olmayan sözleri sıralayarak kendi yanıtını veriyor. Kendi şarkılarını sample’layarak yeni bir şarkı yaratmış The Orb elemanları.
Karanlık bir havası olan “Go Down Evil”, ilgimi çeken bir diğer şarkı. Perry’nin bilinç üzerine söylediklerinin şarkının ritmik yapısıyla kurduğu uyum ilk notalardan yakalıyor insanı. Genel olarak reggae, dub, funk türlerinin şekillendirdiği albüm, eğlenceli ve çok keyifli; ama “Mükemmel bir aşka ihtiyacım var” sözleriyle sona eren bu gizemli atmosfer beni daha çok cezbetti.
Klasik reggae şarkılarından “Police and Thieves”in The Orb’lu yeni versiyonu da özel ilgiye değenler arasında. Jamaikalı reggae şarkıcısı Junior Murvin, bu şarkısını Lee “Scratch” Perry’nin prodüktörlüğünde 1976 yılında kaydetmişti. Ertesi yıl, The Clash’ın punk/reggae versiyonu, ilk albümlerinde yer almıştı. Lee “Scratch” Perry, 36 yıllık şarkıyı yeniden yorumlarken, Junior Murvin’in falsettosu yerine hafif çatallı sesinin getirdiği fark dikkat çekici ama onun dışında şarkı reggae’den daha çok basın vurgulandığı dub/elektronika karakteri kazanmış.
Altyapıdaki reggae/dub ağırlığı bazı The Orb hayranlarını ilk anda soğutabilir ama dinlendikçe yeni sesler keşfedilen, özgün bir içerik sunuyor The Orbserver in the Star House. Albümün tümünü Souncloud üzerinden dinleyebilirsiniz: The Orb & Lee Scratch Perry - The Orbserver In The Starhouse
Cuma akşamı Kuruçeşme Arena’ya bu yıl ilk kez gittim. Ta Güneybatı Amerika’dan, New Mexico’dan çıkıp Balkan müziklerini dünyaya taşıyan Beirut’un konseri vardı.
2007’de Radar Live festivali için Türkiye’ye ilk geldiklerinde Kilyos’ta izlemiş, grubun önderi 21 yaşındaki Zach Condon’un içten tavırlarıyla desteklediği sıcak müziğini beğeniyle dinlemiştik.
Aradan geçen beş yılda o biraz daha olgunlaştı, biraz kilo aldı, ünü arttı ama içten tavırlarıyla sıcak müziğini hiç kaybetmedi. Beş yıl önce festivalde akşamüstü bir saatte az sayıda izleyiciye çalmışlardı ama bu defa durum farklıydı. Yaptıkları albümlerle dünya çapında başarı sağlamış, kendini kanıtlamış, şarkıları dilden dile dolaşan bir grup artık Beirut.
Kuruçeşme’deki konserin biletleri üç hafta önce tamamen tükenmiş, yaklaşık 10 bin kişi toplanmıştı mekana. Türkiye’de o kadar çok hayranlarının olmasına şaşıranlar vardı. Ama sonuçta ben, konser sırasında izleyicinin önemli bir bölümünün hayran değil, müziksever bile olmadığına bir kez daha tanık oldum. Çünkü iki saat susup müzik dinleyemeyen, sürekli yemek yiyip konuşanlar, azımsanmayacak kadar fazlaydı.
İnsan bir grubun ya da müzisyenin hayranı olmasa da konsere gidebilir elbette ama müziği dinlemiyorsa sadece konserde boy gösterdiği için müziksever olduğunu söylemek olanaklı değildir. Son zamanlarda konserlerin sadece sosyalleşme ve ortamlarda görünme amacına hizmet etmesinin ardında, şirket sponsorluğunda düzenlenen bu etkinliklerde müzikle ilgisi olmayan kişilere bol sayıda davetiye dağıtılması ve aşırı pahalı biletlerin ancak belli bir kesim tarafından alınabiliyor olması gibi etkenler de var.
Kuruçeşme Arena’da ses sorunları bulunduğu, akustiğin ve zeminin konserlere uygun olmadığı zaten biliniyor. Bir de üzerine arkalarda kaldığınızda, sadece öndekilerin ensesini gördüğünüz gerçeği eklenirse, konserlerin nasıl zorlu olabileceği açık. Ben de Beirut’u dinlemek amacıyla gittiğim konserin ilk bir saatini sahneyi görebileceğim bir yer aramakla geçirdim. Sonunda güvenlik görevlilerinin kabalıklarına maruz kalınca, organizasyon yetkililerinden yardım istedim. Ama sanılmasın ki herkes için durum böyleydi; Turkcell davetlileri ve en pahalı biletleri alıp tribünlerde oturanlar rahattı.
Geri kalan zamanda gördüğüm kadarıyla Zach Condon ve beş kişilik ekibinin performansı doyurucuydu. Türkiye’deki müziğe kendilerini yakın bulduklarını, İstanbul’u sevdiklerini söylediler; seyirci de onların müziğini seviyor. 2007’de yaptığım röportajda, Batı müziğinde aradığı duyguyu bulamadığını; Doğu’ya yönelme nedeninin, Balkan müziğinin içerdiği coşku ve farklı enstrümantasyon olduğunu söylemişti genç müzisyen. Bu nedenle akordeon, trompet, saksafon, ukulele, kontrbas ve bateriden oluşan enstrümanlarla bu coğrafyaya çok hitap eden melodik ve romantik bir müzik yapıyor Beirut. Şarkı sözlerinde melankolizm olsa da, Condon’un dingin sesi olumlu bir duygu yaratıyor.
İki saatlik konserde izleyicilerin “The Shrew”, “Elephant Gun”, “After the Curtain”, "The Rip Tide", “Mount Wroclai (Idle Days)” ve “My Night with the Prostitute from Marseille” gibi şarkılara eşlik etmesi sanırım grubu da şaşırttı. Israrlı alkışlar sonucunda iki kere bis yaparak, sahneden uzun süredir turnede olmanın yorgunluğuyla ama mutlu ayrıldılar.
Bu hafta New York’ta izlediğim konserler içinde özellikle ikisi beni çok etkiledi. Birisi daha önceden adını duyduğum ama müzikleriyle fazla haşır neşir olmadığım The Psychic Paramount, diğeri de ilk albümlerinden bu yana yakından izlediğim ve çok beğendiğim Future Islands.
