© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 9 Eylül 2012
Amerika hakkında herkesin kendisine göre farklı fikirleri olabilir. Kimisi Amerikan vatandaşlarının teknoloji, bilim, sanat, müzik, edebiyat gibi birçok alanda yaptığı katkıları takdir edip hayranlık besler o ülkeye. Hep Amerika’nın fırsatlar ülkesi olduğu, yeterince gayret gösterenlerin bir gün hedeflerine ulaşmalarının mümkün olacağı anlatılır. Aslında özellikle son yıllarda yaşanan ekonomik çöküşten sonra bu Amerikan rüyası çöktü; artık o eski kitaplarda anlatılan rüya bir efsaneye döndü.
Amerika’da yaşadığım yıllar boyunca ülkeyi her açıdan gözlemleme olanağı buldum; bazı yönlerini beğendim ama sevmediğim tarafları her zaman daha ağır bastı. Beğendim; çünkü ifade özgürlüğü bizimki gibi demokrasisi gelişmemiş ülkelere göre daha fazla. Bir gazeteci olarak bunun ne kadar önemli olduğunu anlatmama gerek yok. Siyasette çekişmeler olsa da, Amerikan toplumunda eleştiri kültürü gelişmiş. Bizde hoşgörüsüzlük siyasetteki mizahı tamamen yok ederken, orada hayatın en renkli alanlarından birisi o. Bir kadın olarak sokaklarda rahatsız edilmeden istediğimi yapma duygusunu çok sevdim. Beğendiğim bazı ufak ayrıntılar da var ama en önemlileri bunlar.
Amerika’nın en sevmediğim yanı ise, emperyalist dış politikası ve diğer ülkeleri kendi çıkarları için sömüren savaşçı yanı. Birkaç yıl önce “Dünyanın Ağası” diye bir yazı yazıp, Amerika’nın gezegeni nasıl kendi emelleri uğruna savaş alanına çevirdiğini, her yere kendi üslerini yerleştirdiğini anlatmıştım. Yoksulu sömüren o ağayı hiç sevmiyorum ben. Bugünün tek kutuplu dünyasında tam bir savaş makinesi Amerika. Şu bir gerçek ki, bu Amerikan halkının bir kesiminin de rahatsız olduğu bir konu. 11 Eylül saldırılarından sonraki ortamda gelişen aşırı milliyetçiliğin etkisiyle bir süre insanları susturmak olanaklı olduysa da, aradan geçen yıllar yalanları tümüyle su yüzüne çıkardı. ABD ile ilgili sevmediğim çok şey var; ancak aklıma ilk gelenler, bazı Amerikalıların kendini diğer ülke vatandaşlarından üstün gören tavrı, sınıflar arasındaki derin uçurum, para tutkusu, aşırı hırs, yakıp yıkan rekabet ve insanları deliler gibi alışverişe koşullayan sistem...
Ama genellemelerin insanı yanlış çıkarsamalara yönlendireceğini bildiğimden, o ülkede doğup yaşayan insanları aynı potaya atıp yargılamanın doğru olmayacağının farkındaydım. Ayrıca insanların vatandaşı oldukları ülkede devletin attığı adımlardan doğrudan sorumlu tutulmaması gerektiğini de biliyorum. Bugün Başbakanlık Konutu’nda ya da Bakanlar Kurulu’nda alınan kararlarda sizin ne kadar etkiniz var? Hükümetin Suriye konusundaki politikasını onaylıyor musunuz? Eğer bu hükümete oy vermediyseniz ve bu soruya yanıtınız “Hayır” ise, bir Suriye vatandaşının sizi doğrudan suçlaması yerinde midir? Bu noktada siyaset bilimine dalıp, temsili demokrasinin nasıl korporatokrasiye dönüştüğünü anlatmaya başlayabilirim ama konu çok sapar.
Bir müzik yazısına böyle uzun bir siyasi giriş yapmamın nedeni, Dan Deacon’ın yeni albümü “America”. Müziği üniversitede akademik olarak öğrenip, uygulamasını girdiği çeşitli gruplarla yapan, yaklaşık son 10 yıldır solo çalışmalarını yayınlayarak adını duyuran bir müzisyen Deacon. Elektronik / alternatif müzik dünyasının dikkatini 2007 albümü “Spiderman of the Rings” ile çekti, elekto-akustik soundunu 2009 albümü “Bromst”ta olgunlaştırdı. Bu adı seçerken, hiçbir önyargı belirtmesin, herhangi bir görüşü dikte etmesin istemiş Deacon. Yeni albüm “America” ise, tam tersine sayısız önyargı ve belirli görüşü içinde barındıran kavramsal bir sözcük. Benim de yazının girişinde o sözcükle ilgili düşüncelerimi anlatmamın nedeni bu. Dan Deacon da, son yıllarda Amerika ile ilgili duygularını bir konsept albümle yansıtan Amerikalı müzisyenlerden birisi. 2001’den bu yana ABD’nin “önleyici saldırı doktrini” adı altında uyguladığı politikaların dünyayı hallaç pamuğu gibi attığı, Wall Street’i İşgal eylemlerinin her yeri sardığı bir ortamda, sanatçıların buna seyirci kalması beklenemez elbette.
