28 Ekim 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 137: Paul Banks - Banks (Matador)



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 28 Ekim 2012

Post-punk’ın 2000’lerde yeniden diriliş dönemine en büyük çentiklerden birini atan “Turn on the Bright Lights” albümünü yapan grubun duyulduğu an tanınan o çok belirgin vokaline sahip olsanız ve herkesin aklına o sound ile kazınsanız, hem mutlu olur hem de bir zorlukla karşı karşıya kalırsınız. Grubun karakterini belirleyen şarkılardan farklı bir sounda yönelmek isterseniz, o eski büyük çentik sizi bırakmaz. Interpol’ün vokalisti Paul Banks’in yaşadığı zorluk bu. 

Interpol ile üç albüm yayınladıktan sonra, 15 yaşından beri yazıp kimseye dinletmediği şarkıları Julien Plenti alter egosu ile solo albüm olarak yayınlamasının nedeni de bu. 2009’da çıkan “Julien Plenti Is... Skyscraper”, yapmak istediği albümü kaydetmek konusunda kendisine verdiği sözü 30 yaşında daha güçlü bir şekilde hatırlamasının sonucu. Aradan geçen 2-3 yıllık dönemde Interpol ile turnedeyken boş bulduğu her anını kafasının içinde duyduğu müziği notalara dökerek geçirmiş Paul Banks. Logic adlı programı kullanmayı öğrendiğinden bu yana, bir gruptaki tüm üyelerin işlevini kendisinin üstlenebileceğini keşfetmiş ve bu sayede otel odalarında müzik yazma çalışması yoğunlaşmış. 

Ancak bu defa artık Julien Plenti adını sürdürme gereğini duymadı Paul Banks. Kendi gerçek adını kullanarak, üstelik “Banks” adıyla ikinci solo albümünü çıkardı. Albümden önce bu yıl yayımladığı “Julien Plenti Lives” adlı EP’yi ilk dinlediğimde, “Paul Banks, böyle başarılı bir EP yayımlıyorsa, gruptan bağımsız olarak da solo kariyerine devam edebilir” dediğimi hatırlıyorum. O EP'de yer alan “Summertime Is Coming”, Interpol’ü andıran sounduyla bu yılın en güzel şarkılarından biri kanımca.

Bana “ardından albümü dinleyince aynı görüşü savunuyor musun?” diye sormanız gerekir. Şu ana kadar kimse sormadı ama ben kendi kendime sorup yanıtlarım. Albümden sonraki hislerim, EP’den sonraki hislerimle aynı yönde ama aynı güçte değil. Yine de Paul Banks, yazının girişinde de söylediğim zorlukları aşabileceğinin işaretini veriyor. Interpol’ü akla getiren şarkılar yine olsa da, farklı düzenlemelerle sound değişikliğine gidenler de var. Örneğin “Lisbon” ve “Another Chance”, bir Interpol albümünde rastlanabilecek şarkılar değil. Banks, daha deneysel bir kulvara girip sadece istediği müziği yapmış. Aldığı sonuç her şarkıda aynı başarıyı sağlamıyor elbette. “Another Chance” yaylıların devreye girişiyle artan cezbedici bir gerilim yansıtırken, “Lisbon” albümün en sıradan şarkılarından.  

Şarkı sözlerine baktığımızda, orta yaş dönemine yaklaşan bir insanın pişmanlıkları, geçmişten yansımaların yarattığı burukluk seziliyor. Ama yine de “Arise, Awake”de “Kurallar değişti / Artık her taraf kazanabilir” diyor. Yılgınlık yok atmosferde; nitekim albümün kapanışını yapan “Summertime Is Coming”de bırak şüpheyi, çık artık dışarı diyor. Bana kalırsa orada seslendiği kendisiydi; sonuçta Paul Banks olarak çıktı karşımıza. Bu aşamada yapabileceği en iyi müziği sundu dinleyicilere. Ama onda bu çaba ve yetenek olduğu sürece ben daha iyilerini de yapabileceğini düşünüyorum. En azından şimdilik bize Interpol’den bağımsız bir Paul Banks olabileceğini kanıtladı. Belki gelecek sefer yanına Interpol’ün prodüktörü Peter Katis yerine başka bir prodüktörü alır, o zaman daha farklı rotalara da girebilir.

Yine de Interpol'ün gecelerin huzursuzluğuna soundtrack olan şarkılarını beklemeyin Paul Banks'ten. "Young Again"de "karanlıkta yeniden genç olacağımı biliyorum" diyor ama albümün soundundan da belli ki o artık olgunluk dönemine girmiş.

13-14 Şubat'ta Babylon'da yeni şarkılarını dinlerken solo performansını grupla da kıyaslayacağız ister istemez.

-

27 Ekim 2012 Cumartesi

Depeche Mode: "Harika Bir Rüya Gerçekleşti"



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 27 Ekim 2012


PARİS- Bu hafta Paris’te synthpop’un en büyüklerinden Depeche Mode ile bir araya geldik. Düzenledikleri basın toplantısında medyanın sorularını yanıtlayan grup, 2013’te yayınlanacak yeni stüdyo albümünün ardından çıkacağı dünya turnesini duyurdu. 17 Mayıs’ta Purple Concerts organizasyonuyla Küçükçiftlik Park’ta bir kez daha canlı dinleyeceğimiz Depeche Mode, 2009'da İstanbul konserini vokalist Dave Gahan'ın rahatsızlığı nedeniyle iptal etmişti.

Grubun iki üyesi Martin Gore (MG) ve Andy Fletcher ile (AF) basın toplantısının ertesi günü bir yuvarlak masa röportajı yapma olanağımız oldu.  Martin Gore, her zamanki gibi kibar, sakin ve biraz da çekingendi; Andy Fletcher ise sert görünümü, daha kalın ve yüksek tonda çıkan sesine karşın belli ki espri yapmayı seviyor. Gore'un "hayattaki en iyi arkadaşım" dediği Fletcher ile arasındaki uyum da gözden kaçacak gibi değil. (Basın toplantısında bazı önemli gördüğüm sorulara verdikleri yanıtları da bu röportajın arkasına ekleyeceğim.)

Ne yazık ki yuvarlak masa röportajı olduğundan her istediğimi soramadım. Bir otel odasında gerçekleşen konuşmamız kısa ama bol kahkahalıydı. Çıkışta Purple Concerts'tan Nadir Duman, "O kahkalar sizden mi geliyordu?" diye soruyordu.


-32 yıldır müzik yapıyorsunuz ve sürekli üretiyorsunuz. Eski şarkıların melodisini tekrarlamamayı nasıl başarıyorsunuz?

MG: Bazen bunu başaramazsınız. Yeni şarkıyı duydunuz. Onun da belli bir melodisi var. Yıllar geçtikçe yeni şeyler üretmek giderek daha zorlaşıyor. Bir aşamada kendinizi tekrarlamaya başlayacağınıza hiç inanmazsınız. Ama önemli olan, yaptığınız işte çok fazla miktarda öykünme (pastiş) olmaması.

-Yeni albümün kayıt aşamasında karşılaştığınız zorluklar nelerdi?

MG: Tek isteğimiz, bizi mutlu eden şeyi üretmeye çalışmak. Her projede yenilikler deniyoruz. Bu kez daha önce olmadığı kadar synthesizer kullandık. Stüdyoda her yerde devasa synthler vardı. Albümdeki seslerin büyük bir kısmı onlarla yaratıldı. Bu bizim için yeni bir süreç. Her şey bir anlamda kendiliğinden gelişiyordu.

-Çok uzun zamandır aynı grupta birliktesiniz. Kariyerinizde istediğiniz her şeyi gerçekleştirdiğinizi düşünüyor musunuz?

AF: İlk birkaç albümümüzden sonra kariyerimizde her şeyi gerçekleştirdiğimizi hissetmiştik. 30 yıl sonra hâlâ başarılı görülerek, burada oturup dünya turnemizi duyuracağımızı düşünmemiştik. Bu bizim için harika bir rüyanın gerçekleşmesi.