The Psychic Paramount’u izlemem tamamen güzel bir tesadüf oldu. The Jesus and Mary Chain konseri için bilet almıştım ama ön grup hakkında bilgim yoktu. Irving Plaza’daki gecenin açılışını The Vandelles yaptı. Onların arkasından sahneyi ve tüm salonu sis makinesinden çıkan dumanlar doldurdu. Birçok konserde yapılan bir uygulama bu, fakat bugüne kadar o derece yoğun kullanıldığına tanık olmamıştım. Yanımdaki insanın yüzünü göremez haldeydim dersem belki bir fikir verir. Sanırım en önde olduğumdan bütün dumanı da yuttum. Herkes ne oluyor, neden böyle göz gözü göremez bir ortam yaratıldı diye düşünürken birden müzik başladı. Sahneye iki gitarist ve bir bateristin çıkışını silüetlerinden anladık. Hiçbir şey demeden daha ilk dakikada farklı bir konser olacağının işaretini verdiler. Hiç vokal yoktu. Alışılmış şekilde bir süre sonra şarkının bitmesini bekleyen dinleyiciler tam anlamıyla afallamıştı; şarkı bitmiyor, uzadıkça uzuyordu. 45 dakika boyunca aralıksız süren bir set şeklinde çalıp sonunda hiçbir şey demeden ayrıldıklarında herkes birbirine “Bu neydi?” diye soruyordu.
Tanık olduğumuz New York’un noise rock üçlüsü The Psychic Paramount’un efsane performanslarından biriydi. Müziği bir tutku olarak gören, Amerika’da yaşamanın tek yolunun müzik tutkusunu bir aydınlanma aracı olarak kullanmaktan geçtiğine inananan bir grup bu. Bugünün indie rock dünyasını sürekli yakınmaları dile getiren içi boş bir dünya olarak görüyor ve orada yer almak istemiyorlar. Onların yapmak istediği, hissettiklerini doğrudan enstrümana söyletmek ve bunu da çok iyi başarıyorlar.
Konserin başlangıcından bitimine kadar yüzlerini görmesem de, sadece arada bir ışık değişirken gölge şeklinde silüetlerini seçebilsem de, bir dinleyici olarak hisleri tamamen bana da geçti. Bugünün steril müzik dünyasının çok dışında, başka bir yere sürükledi beni The Psychic Paramount.
Onların açısından konserin nasıl olduğunu da biliyorum. Çünkü bunun özel olarak belli bir kişiyle değil ama genel olarak biriyle düşünsel anlamda seks yapmak gibi olduğunu söylemişti gitarist Drew St. Ivany. Kendileri o müziği icra ederek bu duyguyu yaşarken aynısını da dinleyiciye aktarıyorlar. Günümüzde az sayıda grupta var olan bir meydan okuma var tavırlarında. Sahneyi dumana boğup hiç gözükmemek de belli ki bu amaç doğrultusunda tercih edilen bir yol. Dinleyicinin bütünüyle kendi düşüncelerine odaklanması açısından çok etkili olduğunu söyleyebilirim. Ancak birçok kişinin de ne olup bittiğini tam idrak edemediğini, sahnede izleyecek bir şey olmayınca nereye bakıp nasıl duracağını da tam kestiremediğini gözlemledim. Müzikle alışılagelmiş görselliğin bağını koparınca dinleyicinin sadece müziğe odaklanması kolaylaştırılıyordu aslında. O gece müziğin içine girebilen herkes bunu çok yoğun yaşadı ama garipseyenler de oldu.
The Psychic Paramount’u canlı dinlemek, sahnedeki görsellik ile müziğin algılanışı arasındaki ilişki hakkında epey kafa yoran biri olarak benim açımdan sıradışı bir deneyimdi. Bu konuda düşüncelerime yeni bir boyut katmış oldu konser. (Aşağıda paylaştığım videoda benim anlattığım ortam yok; görülebiliyor müzisyenler ama müzikleri hakkında fikir vermesi için yer verdim.)
FUTURE ISLANDS: EN TUTKULU VOKALİST
Yazının başında sözünü ettiğim ikinci konser Future Islands’a gelince, o da bugüne kadar gördüğüm çok sayıda performans içinde unutulmazlar arasına girdi. Uzun zamandır konserini yakalamak için çaba sarfettiğim bu Baltimorelu grubu, Webster Hall konserinde izleme olanağı buldum. Bağlı oldukları plak şirketi Thrill Jockey’in 20. kuruluş yıldönümünü kutlamak için düzenlenen gecede Matmos, Tortoise, Liturgy’nin yanı sıra Future Islands da sahneye çıktı.
Hani bütün başarısını vokaliste borçlu olan gruplar vardır; o olmasa grubun biteceğini bilirsiniz. Future Islands da onlardan birisi. Vokalist Sam Herring gitse yerine yine sesi güzel bir vokalist bulsalar o iş yürümez. Çünkü Sam Herring’deki tutku çok az sayıda müzisyende var. Bedeniyle, aklıyla, ruhuyla, tüm benliğiyle kendini müziğe adamış ve konserlerde neyi varsa onu ortaya koyan bir vokalist. O sadece şarkı söylemiyor, her yerinden terler boşalırken çılgınca dans ediyor, şarkı sözlerinin yarattığı duyguyu boyun damarları fırlarcasına hissedip onu aynı güçle ses tonuna yansıtıyor, dinleyicilerin tek tek gözlerinin içine bakıp onlarla şarkı sözleri aracılığıyla direkt diyalog kuruyor, göğsüne vura vura söylüyor şarkıları. Bunları yapan başka müzisyenler de var elbette ama ben bu kadar etkili olanını görmedim.
Grubun diğer iki üyesi sakin sakin enstrümanlarını çalarken Sam Herring’in kendini yıpratırcasına dağıtması da ayrı bir tezat. The Psyhic Paramount’un aksine Future Islands’ın müziği sunuşu, sahnede gördüklerimizle çok ilgili. Ama şu ayrıntıyı gözden kaçırmamak gerek: Etrafta video ekranlar, yanan, patlayan birtakım dekorlar ya da dansçılar yok. Sam Herring, şarkının yansıttığı duygunun vücut bulduğu bir yansıtıcı ekran gibi. Onu şarkı söylerken görüp peşine takılmamak olanaklı değil; daha ilk şarkıdan yakalıyor yakanızdan, çekiyor sizi sahneye. Fiziksel olarak sahnede olup olmamanız önemli değil, ruhunuz sahnede onunla “Bir aşkı unutmak pişmanlıktır” diye bağırıyor.