Ülkesi Amerika’dan 2007 albümünün turnesi sırasında ilk kez ayrılmış Deacon ve o güne kadar daha önce hiç hissetmediği bir duyguyu yaşamış. Amerikalı olmanın her zaman üstünlük olarak algılandığı topraklardan çıkıp başka ülkelere girince, aslında hiç de öyle olmadığını görüp, tüm dünyada kendi ülkesine karşı duyulan öfkenin boyutlarıyla karşılaşmış, kendisini yalnız hissetmiş. O zamana kadar nereli olduğu konusuna kafasını fazla takmamış olsa da, artık o andan sonra ne yaparsa yapsın Amerikalı olduğunu duyumsamış. Sonrasında Amerika içinde doğudan batıya trenle yaptığı seyahatlerde daha derin gözlemleri olmuş. Ülkesini sevdiğini, ona dair kendisini mutlu eden çok şey olduğunu hissetmiş; bir yandan da hem ABD’yi hem de içinde yaşadığı dünyayı yöneten şeytani korporatokrasiye ve onun neden olduğu çevre katliamlarına karşı duyduğu öfkenin farkına varmış. Bu çelişkili gibi gözüken ama aslında bana göre sağlıklı değerlendirmeler sonucunda yılgınlık, korku ve kızgınlık hislerini müzikle anlatmış.
“America”nın soundunu Deacon’ın önceki albümleriyle karşılaştırınca, her zamanki gibi hem elektronik hem akustik olmasının yanında, bu defa daha fazla çeşitliliğe dayandığını, yarı pop yarı klasik bir sound olduğunu, bunları bir arada kaynaştırdığını söylemek olanaklı. Konsept olarak da bir kavrama dair hem iyi hem de kötü yanları anlatan bir albüm için bu ikilik, uygun bir çözüm. Zaman zaman minimalist yaklaşımlara tanık olsak da, an geliyor The Flaming Lips’i ya da Fuck Buttons'ı andıran bir kargaşaya da dönüşebiliyor şarkılar.
Geleneksel pop yapılarını orkestra düzenlemeleriyle kaynaştırmak, Deacon’ın son dönemde ilgi alanına daha çok girdi. Kariyeri boyunca bilgisayarla hep çok haşır neşir oldu ama Francis Ford Coppola’nın filmi ya da senfoniler için müzik yapması, onu olumlu yönde etkilemiş olmalı. Albüm boyunca ajite edilmiş vokaller, elektronik cızırtılar, sentetik ses öbekleri duyarken, marimba, trompet gibi akustik orkestra çalgılarının sesleri de çarpıyor insanın kulağına. Özellikle albümün 4 parçadan oluşan ikinci yarısında ses kolajları oda orkestrası için yapılan düzenlemelerle örülmüş. İlk yarıda elektronik pop şarkılarını dinledikten sonra böyle dramatik bir geçişi tercih etmiş olmasını eleştirenler çıkacaktır ama bence bu geçiş, aşırılıkları, farklı uçları bünyesinde toplayan Amerika’yı konu alan albümün karakterine çok uymuş.
USA adı altında topladığı ve 21 dakika süren 4 şarkı, Deacon’ın Amerika hakkındaki düşüncelerinin özeti gibi. Brooklyn’den çıkan noise rock ikilisi USAISAMONSTER’dan esinlenip “USA: I. Is a Monster” adını verdiği ilk bölüm, yaylılar ve trompet düetiyle oldukça karanlık bir havada başlayıp 1.5 dakika sonra enerjik bir atmosfere sokuyor dinleyeni. Son parça “Manifest”in o enerjiyi en yüksek noktasına çıkarışıyla sona eriyor albüm.
Bu tercihle Deacon’ın ülkesine ve dünyaya karşı umutlarını kesmediği yorumunu yapabilir miyiz? Bence bu sorunun yanıtını veren şarkı “Lots”. Daha önce yaşadık bunları ama şimdi zincirleri kırma şansı var diyor. Wall Street’i İşgal eylemlerine katılan Deacon, muhtemelen sistemi zorlayacak eylemleri işaret ediyor ama o eylemlerin geldiği noktada bugün o kadar umutlu olmalı mıyız emin değilim. Yine de umut her zaman vardır diyelim; soralım, sorgulayalım, haksızlıklara karşı susmayalım, bir araya gelip gürültü çıkaralım.
-