-Depeche Mode karanlık ama insanı kendine çeken şarkıları, büyük mekanlarla uyumlu bir soundla birleştirmeyi bilen bir grup. Konserleriniz her zaman çok enerjik. Sizce fark yaratan şey, mekanların boyutu mu, yoksa konser atmosferinde yaratılan hissin boyutu mu?

AF: Biliyorsunuz bugüne kadar oturma odalarında, barlarda, daha büyük barlarda, farklı büyüklükte salonlarda, stadyumlarda çaldık. Mekanın boyutunun çok fark yarattığını düşünmüyoruz.

MG: Bugüne kadar dinleyicilerimiz tarafından hep çok iyi karşılandık. Mekanın pek önemi olmadı.

-O zaman ben sizi daha ufak bir salonda görmeyi isterim. (Bu dileğim gülüşmelere yol açtı.

MG: Hayranlarımız kendilerini bütünüyle konsere kaptırıyor. Bunun en büyük nedeni Dave tabii. Dinleyici kitlesinin tümüyle bağlantı kuruyor. Konserlerde herkesin birlikte ellerini havaya kaldırıp salladığı anlar büyüleyici.

AF: Kariyerimizin ilk başlarında daha ufak salonlarda çaldık ama siz kaçırdınız. O günlerde her şey olağanüstüydü. Farklı ülkelere gidip, toplam 100 ya da 200 kişiden oluşan bir kitleye çalardık. Gençtik, çok heyecanlıydık...

-Eski hayranlarınız yaşlanırken yeni hayranlarınız oluşuyor. Yeni şarkıları yaparken bugünkü kuşağın beğenilerini göz önünde tutuyor musunuz? Çünkü bugünkü müzik 80’lerden farklı.

MG: Biz sadece hoşlandığımız müziği yapıyoruz. Bugünün müziğine uymaya çalışsak, işe nereden başlardık bilmiyorum.

AF: Günümüzde bir çok grup 80’lerin tarzını kullanıyor, soundlarını, görünüşlerini o dönemdekilere benzetmeye çalışıyor.

MG: Geçenlerde bana komik gelen bir yorum okudum. 80’lerin dirilişi, 80’lerden daha uzun sürdü diyordu. (Martin, bunu söyleyince büyük bir kahkaha koptu otel odasında.)

-Yeni albümün kaydı sırasında şarkı yazma tekniğinizde meydana gelen en olumlu değişiklik ne oldu? 

MG: Bu zor bir soru. Uzun bir zamandır şarkılarımın pozitif olduğunu söylüyorum.

-Ama karanlık bir yönü var. 

MG: Bu hep söyleniyor ama bence olumlu yönleri çok. Son albümü daha öncekilerle ilişkilendirmek istersem, oldukça farklı geliyor ama bazı şarkılarda Violator hissi, bazılarında ise Songs of Faith and Devotion hissi var. Bu sorunuzu yanıtlar mı bilmiyorum ama yeni albüm bu ikisinin bir karışımı.

-Bana göre karanlık her zaman olumsuz bir anlam içermek zorunda değil, olumlu bir karanlık da olabilir. Ben her zaman sizin kaleminizdeki mürekkebin siyah olduğunu düşündüm. Buna katılır mısınız? (Bu sorum Martin’i güldürdü.)

MG: Evet, katılırım. Karanlıktan daha iyi bir sözcük olarak, kalemden akan bir gerilim diyebilirim. Ancak şarkının sonuna gelene kadar bir yerde insanı canlandıran bir mesaj vardır.


*** BASIN TOPLANTISINDAN NOTLAR ***



İstanbul'dan kalkan Paris uçağı Charles de Gaulle Havaalanı'ndaki grev yüzünden gecikmeli hareket edince,  basın toplansıtına otele uğramadan bavullarla gitmek zorunda kaldık. Paris'te 150 yıllık La Gaite Lyrique adlı tarihi bir binada düzenlenen toplantıya ilgi büyüktü. Girişte bir grup DM hayranının nöbet tutmasına şaşırmadım; çünkü müzik dünyasında en sadık hayran kitlesine sahip gruplardan birisi DM.

Binaya adım atar atmaz grubun fotoğraf çekimi için birkaç dakika sonra basının karşısına çıkacağı anons edildi. Kalabalığın içinde kendime bir yer bulup bir iki kare çekmeyi başardım ve hemen toplantının yapılacağı salona girdim. Paris'e beraber gittiğimiz gazeteci arkadaşları kaybetmiştim, 3. sırada bir yer bulup oturdum.

Soru-cevap kısmına geçmeden önce Depeche Mode'un yeni albümünde yer alan bir şarkı eşliğinde çekilen siyah beyaz bir video izletildi. Grubun albümü kaydederken stüdyoda geçirdiği zaman hakkında bir fikir de veriyordu video. Benim anladığım kadarıyla, çok keyifli bir kayıt süreci yaşanmış. Şarkı hakkında ilk izlenimime göre, syhthesizer soundu kulağa çok güçlü geliyordu. Beni duyar duymaz çarpmadı ama dinledikçe daha çok oturan şarkılardan diyebilirim.




Bir kısmı Fransız basınından olmak üzere, Avrupa'nın farklı ülkelerinden gazeteciler gelmişti. Ama DM, hayranlarını da ihmal etmemiş, basın toplantısına hayranları temsilen katılımcılar da alınmıştı ve onlar da soru yöneltebildi. Türkiye'den de Depeche Mode Fan Kulüp adına Ozan Kaçar bir soru sordu. Onca insan içinde soru yöneltmeyi başarmaları, ayrıca üç üyelerinin masraflarını kendilerinin karşılayarak toplantıya gelmesi, grubun müziğine karşı duydukları heyecanı hiç kaybetmemeleri takdire layık. 2000 yılında Urcun Bolkan'ın inisiyatifiyle başlayan Depeche Mode Türkiye Fan Kulübü'nü buradan tebrik ederim.

Yarım saat süren basın toplantısında grup üyeleri çok rahatlamış ve neşeli görünüyordu. Konuşurken aralarındaki diyalog, grup içinde işlerin oldukça iyi olduğunu düşündürdü bana. Belli ki albümden de gayet memnunlar. Mayıs ayında her şey yolunda giderse güzel bir konser bizi bekliyor.

Basın toplantısı sırasında sorulan sorulardan önemli bulduklarımı aşağıya aldım.

32 yıldır aynı grupta birliktesiniz. Zaman içinde grup üyeleri arasındaki ilişkinin değişimi ve bunun müziğinize ve özellikle bu albüme etkileri nasıl gelişti?

Andy: Bu tür zor sorular yönetilmemesi gerekiyordu.

Dave: Bu çok karışık bir konu. Basit bir yanıtı yok.

Andy: En favori rengim mavi.

Martin: Hiç değişmedi. Açık ki artık daha yaşlıyız. Kimse gülmedi buna. (Not: Martin Gore bunu deyince herkes güldü.) Birbirimizin zayıflıklarını daha iyi tanıyoruz ve çok daha iyi anlaşıyoruz. Dave geçen albüm için birkaç şarkı yazmıştı. Bu defa daha fazla katkıda bulundu. 5 şarkının ve 1’inin yarısının sözlerini yazdı.

Dave: Yıllar içinde inişler ve çıkışlar çok oldu, hepsi belgelenmiş durumda zaten. Herhangi biriyle 32 yıl boyunca herhangi bir ilişki sürdürdüğünüzde bunlar olur. Ama gücümüzü her zaman müzikten, performanslardan, müziğimizi dinleyip bizimle büyüyen hayranlardan aldık. Hayatımızın yarısından uzun bir zamandır bir arada kalıp hala müzik yapabilmek gerçekten muhteşem. Bundan daha fazla ne istenebilir. Martin 40 yıldır şarkı yazıyor, bazıları kaydedilmedi bile. 