Future Islands ve The Psychic Paramount konserlerini klasik konser değerlendirmesinin dışında müziğin sunuluşu açısından ele almak istedim. Aralarındaki farklar ve o farklardan yola çıkarak varılan ortak yer ilginçti. O yer, bazen sancılı, bazen zevkin doruklarında dolaşarak ama daima engelenemeyen bir tutkuyla ulaşılan bir nokta. Bunu yaşattıkları için bu grupların değeri büyük. İster fiziksel olarak görünsünler ister sisler arasında kaybolsunlar, müziğin içinizde kavurucu bir ateş yakmasını sağlayan gruplara selam olsun.
New York'tan İstanbul'a dönmeme bir gün kala izleyeceğim bütün konserleri artık geride bırakmış olarak, hiçbir yere koşuşturmadan dinlenerek bir gün geçirme kararı almıştım. Akşama da bir arkadaşımla yemek planı yapmıştık ama New York saatiyle öğlene doğru Twitter üzerinden Duygu Ateş'ten (@duyguates) bir ileti geldi. Gönderdiği linkteki haber, Erased Tapes Records'ın o akşam 7'de düzenlediği konserde Nils Frahms'ın çalacağını bildiriyordu.
Bir an gerçek mi diye inanamadım. Çünkü nereye gidersem gideyim her zaman ilk işim bulunduğum yerdeki konserleri kontrol etmek olur; o akşam öyle bir konser olduğunu duymadığıma şaşırdım. Hemen internet üzerinden bilet almaya çalıştım ama satış bitmişti. Kapıda bilet bulurum ümidiyle konserin yapılacağı kiliseye erken gitmeye karar verdim ve bu arada akşam yemeğini iptal ettim. Aynı zamanda Twitter üzerinden Erased Tapes Records'ın PR işlerini yapan Sofia'ya ulaştım. Beni bilet bulabileceğim kişiye yönlendirdi ve o sayede Aaron'da fazla bir bilet olduğunu öğrendim.
Kiliseye gittiğimde henüz erkendi. Baktım içerden piyano sesi geliyor, salona doğru ilerleyince Nils Frahm'ın soundcheck yaptığını gördüm. Mekana daha sonra tekrar gittiğimde Aaron ile buluştuk; sonradan ortaya çıktı ki, organizasyonda görevliymiş ve kendisinin davetli listesindeki +1'ini bana satmış. Yine de normalden az bir ücret aldı benden, hakkını yemeyelim. Ben fazla istese de vermeye gönüllüydüm zaten.
Biz davetli olarak içeri erken alınınca, kilisenin üst katında içki içebileceğimiz bir salona alındık. Dini resimler arasında kadehler tokuşurken ilginç bir ortam oluştu. Konser vakti gelince alt kata inip yerimizi aldık. Önce sahneye Arcade Fire grubundan Sarah Neufeld geldi; bir süredir yaptığı solo kayıtlarından parçalar çaldı. Arkamdaki sırada oturan Nils Frahm da onu bizimle birlikte dinliyordu. Sarah Neufeld'in kemana hakimiyetinin o boyutta olduğunu bilmiyordum. Kilisenin karanlık ve sessiz atmosferiyle çok örtüşen, yoğun duygusallık içeren bir müzikti dinlediğimiz.
Sonra beraber çalmak için sahneye Nils Frahm'ı davet etti. İkisinin birlikte yorumladığı parçalardan birini aşağıdaki videoya kaydettim. Son derece uyumlu bir ikili olmuş Sarah ile Nils.
Sahne tek başına Nils'e kalınca yine her zamanki gibi tarifsiz bir saflık ve güzellikte müzik doldurdu kiliseyi. Piyanodan çıkan notalar su gibi akıyor o çalarken, yer kayıyor, gözünüzü kapadığınızda bambaşka bir evrene gidiyorsunuz. Zamanı ve mekanı aşan müzikler diyorum ben bu türe. Belki her insan kendi sevdiği müziği öyle tanımlayabilir ama Nils Frahm'ın piyanosunu dinledikten sonra onun farkı ortaya çıkıyor; kalbe tam hedef noktasından giriyor onun müziği.
Parmağını bir süre önce kırdığı için doktora gitmiş Nils Frahm. Doktoru o parmakla çalmasının dramaya neden olabileceğini söylemiş ama o, "Öyleyse biraz duyalım şu dramayı" diyerek oturdu piyanonun başına. Müziğin güzelliği karşısında benim gözlerimden akan yaşlar yeterince dramatik bir görüntü oluşturuyordu herhalde ama karanlıkta kimse görmedi sanırım.
Nils Frahm'ı bu yıl Roskilde festivalinde de dinlemiş ve aynı şekilde çok etkilenmiştim. Kanımca günümüzde modern klasikçilerin en yetenekli müzisyenlerinden birisi o. Bu genç yaşında öylesine çok boyutlu ve dokunaklı bir müziği nasıl yapıyor bilemiyorum ama beni çok etkilediği kesin.
Verilen arada yanına gidip albüm imzalatırken bu duygularımı da aktardım kendisine. İki elini çenesinin altında birleştirip şükran ifadesinde bulundu ve "You are so passionate about music!" dedi. Müzik yazarı olduğumu ve kendisini heyecanla gelecek ay İstanbul'a beklediğimizi anlatınca, orada görüşürüz dedi.
Konser sırasında henüz isim vermediği yaklaşık 20 dakikalık yeni bir kaydı da çaldı. Bu arada aklınızda olsun, bu isimsiz şarkı için isim önerilerini de topluyormuş. O şarkının da yaklaşık 15 dakikalık kısmını videoya çektim.
Benim için son derece güzel, unutulmaz bir akşam oldu. Duygu Ateş'e haber verdiği için tekrar teşekkür ederim. Nils Frahm'ın müziğini ben anlatmayayım; albümlerini dinleyin, konserlerine gidin ve bizzat yaşayın o müziği. Bu gece o kilisede olan herkes konserin sonunda ayakta alkışladı Nils Frahm'ı; alkışlar susmayınca o da sandalyenin üzerine çıkıp bizi alkışladı. Gelecek ay Salon'da olağanüstü yeteneğinin yanında çok sempatik, alçakgönüllü ve esprili bir müzisyeni dinleyeceğiz.
Alternatif müzik dünyasının son yıllarda dikkati çeken yeteneklerinden birisi Ariel Pink; deli mi yoksa gerçek bir dahi mi olduğu tartışılan sıradışı bir isim. Konserlerindeki alışılmadık tavırları nedeniyle canlı performanslarının ünü pek iyi değil ama 34 yaşındaki Los Angeleslı müzisyen, bugüne kadar kendi evinde yaptığı kayıtlarla başladığı kariyerinde epey yol kat etti. Aralık ayında yeni albümü “Mature Themes”in turnesi kapsamında yolu İstanbul’da Babylon’a da düşecek. O Türkiye’ye gelmeden ben onu New York’ta izleme olanağı buldum.