Dave Gahan, şarkıları söylerken yansıttığınız enerji, duygu çok etkileyici. Bunu konserlerde yapmak belki biraz daha kolay. Çünkü önünüzde size heyecan veren dev bir kitle oluyor ama aynısını stüdyoda nasıl başarıyorsunuz? 

Dave: Güzel bir soru bu. İkisi çok farklı ama yıllar geçtikçe stüdyodayken kendimi bir şekilde sahnedeki yerime koymayı başardım.

Martin: Biz tezahürat yapıyoruz.

Dave: Evet, bazen konserlerden bile daha çok ses çıkıyor. Bu bana cesaret veriyor ve stüdyoda kendimi rahat hissediyorum. Canlı performanslarda şarkı söylemeyi çok seviyorum. Stüdyoda bütün o büyüleyici konserleri hayal edip kendimi orada düşünmek benim için kolay oluyor.


Sorum Dave Gahan'a. Yeni albümde yazdığınız şarkı var mı? Bu yöndeki katkınız hakkında ne söyleyebilirsiniz?

Dave: Evet, katkım oldu. Martin bu albüm için çok sayıda şarkı yazdı. 20 kadarını albüm için kaydettik. Elimizde demo şarkılar olduğunda bunların gelişimi bir süreç, stüdyoda yapımcı, ses mühendisi de o sürece dahil oluyor. Bu defa Christopher Berg yapımcı olarak stüdyoda bize katıldı. Bu süreç sonunda şarkılar gerçekten değişebiliyor. Bunu seviyorum. Sonuçta ortaya çıkan şey Depeche Mode şarkısı oluyor.  

Toplantının başında izlediğimiz video için tebrikler. Çok eğlenceli ve heyecanlı görünüyor. Stüdyoda geçirdiğiniz zamanla ilgili neler söyleyebilirsiniz?

Martin: Kayıt yapmak her zaman büyük bir zevk. Bizim için hep böyle oldu. Özellikle son 2 ya da 3 albümün turnesi sırasında çok eğlendik. Ben Hillier ve onun ekibi ile çalışmak çok güzel bir atmosfer yaratıyor. Sevdiğimiz bir işi yapıyoruz. Hala müzik yapabilmek bir mucize. Bundan dolayı müteşekkirim.

Metallica’nın yaptığı gibi orkestra eşliğinde klasik şarkılarınızı çalmayı düşünür müsünüz?

Martin: Bunu yapmak tabii kesinlikle olanaklı ama biz muhtemelen yapmayız.

Günümüzde müzik sektörü birçok değişikliğe uğradı. Kendinizi bu sektörde nerede görüyorsunuz? 

Martin: Şanslıyız ki, biz asla hiçbir yere uymuyoruz. Çok sadık bir hayran kitlesine sahip olduğumuz için de talihliyiz. Çünkü müzik sektörü genel anlamda bir devlet gibi. Yaptığımız işe hala büyük ilgi gösterildiği için çok mutluyuz. 

Bugüne kadar hayal ettiğiniz şarkıyı yazabildiniz mi?

Martin: Yıllardır çok sayıda şarkı kaydettik. Bunların arasından yazmayı başardığım nihai şarkıyı seçebilir miyim bilmiyorum ama yeni albümden çok memnunum. 3-4 tanesi bugüne kadar yaptıklarımızın en iyilerinden.

Dave: Yeni albümde Martin’in yazdığı birkaç şarkı da benim söylemekten dolayı en heyecan duyduklarım arasında.

Bunca yıl sonra sahnede iyi bir konser gerçekleştirmek için düşünceleriniz neler ya da yıllar sonra hala performans sırasında aynı şeyleri yapmaktan mı hoşlanıyorsunuz?

Martin: Kişisel olarak benim için çok şey değişti. Çünkü eskiden sürekli sarhoştum. Son 2 turnede çok zevk aldım ve gerçekten sahnede olmanın ne demek olduğunu hissettim.

Dave: Benim için de aynı. Değişti. Benim de Martin gibi benzer deneyimlerim oldu. Performans sırasında her şeyinizi ortaya koyuyorsunuz. Dinleyiciler ile kurulan ilişki gerçekten tamamen saf. Turnenin sonunda bir anlamda hoşça kalın demenin ne kadar zor olduğunu söylerim. Canlı performans çok duygusal bir şey.

Christian Eigner ve Peter Gordeno yine bu turnede de sizinle olacak mı? 
Sahnede nasıl bir düzenleme olacak?

Andy: Christian and Peter turnede bizimle olacak. Yine fantastik bir sahne tasarımı için çalışmalar devam ediyor.

Dave: Anton Corbijn bu konuyla ilgileniyor.

Bunca yıl sonra şarkılar için ilhamı nereden buluyorsunuz? 

Martin: Bu çok garip bir süreç. Bazen bir hippie gibi oluyor, bazen de evrensel bir adam rolünden faydalanıyorsunuz. 

Albümün adı belli değil dediniz ama yayınlanacağı tarih ve plak şirketi belli mi?

Andy: Hayır. 

Dave: Daniel Miller aramızda. O hala bizimle ve biz de kendisine hala çok güveniyoruz.


(Not: Röportajın sonunda birlikte fotoğraf çektirdikten sonra İstanbul'da Kontra Records'tan aldığım "Music for the Masses" plağımı da imzalattım. Hayranlar ve imzaları merak edenler için fotoğrafı buraya koyuyorum. )



(Fotoğraflar bana aittir.)

http://cumhuriyet.com.tr/?hn=374346
-

21 Ekim 2012 Pazar

Ruhuma Diz Çöktüren Konser


19 Ekim gecesi saat 01.00’da Salon’dan çıkıp eve dönmek üzere arabaya bindiğimde şu tweeti atmıştım: “Türkiye konser tarihinde @saloniksv'de bu akşam verilen konser için özel sayfa ayrıldı. Nils Frahm'ın müziği karşısında ruhum diz çöktü.

Abartılı bir ifade gibi görünebilir ama değil; tam olarak hissetmesem bunu yazmazdım. Nitekim arabada giderken arkadaşlara daha açıklıkla hislerimi anlattım ama Twitter’da bu olanaklı değil. O nedenle bu yazıda klasik bir konser değerlendirmesinin dışına çıkıp, ruhun diz çöküşünü tasvir etmeye çalışacağım.

 “Diz çökmek”, aslında günlük Türkçe kullanımında üzerine daha çok olumsuz anlam yüklenen bir deyim. Birisinin önünde diz çöktüğünüzde, savunmasız bir durumda koşulsuz teslimiyet içine girdiğiniz anlamı çıkıyor. Esir alınan insanın (isteyerek ya da zorunlu olarak) acizliğini ve tabii onu esir alanın (haklı ya da haksız) içinde bulunduğu durumdaki gücünü yansıtıyor.

Ama acaba “diz çökmek” denilince algımız, bununla sınırlı mı? O gece tweet atarken rastgele seçmedim bu ifadeyi. 3 saat boyunca A Winged Victory for the Sullen, Olafur Arnalds ve Nils Frahm’ı dinledikten sonra ruhum gönüllü olarak diz çöktü o müziğin önünde. Bir saygı ifadesiydi bu.

Kavram alışılmış anlamının dışına çıkmıştı fakat zaten o akşam Salon’da sıradışı bir gece yaşandı. Çıt çıkarmadan müziğe odaklanan seyirci kitlesi, karanlık atmosfer ve her bir dinleyicinin kalbinin derinliklerine inen, vokalsiz, çok içten bir müzik vardı. O gece müzik aletleri konuştu, konserin anahtar sözcüğü diyalogdu. Piyano çello ile söyleşirken, aslında piyanist dinleyiciye derdini anlatıyordu. Dustin O’Halloran, Olafur Arnalds ve Nils Frahm sırt sırta verip aynı oturağı paylaşıp aynı piyanoyu çalarken, insani birliğin sanata en güzel yansımasının örneğini veriyordu. Birisinin dokunduğu tuştan çıkan ses, diğerinin dokunuşuna yön veriyor, birbirlerini tamamlıyorlardı.

Olafur Arnalds’ın mükemmeliyetçi tarzı, bu defa daha çok dikkatimi çekti. Geçen yıl yine Salon’da verdiği konserde daha uzun çalmıştı ve müziği beni daha çok sürüklemişti. Bu kez sahneyi dokuz müzisyenin paylaştığı bir konserde ister istemez diğerleriyle kıyasladım.

Nils Frahm’ın piyanoyu çalışı bana çok duygusal geliyor; bu yıl onu üçüncü defa canlı dinledim ve yine beni ağlatmayı başardı. Dustin O’Halloran ile Adam Wiltzie’nin kurduğu A Winged Victory for the Sullen, klasik müzik, ambient ve enstrümantal rock’ın buluşmasıyla oluşan kusursuz müziğiyle, daha konserin açılışında dinleyiciyi belli bir yöne doğru çekerek rotayı belirledi. Anne Müller’in çellosuyla piyano ile girdiği çarpıcı diyaloglar, ancak rüyalarımıza eşlik edebilecek bir soundtrack gibiydi. 

İletişimin giderek daha zor kurulduğu, insanın daha çok yalnızlaştığı bir dünyada, 400 kişinin bir salona girip çıt çıkarmadan müzik dinlemesi ve benzer duyguları paylaşabilmesi, bu dünyayı hala yaşanılır kılan en kutsal değerlerden birisi. Böyle bir konseri İstanbul’da gerçekleştiren Salon ekibi ve Londra/Berlin merkezli Erased Tapes Records başta olmak üzere, bu değeri yaşatan ve katkıda bulunan herkese teşekkür borçluyuz. Erased Tapes Records’a nice 5 yıllar dilerim.

Yumuşak esen, kimi zaman hafif bir ürperti yaşatsa da sonunda ruhumun sessiz ve güvenli, kuytu bir yer bulmasını sağlayan, gücü karşısında diz çöktüğüm müziklerden örnekler aşağıdaki videolarda. Onlar sözden daha iyi anlatır ne demek istediğimi...

 

(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)
_

Vitrindeki Albümler 136: Godspeed You! Black Emperor - ALLELUJAH! DON’T BEND! ASCEND! (Constellation)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 21 Ekim 2012

Enstrümantal rock’ın en iyi temsilcilerinden Kanadalı grup Godspeed You! Black Emperor’ın (GYBE) 2003’te dağılmasının üzerinden neredeyse 10 yıl geçti. (Post-rock ifadesini ben de birçok müzisyen gibi saçma bulduğumdan kullanmıyorum. Bilginize.) 1994’te kurulduklarından bu yana bazı üyelerini kaybeden, dokuz yıl içinde beş albüm yayınlamış bir grup için çok da şaşırtıcı bir durum değildi bu. Aktif oldukları yıllarda kaydettikleri albümlerle çok sağlam bir hayran kitlesi edinmeyi başarıp, kendilerinden sonra gelen gruplara yol açacak kadar iyi müzik yaptılar. Biz eski şarkılarını dinleyip mutlu olurken, 2010 yılının sonlarına doğru turne için yeniden bir araya gelecekleri duyuruldu ve 2011’de bu turne gerçekleşti. Ardından yeni şarkılar kaydettiklerini söylediler; sonunda bu ay altıncı albümleri yine Kanada’nın bağımsız plak şirketlerinden Constellation’dan çıktı.

Hepsi büyük harflerle yazılan, “boyun eğme, ayağa kalk” mesajını veren bir albüm adının tercih edilmesini, doğal olarak GYBE’nin bildiğimiz politik yönüyle ilişkilendirdim. Grubun çeşitli politik referansları simgeleştiren sıradışı şarkı ve albüm isimlerine alışkınız. 2002’de yayınladıkları albüm “Yanqui U.X.O.”da, uluslararası şirket oligarşisini patlamamış savaş gereçlerine benzeten ve beş büyük plak şirketiyle silah üreticileri arasındaki bağlantıları gösteren grafiğe yer veren bir grup o. GYBE, hiçbir zaman Tom Morello’nun Rage Against the Machine’nin Epic Records’dan albüm çıkarışına bahane bulmaya çalışması gibi iç burkan bir çabaya girişmedi. Giriştiği gün ben dahil çok sayıda hayranını kaybeder. Çünkü onlar, “müziğin yolunda gitmeyen, insanı isyan ettiren meselelerle ilgilenmesini, aksi takdirde var olmamasını” savunuyor. Çünkü onlar, “Ya kralı ve dalkavuklarını memnun eden ya da onun kalesinin dışında sömürülen köleler için müzik yaparsınız” diyor. Bunları ilke edindiğini söyleyip ardından tersi bir davranış içine girerlerse içtenlikleri tek bir balta darbesiyle yıkılır.

Bunu yazarak Tom Morello’yu bir kenara attığım sanılmasın, saygı duyduğum, önemsediğim ve takdir ettiğim bir müzisyen ama bu konudaki bakış açısı bana ters. İlkeleri bir kere esnetmeye başladığınızda, pragmatizmin sonu gelmiyor; o tür bir pragmatist yaklaşım, her zaman haklılık gerekçeleri bularak, aslında eleştirdiğiniz kesimle aynı şekilde davranma tuzağına düşme riskini de taşıyor.

Bütün bu nedenlerle, GYBE’ı ilk kuruldukları günden bu yana, tamamen enstrümantal şarkılar yapsa da, ben onların müziğini dinlerken içtenliklerinden kuşku duymadan, vermek istedikleri politik mesajı net olarak alıyorum. Yeni albümün adının dışında dikkat çeken bir diğer nokta, kapağın arkasında yer alan bir şiir. Çevirince anlamını yitireceğinden buraya olduğu gibi alıyorum.

WRECK’D US OUR COUNTRIE’S AMOK 
TORN THRU 
WITH BIRDS THEE SKY’S A BRUIS’D UNRECKONING 
THEE SHORE’S BLED DRY BUT TEPID WATERS. 
to bury the lead in trebl’d hiss, thatch the following -

BUCKET-WIRE 

 DUNG GOD’S PEE 
(decant – incant – reacant) 

 OUR CITIES’ GRACE AND PAIN 
A STINKIN’ WIND – A PLAGUE OF POLICEMEN 
AND 
OUR DREAMS, ALIT, STINKING IN THE HARBOUR 
THEE ONLOOKERS STARE 
‘ALLELUJAH! DON’T BEND ASCEND. 

Polis baskısı ve faşizm altında boğulup cinnet geçiren toplumun son haykırışları bunlar. Ama sonunda “boyun eğme, kalk ayağa!” diyor. “Kapakta bunları demese, GYBE’yi tanımasam, sadece müziği dinleyerek ne algılardım?” diye sordum kendime. Algıladığım şeyi üç kelimeyle anlatmam gerekse; kaos, karanlık ve mücadele derdim. Yaklaşık 20 dakikalık “Mladic”i dinlediğimde giderek tonu yükselen drone ve gitarların yarattığı karmaşa, sona doğru sürüklenişin izlerini taşıyor; gerginlik, panik ve isyan var şarkıda. Daha önce grubun “Albanian” adıyla çaldığı ve hayranlarının önceden de bildiği şarkının evrilerek geldiği bu son nokta, GYBE’ın da geldiği yeri keskin hatlarla ortaya koyuyor. 

Arkasından gelen 6.5 dakikalık “The Helicopter’s Sing” yaylılardan ve gitarlardan çıkan atonal vızırtı ve gürültülerin bir kombinasyonu. Son birkaç yılda dünyada yaşanan huzursuzluk ve parçalanma ancak böyle melodiyi bir kenara bırakarak, uyumsuz seslerle aktarılabilir.