Saykedelik pop, noise pop, freak folk başta olmak üzere birçok müzik türünü birbirine geçiren lo-fi kayıtlarıyla tanıyoruz Ariel Pink’i. Doğal olarak konserde de bu tür bir çeşitliliği bekliyordum ama albümlerinden çok daha sert çalacaklarını tahmin etmemiştim. Hem tuşlu çalgı hem de gitar çalan iki müzisyene ek olarak, bir gitarist ve davulcu ile beş kişiden oluşan ekibiyle Ariel Pink’s Haunted Graffiti, Webster Hall’da 90 dakikalık bir glam rock / progresif rock şovu gerçekleştirdi. Konserden öte görsel yanı da ön plana çıkarılan, zaman zaman teatral bir havaya bürünen, epey yüksek sesli ve çok enerjik bir şovdu izlediğim.
Ariel Pink, pembe renge boyanmış saçları ve yüzündeki koyu makyajıyla da glam rock dönemini hatırlattı ama işin ilginç yanı, bu görüntüyle tamamen zıtlık içerecek şekilde pantolon ve kareli gömlekten oluşan son derece sıradan bir kıyafeti vardı.
The Beatles’ın “Love Me Do” adlı şarkısına yaptıkları bir cover’la açtı şovunu. Ağırlığı “Mature Themes”den olmak üzere şarkılarını arka arkaya seslendirirken sanki sahnede değil, evinde kendi kendine eğleniyormuş kadar rahattı. Konser boyunca sahnede gözüken, şişman, sakallı ve üzerinde ayılı bir pijama altı olan yaşlı bir adamla sürekli şakalaştı, aletlerden çıkan sesleri bozup ajite etti, elinde birasıyla dinleyicilerin üzerine atladı ve mikrofonu ağzının içine sokup ısırmaya çalıştı.
Arkadaki ekranı kapak kızlarının ve ünlü oyuncuların fotoğrafları kaplarken, saykedelik etkiyi iyice yoğunlaştıran renk ve desen karışımları da kullanılmıştı. G noktasından söz ettiği şarkısında vajinayı andıran görüntüler kapladı ekranı. O sırada orgazmı hatırlatan çığlıklarla eşlik etti görüntülere.
Ama sahnedeki kargaşaya rağmen, gözlerindeki delice bakışları ve ufak çılgınlıkları saymazsak, konserde daha önce anlatılanlar kadar kendini dağıtmadı Ariel; tamamen kendisiyle ilgiliydi, arada bir kuvvetli çığlıklar atması ise iyi oldu. Çünkü çoğu zaman sert gitarlar vokali boğuyordu ve kaotik ortamda ne dediği anlaşılmıyordu.
Şovdan sonra kararımı verdim: Bana göre Ariel Pink, delilik ile dahilik arasında bir yerde; sahnede gördüğüm karakter, albümlerinde de izini bulduğum biraz kaçık ama çok yaratıcı bir müzisyen.
Son on yıldır yaptığı lo-fi ev kayıtlarıyla tanınan ve dehasını kanıtlayan bir müzisyen birden müzik dünyasının belli başlı plak şirketlerinden biriyle anlaşırsa ne olur? Daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlayabilir, maddi açıdan rahatlık verebilir ama acaba müziğini ne yönde etkiler? Bu sorularda söz konusu taraflar Ariel Pink ve 4AD. O nedenle tipik bir durum değil bu. Ariel Pink, Los Angeles’ta kendi evinde kendi müziğini yazıp neredeyse tamamını kendisi çalan, sıradışı, hafif kaçık, dışardan bakıldığında pek de tekin olduğu izlenimini vermeyen, her an beklenmedik bir şey yapacakmış gibi duran ve bu özelliklerini müziğine de aynen yansıtan çok yetenekli bir müzisyen. 4AD ise, bugüne kadar müzk dünyasına kazandırdığı çok sayıda iyi müzisyen / grup ve albümle takdir kazanmış bağımsız bir plak şirketi.
Ariel Pink’in kariyerinde bir dönüm noktası yaratan bu işbirliğinin ilk sonucu 2010’da çıkan “Before Today” olmuştu. Ariel Pink’in Haunted Graffiti serisinden yayımlanan önceki albümleri, Animal Collective’in plak şirketi Paw Tracks’ten çıkmış ve bu şekilde sesini daha gür duyurabilmişti. 4AD’nin hayatına girişiyle önünde hiçbir engel kalmadı; dünya medyası artık pür dikkat şarkılarını dinliyordu. “Mature Themes”in basın bülteninde, “Before Today”in, 10 yıldır merak uyandırıcı bir şekilde belden aşağı esprilerle dolu bir müzik yapan Ariel için sonunda tutarlı bir forma girdiğinin işareti olduğu söylenip, “Mature Themes” ile çıtayı daha da yükseltti deniyor.
Bir röportajında, ev kayıtlarından bir stüdyoda kaydedilen albüme geçişin kendisi için her şeyi değiştirdiğini kabul ediyor. “Artık yataktan kalkıp gidip şarkı kaydetmiyordum. Stüdyo sadece mekan değişikliği demek değildi; artık bir grup ve prodüktör vardı diyor.”
Yanlış anlaşılmasın Ariel Pink plak şirketi değişti diye müziği de tamamen farklı bir rotaya girmedi; o yine tuhaf, yine aklına geleni eğip bükmeden söylüyor. Sadece belli ki artık eskisi gibi sabah yataktan kalktığı anda aklına geleni olduğu gibi kaydetmiyor. Bu anlamda eski albümlerinde yakaladığı içtenliği yitirdiğini söyleyenler var. Ben ne olursa olsun, Ariel’in o şekilde uysallaşabileceğini düşünmüyorum. Belki kayıt yöntemleri değişti ama onun aklından geçenler aynı. Ne kadar “Mature Themes” denilerek ironi yapılsa da o hala G-noktasından, ölümüne yapılan oral seksten söz ediyor.
Albümde sound olarak 60 ve 70’lerin saykedelik etkileri, surf-rock, power pop, synth’leri öne çıkaran noise pop ile harmanlanmış. Bu, aynı zamanda grotesk resimler yapıp satan, egzantrik bir sanatçı için hiç de beklenmedik bir durum değil. En güzel iki şarkıdan birisi, kapanıştaki 1979’dan Donnie & Joe Emerson klasiği “Baby” cover’ı. Bu unutulmaz balada orijinaline büyük ölçüde sadık kalarak yaptığı cover’la albüme hiç beklenmeyen bir R&B tadı katmış Ariel. Dinlerken akılda kalıcı melodisiyle beni hemen yakalayan diğer şarkı, “Only in My Dreams” oldu.