Bu kaostan sonra gelen “We Drift Like Worried Fire” ise, grubun “Gamelan” adıyla daha önce çaldığı şarkının 20 dakikalık yeni versiyonu. “Mladic” kadar karanlık değil; sanki çıkış yolu arayanların yılmadan direnişleri gibi bir umut kıvılcımı var gitar rifflerinde. Üzerine hiç ara vermeden bastığınız zil gibi çalan gitarlar an geliyor davul ve yaylılardan çıkan titreşimlerle yine gerilimli bir ortama dönüyor sonunda kazanan diriliş oluyor.

Albümün kapanışını yapan yaklaşık 8.5 dakikalık “Strung Like Lights At Thee Primtemps Erable”, dinleyiciyi yoğun bir dark ambient atmosferine sürüklüyor ama 6. dakikada sular duruluyor. Tamamen sessizlik sağlandığında dinleyiciye kalan 55 dakikalık eşsiz bir yolculuk oluyor. Günün her saatinde her koşulda çıkılacak bir yolculuk değil bu; önce fikren hazır olmanız lazım. Çünkü dinleyenden de önemli katkı bekleyen şarkılar bunlar.

Yönetimi ele geçiren oligarşinin, korporatokrasinin, kapitalizm denilen kokuşmuş sistem içinde uyguladığı sömürüye, baskıya karşı isyan duygularınız hali hazırda içinizde yeşermişse, bu albüm yeterince sarsıcı olacaktır. “Bana ne, bana her gün bayram” diyenlerdenseniz, hiç bulaşmayın bu gruba.

Belki zaten bilinen eski şarkıları yeni versiyonlarıyla albüme aldığı için GYBE’ı eleştirenler olacaktır ama albümü iyice sindirmeden yargılamayın derim. İçinde son 10 yıla dair ipuçları taşıyan, grubun tavrını en net ortaya koyduğu, mesajıyla, müziğiyle dört dörtlük bir albüm kazandık. Albümü Soundcloud üzerinden dinleyebilirsiniz.
  _

15 Ekim 2012 Pazartesi

George Michael @ MEN Arena, Manchester






© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 14 Ekim 2012


Salı akşamı çok yetenekli bir ismi, George Michael’ı ilk kez canlı dinleme olanağı buldum. 80’li yıllarda pop müzik ikilisi Wham! ile hayatımıza giren bu ünlü müzisyen, çalkantılı özel hayatına karşın, sadece ayakta kalmayı başarmakla yetinmedi, aldığı ödüller ve gördüğü ilgiyle de hâlâ müzik dünyasının en büyüklerinden biri olduğunu kanıtladı.


Geçen yıldan bu yana 41 kişilik orkestra eşliğinde sürdürdüğü “Symphonica” adlı turnesi kapsamında Manchester’a da uğradı George Michael. Bir süre önce ağır bir akciğer enfeksiyonuna yakalanan sanatçı, tedavi gördükten sonra yeniden turnesine devam etme kararı almıştı. Ancak tedavi sürecinin ardından bu defa psikolojik travma sorunu baş gösterince, Avustralya turnesini iptal etti. Görünen o ki, İngiltere’deki konserlerinin ardından tekrar tedaviye dönecek. Manchester’daki konser bu nedenle ayrıca önemliydi.


Bu bilgilere önceden sahip olmasaydım ve bunlar bana MEN Arena’daki konserden sonra anlatılsaydı şaşırırdım. Çünkü benim sahnede izlediğim müzisyen, son derece rahat ve neşeliydi. Konser başlamadan 5 dakika öncesinde sahne arkasında neler oldu bilemem elbette ama dinleyici açısından çok keyifli bir konserdi. Her şeyden önce George Michael’ın sesini 80‘lerin en ünlü hitlerinden Wham!’in “Careless Whisper” adlı şarkısında nasıl hatırlıyorsanız, aradan geçen yaklaşık 30 yıl sonra o ses aynı güzellikte.


İKİ GEORGE MICHAEL


Konser boyunca sahnede iki ayrı George Michael vardı. Birisi bir bar sandalyesinin üzerine oturup loş bir ışıkta 1940‘larda, 50‘lerde Bing Crosby ya da Billie Holiday’in meşhur ettiği şarkıları bir caz yorumcusu havasında söyleyen George Michael; diğeri Rufus Wainwright ve Rihanna gibi bugünün ünlü isimlerinin şarkılarını kendine özgü yorumla dans eşliğinde sunan George Michael. Kanımca o, ikisini de üzerinde büyük bir ustalıkla taşıyor; dinleyicisini hem dans ettiriyor, hem de yoğun duygular yaşatıyor.





Bu özelliğinin en bariz şekilde ortaya çıktığı şarkı, ilk kez 1957’de Johnny Mathis’in sesinden duyulan “Wild Is the Wind” cover’ı oldu. David Bowie ve Nina Simone tarafından da mükemmel yorumlanan bu şarkıya kendi kişiliğini çok çarpıcı bir şekilde yansıttı George Michael. Bu şarkıyı getirdiği yorumu, 1999 albümü "Songs from the Last Century"de de dinlemiştik ama ben konserde orkestra eşliğinde nasıl seslendireceğini merak ediyordum. Merakım da boşuna çıkmadı; şarkının ilk yarısını alışılagelen hafif melankolik bir tonda söylerken, ikinci yarısında birden tamamen farklı bir havaya bürünüp çok enerjik bir pop/disko versiyonuna geçti. Böylece hayatımda ilk kez bu iç burkup gözledi dolduran şarkıda insanların dans ettiğine tanık oldum. 

The Police’den “Roxanne”, Terence Trent D’Arby’den “Let Her Down Easy”, New Order’dan “True Faith”, Ian Brown’dan “F.E.A.R.” gecenin diğer ilginç cover şarkılarıydı. Kendi solo albümlerinden “John and Elvis Are Dead”, “Through”, “Kissing a Fool”, “Praying for Time” ve “Feeling Good”u söylerken, eşcinsellik, din baskısı, bağımlılık, aşk gibi konularda kısa yorumlarda bulundu, eşitlik ve özgürlük mesajları verdi.


İki saatlik konserde kanımca sound açısından tek uyumsuz kalan şarkı Rihanna’nın “Russian Roulette”i oldu. Salondaki çoğu dinleyicinin dans ettiğini görünce “George Michael’ın insanları dans ettirmek için Rihanna’ya ihtiyacı yok” dedim. Neyse ki kapanışı kendi şarkısı “Freedom”la yaptı. Onbinlerce insanın ayağa kalkıp “Özgürlük!” diye bağırarak dans etmesi görülecek sahneydi. 


Müziğini çok sevmeyenlerin bile sahnedeki profesyonelliğine tanık olup mükemmel yorumlarını dinlemek için George Michael'ı konserde izlemelerini tavsiye ederim. Umarım en kısa zamanda tamamen iyileşip turnesine devam eder. Çok açık ki onun yeri sahne. 




-

14 Ekim 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 135 : Beth Orton - Sugaring Season ( Anti- Records)



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 14 Ekim 2012


Beth Orton’dan uzun süredir ses çıkmıyor derken yeni albüm haberi geldi. 2006’da çıkardığı “Comfort of Strangers”dan bu yana altı yıl geçmiş. Sessiz kaldığı yıllarda aslında hiç de boş durmadı Orton. İki çocuk sahibi oldu, plak şirketi EMI’dan ayrıldı ve evlendi. The Guardian’a söylediğine göre, 40 yaşını da geçince herhalde artık müzik yapmam, ya üniversiteye dönerim ya da roman yazarım diye düşündüğü sırada, işler değişmiş. Kariyerinin başında çalıştığı Tom Rowlands (The Chemical Brothers) yeniden birlikte kayıt yapmak için temas etmiş ama Orton, artık sentetik soundların ilgisini çekmediğini, gitarını omzuna asıp, duyguları titreşimlerle hissetmek istediğini söylüyor. Yine de Rowlands ile başlattıkları iki şarkıyı, elektronik seslerin yerine canlı enstrümanları koyup yeni albümüne almış.