Bunların dışında zaman zaman müzikten kopmaya neden olan dağınık bir yapı var albümde. O dağınıklığın Ariel Pink’in sahne performanslarına da yansıdığı söyleniyor. Hatta kendisi dinleyicilerin sıkılıp onu yuhaladığını anlatıyor. Ben 2 gün önce New York'ta grubu izleme olanağı buldum. Anlatıldığı gibi durumlar olmadı konserde. Ariel Pink kendini müziğe iyice kaptırıp sahnede yine alışılmadık tavırlar sergiledi, yerlerde yuvarlanıp çığlıklar attı ama dinleyicisi onu o haliyle seviyor. Hep sıradışı olunca gün geliyor o sıradışılık o kişinin nomal hali oluyor. Konser hakkında izlenimlerimi ayrıca yazacağım için sözü burada kesiyorum.
En başarılı dönemini 80‘ler ve 90‘larda geçiren bir grubu kurulduğundan yaklaşık 30 yıl sonra sahnede izlemek, insanın içinde heyecanla birlikte endişe de yaratıyor. Acaba o eski günlerde üzerinizde bıraktığı izi bırakacak mı, yoksa yitip giden bir dönemin hatırına mı dinleyeceksiniz? Alternatif rock grubu The Jesus and Mary Chain’in New York’taki konserine giderken aklımda bu soru vardı.
80‘lerin ortasında çıkış yapıp 90‘larda zirvedeki günlerini yaşayan grup, Glasgow’da vokalist Jim Reid ve gitarist William Reid kardeşler tarafından kuruldu. Cayır cayır çalan gitarlarla karanlık sözleri buluşturan şarkıları, kısa sürede üniversitelileri peşinden sürükledi.
O dönemde onlara hayran olan gençler, bugün orta yaşlı insanlar. Ama Irving Plaza’daki konsere gelenlere bakılırsa, The Jesus and Mary Chain, günümüzün üniversite gençliğini de yakalamış. Nedenini çalmaya başladıkları anda anlamak zor değil. Jim Reid’in sesinde en ufak bir bozulma olmamış, William Reid gitarına yine çok hakim, grup mükemmel bir uyum içinde, genç müzisyenlere taş çıkartacak bir ustalıkla çalıyor.
Değişen şey, artık konserlerinde 30 yıl önceki kargaşa görüntüleri yok. Jim Reid yine içine dönük ama hayranları onu o haliyle seviyor. Aslında mesafeli bir tavır sergilese de, dinleyiciden hiç kopmuyor. Nitekim yanımdaki kadın sürekli “Jim, seni seviyorum!” diye seslenince, hiç beklenmedik bir anda utangaç bir sesle, “Biz de sizi seviyoruz” dedi. Dinleyiciyle ikinci kez diyalog kurduğu anda ise, bağırarak şarkı talep edenlere “Biz istekleri çalmıyoruz” diyerek yanıt verdi. Kalan diğer anlarda, o da diğer grup üyeleri gibi içkisini yudumlayıp shoegaze edasına büründü.
Duman makinesinin salonu göz gözü görmez hale getirdiği, çok loş ışıklı bir ortamda yaklaşık 80 dakika boyunca 17 şarkı çaldılar. 1985-1998 yılları arasında yayınladıkları 6 stüdyo albümünden ağırlığı, 4 şarkıyla ilk albüm “Psychocandy” alırken, “Automatic” ve “Honey’s Dead”den üçer şarkı dinledik.
“Darklands”den “Happy When It Rains”i çaldıklarında gecenin en coşkulu dakikaları yaşandı. “Just Like Honey”de sahneye Mad Men dizisindeki rolüyle tanınan oyuncu Jessica Paré geldi ve Jim Reid’e vokalde eşlik etti, fakat müziğin bastırdığı sesinin nasıl olduğunu bile anlayamadık.
İki ön grup olduğundan konserin gece 23:00'da başlaması ve ses sisteminin kötülüğü, Irving Plaza'nın New York'un en kötü işletilen mekanlarından biri olduğu şeklindeki düşüncemi daha da kuvvetlendirdi. Ot kokuları ve konuşmalar arasında konsere yoğunlaşmaya çalışırken yanımda duran kadının sürekli şarkı ismi bağırması da canımı sıkmaya başlamıştı ki, sonunda Jim Reid, "Biz istekleri çalmıyoruz" dedi ve böylece kadın da sustu. Jim Reid'in son derece ciddi bir surat ifadesiyle sahnedeki duruşunu seviyorum.
Konser bittiğinde, başlamadan önce aklımda yer eden soruya da yanıt verdim. The Jesus and Mary Chain’i 30 yıl önce 20 dakikalık kaotik konserlerinden birinde canlı dinlemenin zevki çok daha fazla olabilirdi. Ama 2012’de tavır olarak olgunlaşıp durulsalar da, müziklerinden yansıyan enerji aynı; şarkıları hiç yıpranmamış. Büyük grup olmak böyle bir şey; zamana meydan okuyan şarkıları herkes yapamıyor.
Setlist: Snakedriver - Head on - Far gone and out - Between planets - Blues from a gun - Teenage lust - Sidewalking - Cracking up - All things must pass - Some candy talking - Happy when it rains - Halfway to crazy - Just like honey - Reverence - Hardest walk - Taste of cindy - Never understand
Amerika hakkında herkesin kendisine göre farklı fikirleri olabilir. Kimisi Amerikan vatandaşlarının teknoloji, bilim, sanat, müzik, edebiyat gibi birçok alanda yaptığı katkıları takdir edip hayranlık besler o ülkeye. Hep Amerika’nın fırsatlar ülkesi olduğu, yeterince gayret gösterenlerin bir gün hedeflerine ulaşmalarının mümkün olacağı anlatılır. Aslında özellikle son yıllarda yaşanan ekonomik çöküşten sonra bu Amerikan rüyası çöktü; artık o eski kitaplarda anlatılan rüya bir efsaneye döndü.
Amerika’da yaşadığım yıllar boyunca ülkeyi her açıdan gözlemleme olanağı buldum; bazı yönlerini beğendim ama sevmediğim tarafları her zaman daha ağır bastı. Beğendim; çünkü ifade özgürlüğü bizimki gibi demokrasisi gelişmemiş ülkelere göre daha fazla. Bir gazeteci olarak bunun ne kadar önemli olduğunu anlatmama gerek yok. Siyasette çekişmeler olsa da, Amerikan toplumunda eleştiri kültürü gelişmiş. Bizde hoşgörüsüzlük siyasetteki mizahı tamamen yok ederken, orada hayatın en renkli alanlarından birisi o. Bir kadın olarak sokaklarda rahatsız edilmeden istediğimi yapma duygusunu çok sevdim. Beğendiğim bazı ufak ayrıntılar da var ama en önemlileri bunlar.
Amerika’nın en sevmediğim yanı ise, emperyalist dış politikası ve diğer ülkeleri kendi çıkarları için sömüren savaşçı yanı. Birkaç yıl önce “Dünyanın Ağası” diye bir yazı yazıp, Amerika’nın gezegeni nasıl kendi emelleri uğruna savaş alanına çevirdiğini, her yere kendi üslerini yerleştirdiğini anlatmıştım. Yoksulu sömüren o ağayı hiç sevmiyorum ben. Bugünün tek kutuplu dünyasında tam bir savaş makinesi Amerika. Şu bir gerçek ki, bu Amerikan halkının bir kesiminin de rahatsız olduğu bir konu. 11 Eylül saldırılarından sonraki ortamda gelişen aşırı milliyetçiliğin etkisiyle bir süre insanları susturmak olanaklı olduysa da, aradan geçen yıllar yalanları tümüyle su yüzüne çıkardı. ABD ile ilgili sevmediğim çok şey var; ancak aklıma ilk gelenler, bazı Amerikalıların kendini diğer ülke vatandaşlarından üstün gören tavrı, sınıflar arasındaki derin uçurum, para tutkusu, aşırı hırs, yakıp yıkan rekabet ve insanları deliler gibi alışverişe koşullayan sistem...
Ama genellemelerin insanı yanlış çıkarsamalara yönlendireceğini bildiğimden, o ülkede doğup yaşayan insanları aynı potaya atıp yargılamanın doğru olmayacağının farkındaydım. Ayrıca insanların vatandaşı oldukları ülkede devletin attığı adımlardan doğrudan sorumlu tutulmaması gerektiğini de biliyorum. Bugün Başbakanlık Konutu’nda ya da Bakanlar Kurulu’nda alınan kararlarda sizin ne kadar etkiniz var? Hükümetin Suriye konusundaki politikasını onaylıyor musunuz? Eğer bu hükümete oy vermediyseniz ve bu soruya yanıtınız “Hayır” ise, bir Suriye vatandaşının sizi doğrudan suçlaması yerinde midir? Bu noktada siyaset bilimine dalıp, temsili demokrasinin nasıl korporatokrasiye dönüştüğünü anlatmaya başlayabilirim ama konu çok sapar.
Bir müzik yazısına böyle uzun bir siyasi giriş yapmamın nedeni, Dan Deacon’ın yeni albümü “America”. Müziği üniversitede akademik olarak öğrenip, uygulamasını girdiği çeşitli gruplarla yapan, yaklaşık son 10 yıldır solo çalışmalarını yayınlayarak adını duyuran bir müzisyen Deacon. Elektronik / alternatif müzik dünyasının dikkatini 2007 albümü “Spiderman of the Rings” ile çekti, elekto-akustik soundunu 2009 albümü “Bromst”ta olgunlaştırdı. Bu adı seçerken, hiçbir önyargı belirtmesin, herhangi bir görüşü dikte etmesin istemiş Deacon. Yeni albüm “America” ise, tam tersine sayısız önyargı ve belirli görüşü içinde barındıran kavramsal bir sözcük. Benim de yazının girişinde o sözcükle ilgili düşüncelerimi anlatmamın nedeni bu. Dan Deacon da, son yıllarda Amerika ile ilgili duygularını bir konsept albümle yansıtan Amerikalı müzisyenlerden birisi. 2001’den bu yana ABD’nin “önleyici saldırı doktrini” adı altında uyguladığı politikaların dünyayı hallaç pamuğu gibi attığı, Wall Street’i İşgal eylemlerinin her yeri sardığı bir ortamda, sanatçıların buna seyirci kalması beklenemez elbette.
Ülkesi Amerika’dan 2007 albümünün turnesi sırasında ilk kez ayrılmış Deacon ve o güne kadar daha önce hiç hissetmediği bir duyguyu yaşamış. Amerikalı olmanın her zaman üstünlük olarak algılandığı topraklardan çıkıp başka ülkelere girince, aslında hiç de öyle olmadığını görüp, tüm dünyada kendi ülkesine karşı duyulan öfkenin boyutlarıyla karşılaşmış, kendisini yalnız hissetmiş. O zamana kadar nereli olduğu konusuna kafasını fazla takmamış olsa da, artık o andan sonra ne yaparsa yapsın Amerikalı olduğunu duyumsamış. Sonrasında Amerika içinde doğudan batıya trenle yaptığı seyahatlerde daha derin gözlemleri olmuş. Ülkesini sevdiğini, ona dair kendisini mutlu eden çok şey olduğunu hissetmiş; bir yandan da hem ABD’yi hem de içinde yaşadığı dünyayı yöneten şeytani korporatokrasiye ve onun neden olduğu çevre katliamlarına karşı duyduğu öfkenin farkına varmış. Bu çelişkili gibi gözüken ama aslında bana göre sağlıklı değerlendirmeler sonucunda yılgınlık, korku ve kızgınlık hislerini müzikle anlatmış.
“America”nın soundunu Deacon’ın önceki albümleriyle karşılaştırınca, her zamanki gibi hem elektronik hem akustik olmasının yanında, bu defa daha fazla çeşitliliğe dayandığını, yarı pop yarı klasik bir sound olduğunu, bunları bir arada kaynaştırdığını söylemek olanaklı. Konsept olarak da bir kavrama dair hem iyi hem de kötü yanları anlatan bir albüm için bu ikilik, uygun bir çözüm. Zaman zaman minimalist yaklaşımlara tanık olsak da, an geliyor The Flaming Lips’i ya da Fuck Buttons'ı andıran bir kargaşaya da dönüşebiliyor şarkılar.
Geleneksel pop yapılarını orkestra düzenlemeleriyle kaynaştırmak, Deacon’ın son dönemde ilgi alanına daha çok girdi. Kariyeri boyunca bilgisayarla hep çok haşır neşir oldu ama Francis Ford Coppola’nın filmi ya da senfoniler için müzik yapması, onu olumlu yönde etkilemiş olmalı. Albüm boyunca ajite edilmiş vokaller, elektronik cızırtılar, sentetik ses öbekleri duyarken, marimba, trompet gibi akustik orkestra çalgılarının sesleri de çarpıyor insanın kulağına. Özellikle albümün 4 parçadan oluşan ikinci yarısında ses kolajları oda orkestrası için yapılan düzenlemelerle örülmüş. İlk yarıda elektronik pop şarkılarını dinledikten sonra böyle dramatik bir geçişi tercih etmiş olmasını eleştirenler çıkacaktır ama bence bu geçiş, aşırılıkları, farklı uçları bünyesinde toplayan Amerika’yı konu alan albümün karakterine çok uymuş.