Albümün ortaya çıkış öyküsüne baktığımızda, Beth Orton’un ne yapacağını tam olarak bilmediği bir dönemde bu albümün tohumlarını attığını anlıyoruz. Müzik endüstrisinde çoğu insanın onun artık devrini tamamladığını düşündüğünü ve kendisinin de buna inanmaya başladığını söylüyor Orton. Ama demek ki içten inanmamış buna; böyle bir dönemde, tek başına çocuk büyüten bir anne olarak, hiçbir plak şirketiyle anlaşması olmadığı halde, bebeğini de yanına alıp, doğum yeri Norfolk’ta eski bir ahırdan dönüştürülmüş mekanı kiralayıp yeni şarkılar yazmaya başlamış. Anne olmanın insanı bencilliğinden uzaklaştırıp farklı bir bakış açısı kattığını da o dönemde keşfetmiş Orton. Sadece sabah uyandığında kızına çalacağı şarkıyı tamamlamak için uykusuz kaldığı geceler olmuş. 

Bana göre, Beth Orton, bu albümde sonbaharın ve yalnızlığın getirdiği melankolizmi, yeni bir bebeğin varlığıyla gelen sorumlulukla çok iyi dengelemiş. Albümün açılış şarkısı “Magpie”da “Geri dönmeyeceğim, Güneşi gördüm / Hiç kimse için geri dönmeyeceğim” derken belli ki kendi hayatından söz ediyor. 

Beth Orton, 19 yaşında ailesini kaybedince kendini bir Budist tapınağına kapatıp acılarıyla baş etmenin yolunu bulmuş bir insan. 40 yaşında işler ters gitse de yine bir yolunu bulmuş ve çok içten şarkılar yazmış. Londra’ya dönüp şarkılarını konserlerde çalmaya başladığında gördüğü ilgi üzerine bağımsız plak şirketi Anti- Records ile anlaşınca da “Sugaring Season” ortaya çıkmış.

Albüm adını akçaağaçların şurup vermeye başladığı dönemden alıyor. Beth Orton, şurup elde etmek için bu ağaçlardan çok miktarda özsu toplamak gerektiği fark ettiğinde, bununla kendi yaratım süreci arasında bir bağlantı kurmuş. Albüm için çok bekleyip epey çaba harcamış ama değmiş; 10 şarkıdan oluşan 37 dakikalık albümü dinlediğimde Orton’un hafif isli sesini ne kadar özlediğimi anladım. Bir önceki albümü gibi elektronik unsurları çıkarıp organik bir sound elde etmiş, bu defa sesine farklı renkler de gelmiş. 

Her zamanki gibi içindeki ıssızlığı, yalnızlık duygusunu yansıtan şarkı sözleri dikkat çekiyor ama insanın içini ısıtan melodilerden yoksun değil şarkılar. Piyano ve keman eşliğinde söylediği “See Through Blue”, dinleyeni dansa yöneltebilecek tek şarkı. 

Something More Beautiful” adlı balad, hiç de hoş olmayan bir şeyi daha güzel bir şeye çevirecek sırrı öğrenmek istediğini anlatıyor. Bana kalırsa, bir süre önce içinde bulunduğu hoş olmayan bir durumu bu albümle daha güzel bir hale getirmiş Orton. Aslında onun hayatı bunun yollarını aramakla geçti. Akustik gitarın liderlik ettiği “Sugaring Season” da hem o yollardan birisi, hem de dinleyende tatlı bir his yaratan güzel bir folk-pop albümü. 



_

11 Ekim 2012 Perşembe

Aphex Twin @ Barbican Center, Londra


Dün akşam Barbican Center'da Aphex Twin'in "Remote Orchestra" adını verdiği konseri izledim ve sanırım ilk kez bir konseri anlatırken oldukça zorlanacağım. Gördüklerimi ve duyduklarımı ne kadar net açıklamaya çalışırsam çalışayım, yine de tatmin edici bir sonuç alabileceğimden emin değilim. Çünkü ancak yaşanarak deneyimlenebilecek türden bir işitsel-görsel performanstı.

Fikir, bir orkestranın Aphex Twin tarafından bir kumanda paneli aracılığıyla yönetilmesi esasına dayanıyor. Kısaca olanı hayalinizde canlandırmaya çalışacağım: Sırtlarını seyirciye dönerek sahnedeki ekrana bakan koro elemanlarının ve diğer müzisyenlerin önünde her zamanki gibi alışılagelmiş notalar ve melodiler yok, onların yerine sahnedeki ekrana kumanda panelinden yansıyan komutların görselleştirildiği ekran var. Her müzisyen, o ekrana ve önlerinde hangi sesi hangi tonda çalmaları gerektiğini belirten işaretlerin yazılı olduğu notlara bakarak müziğe iştirak ediyor. Aynı zamanda taktıkları kulaklıklar aracılığıyla Aphex Twin'den gelen sesli komutları da alıyorlar.

Sonuçta bir orkestra elektronik bir sistem aracılığıyla, makineler yardımıyla yönetiliyor. Ama çalınan aletler bildiğimiz orkestrada kullanılan aletler ve sesler de insan sesleri. Yaklaşık 1.5 saat süren performans boyunca üzerinde düşündüğüm noktalardan birisi, makine-insan birlikteliğinin müzikteki boyutları ve sınırlarıydı. O akşam duyduğumuz müziği yönlendiren makineler olsa da belirleyici olan insandı. Ayrıca verilen komutlar doğrultusunda her aletten, her insandan çıkan sesler de bire bir aynı olmayacağından en nihayetinde farkı yaratan da insan.

İlk bölümde bu şekilde uzun bir süre devam edince, oldukça karanlık soundu olan bir müzik ortaya çıktı; melodilerden öylesine uzak bir yapısı vardı ki, herkes için dinlenilebirliği olmadığı kesin. Ama zaten Aphex Twin'in hiçbir zaman böyle bir kaygısı olmadı; bu proje içinse tamamen müziğin doğasına dair çarpıcı bir deney yaptığını düşünüyorum.

İkinci bölümde tavandan asılarak yerden yarım metre yükseltilmiş ve böylece havada duruyor görünen bir piyanoya odaklanıldı. Bir kişinin bir yanındaki halattan tutup piyanoyu çektikçe tuşlarına tuşlardan çıkan sesler ve halatın yarattığı hışırtılar kapladı salonu. Çekip bırakma hızına bağlı olarak değişen sesleri ve havada gel-git yaşayan piyanoyu izlemek gerçekten çok enteresandı.

Son kısımda sahnenin çeşitli yerlerine asılan disko topları gördük. Bu arada duman makinesi ile ortalık göz gözü görmez hale getirildi. Karanlık bir ortamda sahneye birileri çıktı ve her biri topları çekip hızlıca bıraktı. Lazer ışınlarının toplarla buluşma anında çıkan seslerle tamamen rastlantısal bir müzik oluştu. Her bir topun çekilip bırakılma hızı ve onun lazerle buluşma frekansı farklı ve önceden kestirilebilir olmadığından ortaya çıkan müziğin de önceden bilinme olanağı yoktu. Işıkların ve seslerin dansıydı izlediğimiz. Işığın sesi, sesin ışığı temsili aklımda yeni ufuklar açtı.

Bütün bu gördüklerim, bana elbette Brian Eno'yu hatırlattı. Sınırsız olasılıklar ve rastlantısal gelişen müziğin ne kadar sıradışı ve heyecan verici olabileceğini bir kez daha duyumsadım. Aphex Twin : Remote Orchestra deneyimi bugüne kadar izlediğim en yaratıcı işlerden birisi. Ses-ışık, insan-makine, yapay-doğal arasındaki ilişkileri tekrar sorgulayıp düşündüren önemli bir performans. Bu, Remote Orchestra'nın Londra'daki ilk, dünyadaki ikinci konseriydi. Aphex Twin bunu bir yerlerde mutlaka tekrarlayacaktır ama şu kesin ki, bir daha bunun aynısını istese de yapamaz; ancak sınırsız olasılıklardan birini gerçekleştirir. Brian Eno görse gurur duyardı.

(Fotoğraflar ve Videolar bana aittir.) -

9 Ekim 2012 Salı

Radiohead'in En İyisi



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 9 Ekim 2012


MANCHESTER- Bir grubun beşinci kez konserine gitmek için ya müziklerini çok sevmeli ya da o grubun gerçekten çok etkileyici bir canlı performansı olmalı. Konu Radiohead olunca benim açımdan her iki madde de sağlanmış durumda. Bu nedenle onları her turnede izlemek istiyorum.

Şubat 2012‘den bu yana geçen yıl yayımladıkları “The Kings of Limbs” albümünün dünya turnesini sürdürüyor Radiohead. Grubu özellikle Manchester’da izlemek farklı bir deneyim; çünkü hemen herkesin şarkı sözlerini ezbere bilip iştirak ettiği, çok coşkulu bir izleyici kitlesi var bu kentte. 

Avrupa’nın en büyük kapalı salonu MEN Arena’da yaklaşık 25 bin kişinin katıldığı konser, bugüne kadar izlediğim Radiohead konserlerinin içinde hem ses, sahne tasarımı gibi özellikler hem de grubun performansı açısından en iyisiydi.

Sahnenin her iki yanına büyük ekranlar koymak yerine, daha önce grubun video kliplerinde de gördüğümüz bir tekniği kullanmışlar; mikrofonlara yerleştirilen kameralar doğrudan sahnenin çeşitli yerlerinde asılı duran küçük ekranlara yansıtılmış. Böylece grup elemanlarının yakın görüntüleri salonun her yerinden görünmüş oluyor. Renkten renge giren farklı boyutta paneller aracılığıyla da müziğin karışık yapısına uygun olarak çok göz alıcı bir dekor tasarlanmış. 


Kanadalı müzisyen Caribou’nun yarım saatlik mükemmel setiyle açılan gecede, daha sonra sahnenin hazırlanması için 45 dakika ara verildi. Dikkatimi çeken nokta, o sırada çalınan müziklerin Thom Yorke’un son dönemde DJ setlerinde çaldığı dubstep ağırlıklı şarkılardan oluşmasıydı. Radiohead’in müziğine elektronik unsurları katması kimilerince hep eleştirildi ama bence bugün hâlâ bu kadar çok seviliyorlarsa, bu, müziği statik bir olgu olarak görmemelerinin bir sonucu. 

Grubun sahneye çıkış anının, geçen yılın en iyi elektronik albümlerinden birini kaydeden Zomby’nin “Mozaik” adlı şarkısından Radiohead’in “Lotus Flower”ına geçişle yapılması da, müziğe yaklaşımlarına dair önemli bir işaretti. Rock, caz ve elektronika unsurlarının oluşturduğu bir mozaik içinde, çok sağlam bir altyapıyla müzik yapıyor Radiohead ve bunu büyük ölçüde “Kid A” albümünde girdiği maceraya borçlu. Müzikte daima risk alan, vizyonu geniş ve öncü bir anlayışın temsilcisi onlar.

Yaklaşık iki buçuk saat süren konser, “The King of Limbs” turnesi kapsamında gerçekleşti ama şarkı seçimlerine bakarsak, bir anlamda Radiohead’in en iyilerinden bir seçim yaptığı ortada. Ancak en iyiler derken hit şarkıları kastetmiyorum. Seçilenler genel olarak düşünülen klasik “best of” anlamının dışındaydı. Birçokları için "Myxomatosis" ya da "Planet Telex"in çalınması beklenmedik bir durumdu ama Radiohead alışılmıştan farklı bir şarkı listesi yapmış. Bu liste benim en iyi tanımıma çok uyduğu için ayrıca memnun oldum.


Manchester'da sadece ilk albümleri “Pablo Honey” dışında, yayımladıkları diğer yedi albümden de çaldılar. 8‘i biste olmak üzere konserde dinlediğimiz toplam 24 şarkının içinde “These Are My Twisted Words”, “Full Stop”, “The Daily Mail” ve “Staircase” gibi herhangi bir albümde yer almayan, single olarak yayımlanan ve yeni kaydedilenler de vardı. 

Setlist'e dair beklentiler bazılarını hayal kırıklığına uğratsa da, sonuçta konserin bütünü düşünüldüğünde salondaki enerji seviyesi hiç düşmedi. Her biri ayrı güzel olan şarkılar arasında favori seçmek zor ama  bir punk konseri havası yaratanlar  “The National Anthem”, “Myxomatosis” ve “Paranoid Android” oldu. 

Thom Yorke’un kendine özgü çılgın danslarıyla renklendirdiği sahnede diğer grup üyeleri de her zamanki gibi büyük bir uyumla çaldı. Geçen yıldan beri Clive Deamer’ın gruba ikinci baterist olarak katılması, kuşkusuz grubun soundunu daha da güçlendirdi. 2011'de ilk kez Glastonbury'de altı üyeli Radiohead'i dinlemiş ve farkı görmüştüm; zaman içinde Deamer'ın gruba tam olarak enjekte olduğunu gözlemledim. Konserde fazla göze batmasa da asıl kahramanlardan birisi ise, yine gitar, elektronik sesler, perküsyon ve tuşlu çalgılarda oradan oraya koşuşan Jonny Greenwood’du. 

Merhaba, Adım Lady Gaga” diyerek konsere espriyle başlayan Thom Yorke'un 44. yaşgününü dinleyicilerin hep bir ağızdan söylediği ünlü “Mutlu Yıllar Sana” şarkısıyla sahnede kutlayışı ilginç bir andı. Gülümseyerek teşekkür ederken bu sürprize çok sevindiği belliydi. 

Gece “Kid A” albümünden “Idioteque”te Thom Yorke'un kendini kaybettiği dansla sona erdi. O anlara büyük bir keyifle tanıklık ederken, Radiohead’in 27 yıldır yalnızca dünya alternatif rock sahnesinin en başarılı gruplarından birisi değil, aynı zamanda günümüzün en iyi grubu olduğunu da düşünüyordum.



(Videolar bana aittir.)


Setlist-





7 Ekim 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 134 : Efterklang - Piramida (4AD)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 7 Ekim 2012


Bir müzisyenin ya da grubun yeni bir albüm kaydetmek için daha önce hiç görmediği bir yere gitmesi, önceden hazırladığı materyallerle donanımlı bir stüdyoya girmek yerine kişisel konforu için kurgulanmış yaşamından uzaklaşıp farklı seslerin peşine düşmesi, her zaman ilgimi çeken bir durum. Böyle bir maceranın sonunda ne olacağını bilemezsiniz; felaket de olabilir, mucize de. Müzisyen olsam aklıma gelen en uzak yerlere bile gitmeyi göze alırdım ama Kuzey Kutbu’nu düşünür müydüm emin değilim. Soğuk havayı severim ama Türkiye’den kalkıp gitsem, o kadar soğukta sanırım donar kalırdım.

Efterklang üyeleri, Danimarkalı olmanın avantajını kullanıp dördüncü albümleri için bunu da göze almış ve Norveç ile Kuzey Kutbu arasında kalan Piramiden adlı terk edilmiş bir kentte 9 gün geçirmiş. Böyle bir yerin varlığından haberleri rastlantısal bir şekilde gelişmiş. Albümü yeni bir yerle ilişkilendirme düşüncesi akıllarında varmış ama neresi olabileceğine henüz karar vermedikleri bir sırada İsveçli bir yönetmenden o bölgede video çekme önerisi gelmiş. Onun gönderdiği fotoğraflara baktıklarında bu düşünce onlarda tutku halini almış. 1927’de Sovyetler Birliği’nin İsveç’ten satın aldığı bu kenti, devlete ait bir kurum tamamen madencilik kenti olarak inşa etmiş ama 1998’de orayı terk etmişler. Grup üyelerinin röportajlarda anlattığına göre, şu anda bir hayalet kent olsa da, eskiden kalan binaların aynen yerinde durduğu son derece garip ama bir o kadar da ilginç bir yer Piramiden. Efterklang’ın orada her şeyi, 1998’den kalma bir bitkinin üzerindeki kuru yaprakların sesini bile kaydettiklerini düşünmek heyecanlandırıyor insanı.