USA adı altında topladığı ve 21 dakika süren 4 şarkı, Deacon’ın Amerika hakkındaki düşüncelerinin özeti gibi. Brooklyn’den çıkan noise rock ikilisi USAISAMONSTER’dan esinlenip “USA: I. Is a Monster” adını verdiği ilk bölüm, yaylılar ve trompet düetiyle oldukça karanlık bir havada başlayıp 1.5 dakika sonra enerjik bir atmosfere sokuyor dinleyeni. Son parça “Manifest”in o enerjiyi en yüksek noktasına çıkarışıyla sona eriyor albüm.
Bu tercihle Deacon’ın ülkesine ve dünyaya karşı umutlarını kesmediği yorumunu yapabilir miyiz? Bence bu sorunun yanıtını veren şarkı “Lots”. Daha önce yaşadık bunları ama şimdi zincirleri kırma şansı var diyor. Wall Street’i İşgal eylemlerine katılan Deacon, muhtemelen sistemi zorlayacak eylemleri işaret ediyor ama o eylemlerin geldiği noktada bugün o kadar umutlu olmalı mıyız emin değilim. Yine de umut her zaman vardır diyelim; soralım, sorgulayalım, haksızlıklara karşı susmayalım, bir araya gelip gürültü çıkaralım.
Adını, hemen herkesin sevdiği, zarif görünümlü bir hayvandan, kuğudan alan bir müzik grubunun şarkılarının da ona uygun olarak çoğunluğa hitap edeceğini düşünenler olabilir; ama deneysel rock grubu Swans söz konusu olduğunda durum farklı. Grubun kurucusu Michael Gira, “Kuğular görkemli, fiziksel olarak güzel ama gerçekten kötü huyları var” diyerek grubun agresif müziği ile bağlantı kuruyor. (Gira’ya bu konuda katılmıyorum; kuğu gibi kırılgan bir hayvan kendisini avlayan insanlara ve diğer türdeşlerine karşı tetikte olmayı bilmek zorunda. Bu onu neden kötü huylu yapsın ki? Üstelik 15. yüzyıldan bu yana evcilleştirilip kentlerdeki göllerde yaşar hale geldiler. Bir kuğu, kendisine ya da yavrusuna kötülük yapılacağını hissetmediği sürece saldırmaz; ancak bunu hissederse gerçekten öfkelenir. Yazıya bu parantezi açarak başladım ama amacım aslında burada bilimsel verileri sıralamak değil. Bir gün Gira ile karşılaşırsam belki onunla sohbet ederim bu konuda.)
Michael Gira’nın hayvanlardan esinlendiği ya da bu konuya kafa yorduğu belli. Yeni Swans albümü “The Seer”ın kapağında da köpekle kurt arası bir hayvan yer alıyor. Arkadaşı İngiliz sanatçı Simon Henwood’un tasarladığı bu resmin özelliği, dişlerinin Gira’ya ait olması. Tam da algıları alışılagelmiş yönün dışına çekmeye eğilimli bir müzisyene uygun bir iş.
1982’den bu yana, sıradışı ve şiddetli şarkı sözlerini bağırır ya da ulurcasına bir vokalle, gürültüye varan bir drone üzerine işleyerek karanlık müzikler yapıyor Swans. Çoğu zaman No Wave ve endüstriyel müzik akımı içinde tanımlanırlar ama Gira hiçbir zaman öyle hissetmediğini söyler. Kafasındaki mükemmel rock müziğini yapabilmek için ses ve ritmi kullanarak yeni bir yol bulmaya çalıştığını, melodiyi tamamıyla bir kenara bırakıp sadece yeni seslerin ve ritimlerin peşine düştüğünü anlatır. Bunun için ilham aldıkları arasında Throbbing Gristle, The Stooges, Brian Eno, Kraftwerk ve David Bowie’yi sayar. Gira’nın yapmak istediği, şarkıların çıkış noktası akustik gitar olsa da, kendi ifadesiyle onları stüdyoda işkenceden geçirip baştan çıkararak farklılaştırmak. Konserde yaşananlarsa o ses ve ritimlerin bir tür yamyamlığa maruz kalması.
Gerçekten de Swans’ın müziği, algıları zorlayıp gerçekliği en yalın boyuta taşır, soyut ve vahşidir ama aslında gerçeğin ta kendisidir. Canlı performanslarında bu katı saflığın müziğin sunuluşuna da yansıdığı anlatılır. Ben grubu hiç canlı dinlemedim ama Gira’nın konserlerde önde duran izleyicilerin ellerine bastığı, headbang yapanı yakalarsa ısırdığını, mekanın tam bir kaos içine girdiğini okumuştum. Hatta son dönemde özel olarak konserden önce klimayı kapattırıp seyircilerin bayılana kadar dayanıklılığını test ettiklerini okudum. Sonuç olarak hiçbir şey yapmadan dinleyebileceğiniz bir müzik değil bu; aktif bir konumda olmanız, bedeninizle ve ruhunuzla bir ölçüde yıpranmanız gerekiyor dinlerken.
Konser salonundaki deneyim böyleyse, evde oturup dinlerken nasıl oluyor? Bu sorunun yanıtını “The Seer”i dinlerken bir kez daha düşündüm. Elime basan, ısıran yoktu, ortam bayılmama neden olacak kadar sıcak da değildi ama ruhen bir o yana bir bu yana çarpıldığımı hissettim. İki saatlik albümde yer alan 11 şarkı, dinleyiciyi sokmak istediği atmosfere yavaş yavaş sokmuyor, aniden tutup kolundan hızla fırlatıyor.
Low grubundan Alan Sparhawk ve Mimi Parker’ın geri vokalde eşlik ettiği “Lunacy”de çocukluğunuzun masum günlerinin bittiği söylenerek bir cinnet halinden dem vuruluyor. Hiçbir zaman düz aşk şarkıları yapıp, iyiliklerden, güzelliklerden söz etmedi Swans. Hep anlatılmayan, gizlenen konulara, dünyadaki tuhaflıklara işaret etti. Bu albümün de farklı olacağını düşünmek için bir neden yok. Geleceğe dair kehanetlerini sıralarken, aslında içinde bulunduğumuz anda görülmek istenmeyenleri de aktarıp bir çeşit yaşanan anın kaşifi de oluyor Michael Gira.