Piramiden’in Efterklang elemanlarını cezbetmesinin en önemli nedenlerinden birisi de, bir konser salonunun içinde duran büyük bir piyano olmuş. Uzun süre izin alıp onu kullanmaya çalışmışlar. Bir adanın üzerinde yer alan kente zorlu bir yolculukla ulaştıktan sonra, çevrede araştırmaya girişmişler. 8 metre yüksekliğinde dev bir petrol tankeri bulduklarında, üzerindeki her bir çentiğe vurulduğunda değişik sesler çıktığını fark etmişler. Miss Piggy adını verdikleri bu enteresan alet de albüm kayıtlarında kullanılmış. Etrafta çok sayıda alan kaydı yapıp ülkelerine geri dönmüşler.

Sonuçta dinlediğimiz “Piramida”, bu alan kayıtları ile genç kızlardan oluşan 70 kişilik bir koro, Andromeda Mega Express adlı bir bakır nefesliler grubu, kemanda Peter Broderick ve piyanoda Nils Frahm’ın katkılarıyla örülü, çok eklektik bir çalışma. (2010’da kendi davulcuları Thomas Husmerhas’ın ayrılmasından sonra bu albümde onun yerine Tindersticks ile de çalışan Earl Harvin çalıyor.)

Piramida’da Efterklang’ın daha önce Danimarka Ulusal Oda Orkestrası ve Amina yaylılar dörtlüsü ile yaptığı çalışmayı bilenler için çok farklı bir sound yok aslında ama albümün genelinde daha melankolik, karanlık ve yalnız bir atmosfer hissediliyor. Ayrılık sonrası bocalayan birinin iç sorgulamaları şarkı sözlerine yansımış; daha açılış şarkısı “Hollow Mountain”de “Yardım edin, düşüyorum” diyen Casper Clausen bunun işaretlerini veriyor. Yine de depresif bir ruh hali yok şarkılarda; sakin sakin düşünen, kalp kırıklığının burukluğunu kendi kendine yaşayan bir insan konuşuyor şarkılarda.

Casper Clausen’in vokali, falsettoya varan çıkışları dışında, bana sık sık Coldplay’in ilk dönemlerindeki Chris Martin’i hatırlattı. Clausen, kanımca günümüzde vokal aralığını çok geniş kullanabilme yeteneğini kanıtlayan ender müzisyenlerden birisi. Hüzünlü ve çok olgun bir tınısı var sesinin. Albümdeki zengin enstrümantasyonla birleşince, dinleyiciye, boş ve kocaman bir atmosferde yalnız olduğu duygusunu geçiriyor.

Aklınızda hemen yer edip, sürekli mırıldanacağınız şarkılar yok albümde; ama tümüyle dinlendiğinde bütünlüklü bir anlam ifade ediyor. Efterklang, terk edilmiş, eski bir kentin karakterini müziğine etkileyici bir şekilde işlemiş. Bence bunun için Kuzey Kutbu’nda yaşadıkları zorluğa değmiş.







-

5 Ekim 2012 Cuma

Chris Isaak @ The Bridgewater Hall, Manchester


Manchester'da Chris Isaak konserine gitmek hayalini kurduğum bir şey değildi; aslında herhangi bir kentte onun konserine gitmeyi de hiç planlamamıştım. Yurtdışında hangi kente gitsem, ilk işim orada bulunduğum tarihlerde hangi konserler var diye araştırma yapmak olur. Bu defa kente Radiohead konseri için geldim ve etrafta ne ver ne yok bakınca Chris Isaak konseri olduğunu öğrendim. Daha önce hiç canlı dinlemediğim her sanatçının konseri benim için ilginçtir. Üstelik konser salonu da, Manchester'ın en güzel mekanlarından The Bridgewater Hall olunca hemen bilet aldım.

Chris Isaak denince benim de aklıma hemen herkes gibi 1980'lerin sonunda kendisine dünya çapında ün kazandıran "Blue Hotel" adlı şarkısı gelir. Aslında 2-3 yıl aralıklarla düzenli albüm yayınlayan aktif bir müzisyen Isaak ama 90'lardan sonra yakından izlediklerimden birisi olmadı. Konsere bilet alırken de nasıl bir konserle karşılaşacağım hakkında fazla bir bilgim yoktu. The Bridgewater Hall'e gittiğimde dinleyici kitlesinin 50+ olduğunu görünce de şaşırmadım ama yanımda oturan kadın beni o konserde görmenin şaşırtıcı olduğunu söyledi. "Chris Isaak dinleyicisi olmak için biraz genç geldiniz bana. Hayranı mısınız?" dedi. "Hayranı değilim ama sesini severim, eski şarkılarından beğendiklerim de var. Hem ben bir dinleyici olarak, geçmişi ihmal etmeden geleceğe bakmayı savunuyorum" diye yanıt verdim. Bu yaklaşımım üzerine konserden önce müzik üzerine güzel bir sohbet gerçekleştirdik ama onun ayrıntılarına burada girmeyeceğim.


Chris Isaak, sahneye çıktığında dinleyicilere "Burada olduğunuz için teşekkür ederim. Artık konserlere gelip müziği, müzisyenleri destekleyen insanlar azalıyor. Bizim yolumuz da Manchester'a sık  düşmüyor ancak geldiğinize pişman olmayacaksınız; kendimizi % 100 ortaya koyacağız bu akşam" diyerek merhaba dedi. 

Ceketi ve pantolonunun paçaları renkli işli siyah takımıyla günümünüzün müzisyenlerinden farklı görünüyordu Isaak. Saç kesiminden giyimine, sahnedeki duruşundan konuşmasına kadar geçmişten çıkıp gelmiş olduğu belliydi. Bunu olumlu bir tespit olarak yazıyorum. Aynı zamanda aktörlük kariyeri de olan bir sanatçı olarak fiziksel görünümüne gerekli özeni göstermiş, ayrıca hiç yaşlanmamış. O da bunu çok iyi biliyor ki, salonda fotoğraf çekmek yasak olmasına karşın, "Ben bu süslü kıyafeti güzel fotoğraf vereyim diye giydim. Lütfen makinesi olanlar çeksin fotoğrafımı" dedi.




Dış görünümü aynı ama asıl önemli olan, sesi de hiç deforme olmamış 56 yaşındaki sanatçının. Hem eski dönemlerden hem de 2000'lerde yayınladığı albümlerden şarkılarını seslendirirken, onun müzik anlamında Johnny Cash'den ve epeyce de Elvis Presley'den etkilenmiş olduğunu düşündüm. Elvis etkisi, hem vokaline hem fiziksel görünümüne hem de danslarına açık şekilde yansıyor. Konserde Elvis Presley'den "It's Now or Never" ve "Can't Help Falling in Love With You" adlı şarkılara yaptığı coverları dinlerken bunu daha yakından gözlemleme olanağı buldum. Romantik aşk şarkıları söylemeyi seviyor ama ciddi bir ruh haline bürünüp Johnny Cash gibi gitarına yüklendiği anlar da var.

Şarkı aralarında bolca konuşup, kısa öyküler anlatan, espriler yapan, dinleyici ile sıcak iletişim kuran müzisyenlerden o da. Konserine gitmeseydim, bu yönünü tahmin edemezdim. Chris Isaak denilince  aklıma yine konserde de söylediği "Blue Hotel" gelecek ama sadece onunla sınırlı kalmayacak; beş kişilik ekibiyle sahneyi her anlamda doldurduğu bu konseri de hatırlayacağım. Bir müzisyeni sahnede görmek, canlı dinlemek, yaptığı müziğe farklı boyutlar katıyor.


(Fotoğraf ve videolar bana aittir.)









Translate