Ardından 10 dakikalık “Mother of the World” sürekli tekrarlanan bir gitar riff’i ile hipnotik bir etkiyle devam ederken, 7. dakikadan sonra Gira, petrolü ve diğer kaynaklarını tükettiğimiz dünyada katliam zamanının geldiğini haber veriyor. Şarkının son 1 dakikası, çok güzel bir melodiyle biterken Swans’ın neredeyse tek bir loop’un üzerine döşediği seslerle yarattığı atmosfere saygı duyuyorsunuz.
Albümle aynı adı taşıyan 32 dakikalık “The Seer”, sanki bir orkestradaki müzisyenler performanstan önce akort yapıyormuş izlenimi uyandıran bir ses curcunası ile başlıyor. Ardından adeta bir jam session'a dönüşüyor. 8. dakikadan itibaren Gira’nın “I See It All” diye sürekli tekrarladığı kusursuz vokali devreye giriyor. 15. dakikada kısa bir süre durulur gibi olsa da, son derece sert gitar ve davul performanslarıyla zifiri karanlığa doğru ilerliyor. Bana göre, açılışta “Lunacy” ile başlayan çıldırma hali “The Seer”da zirve yapıyor.
“The Seer Returns”, Swans’ın şarkılarında sık rastladığımız kıyametin habercisi. Bu haberciyi etkili kılmak için de kullanılabilecek en iyi sesten yardım alınmış. Swans’ın kemik ekibinden şarkıcı/klavyeci Jarboe, geri vokaldeki haykırmalarıyla müziğe sadece gizemli bir hava vermekle kalmamış, ürperti düzeyini de en üst noktaya çıkarmış. Gira ise, yıkılan dağlardan, gümbürdeyen vadilerden söz ederken, devam eden savaşlara atıf yapıyor. Başka ülkelere savaşa gönderilen askerleri kastederek, Amerika’da son yılların en çok kullanılan sloganlarından biriyle bitiriyor şarkıyı “Bring back the children home.”
Albümün ortasında bir ünlü müzisyen daha ağırlıyor Swans. Yeah Yeah Yeahs’den Karen O’nun “Song for a Warrior”daki vokali, şarkı kendi içinde değerlendirildiğinde oldukça başarılı. Country esintili şarkı, soundu açısından albümün geri kalanıyla bir uyuşmazlık içinde gibi gelse de, bir konsept içinde düşününce, o noktada bir savaşçıya “Artık bu toprağı bulutlardan yapılma bir at üzerinde ele geçirecek bir savaşçısın / Kumları aşındıracaksın / Bazıları Tanrı’nın uzun zaman önce öldüğünü söylüyor / Ama ben senin göğsüne kafamı koyduğumda bir şeyler duydum” diyerek savaşçının içindeki ışığı bulması için sesleniyor. Böyle bir şarkıda noise rock sularından ayrılıp, başrolün piyano ve akustik gitara verilmesi, çok uygun olmuş.
Yaklaşık 9 dakikalık “Avatar”, albümde en sevdiğim şarkılardan birisi oldu. Sadece “Your life is in my hand”, “Your mind is in my eye”, “Your eye is in my mind” sözlerinin arka arkaya dokuz dakika boyunca yinelendiği şarkı, duyduğum en güzel post-rock şarkılarından birisi. 8. dakikaya yaklaşırken kilise çanını anımsatan seslerle her şey duruluyor ve piyanoyla birlikte ortalık yeniden karışıyor, fırtına çıkıyor, deniz coşuyor, bulutlar kararıyor. Birileri başkalarının hayatına hükmederken, hayatın da sonuna geliniyor...
Hemen ardından gelen “A Piece of the Sky”la Avustralyalı müzisyen Ben Frost’un akustik ve elektronik aletlerle yarattığı yangın seslerini duyuyoruz. Sonra titreşen seslerin kulaklarda uğultu gibi inlediği atmosferde gökyüzüne doğru yolculuk başlıyor. Sarı bir ışığın süzüldüğü yağmurla dolu bir tünelden geçilerek başka bir evrene yolculuk başlıyor. Kısa bir yolculuk değil bu. 19 dakika 10 saniyelik şarkıda yine geri vokallerde Jarboe’nin yanı sıra, deneysel folk-rock grubu Akron/Family’yi duyuyoruz. Bir yerde “The Sun fucks the dawn” diyor sözlerde. (Michael Gira’nın olaylara farklı açıklamalar getirmesi, hep ilgimi çekmiştir. Yağmur yağdığında sürekli şikayet eden bir arkadaşıma bir gün espriyle, “ Buhar tanecikleri soğuk hava ile sevişiyor. Öyle düşün. O zaman fantastik bulabilirsin” demiştim. Hiç öyle düşünmediğini söylemişti, gülmüştük. Bu sözüyle aklıma o anımı da getirdi Gira.) Şarkının sonu, “Orada mısın? Ay’da mısın? Havada mısın? Elimde mi parçalandın? Ateşe mi atıldın?” sorularını duyuyoruz. Belli ki giden gitmiş, nerede olduğu belli bile değil...
Son şarkı, 23 dakikalık “The Apostate”, Can’i anımsatan endüstriyel bir soundla başlayıp, ilerledikçe rotayı adeta Tom Waits’e doğru kırıyor. “Çık aklımdan / Bir yalanı yaşıyoruz / Tanrı’ya giden yol!” diye avazı çıktığı kadar bağırıyor Michael Gira. Aynı anda kulakları yırtarcasına çalan klarneti de duyunca diyorsunuz ki, olan biten bunca şeyden sonra delirmeyip de ne yapacaktık bu dünyada? Albümün son bir dakikasının ritmik olmayan perküsyon seslerine ve haykırışlara ayrılması ise, işte o an geldi çattı diyor. 21. yüzyılda modern toplumun delirme anını kayda almış Swans. Michael Gira ve ekibi, bugüne kadar Swans’ın kaydettiği bütün albümlerin zirve noktasına ulaşmış. “The Seer”i yapması 30 yıl sürdü demeleri boşuna değil. Bana göre grubun en güzel albümü olmasının yanında, kuşkusuz bu yılın da en iyilerinden birisi.
Hem teması hem soundu ile bütünlüklü, çok iyi kurgulanmış ve yorumlanmış şarkılarla dolu, usta işi bir albüm. Heavy metalden country’ye, drone’dan post-rock’a black metal’den ambient’a farklı etkileri kaynaştırıp müthiş bir ses deneyimine girişmiş Swans. Müziğin türü herkesin kulağına uygun olmayabilir ama bu yapılan işe saygı duymamayı gerektirmez. Albümlere numara ile not vermiyorum; verseydim tam not alırdı benden.