Aylardır merakla beklediğim konserlerden birisi dün gece gerçekleşti. Üç ayrı ülkede doğup büyüyen üç piyanisti, Amerika'dan Dustin O'Halloran, İzlanda'dan Johann Johannsson ve Almanya'dan Hauschka'yı, aynı gece aynı mekanda buluşturan konser, yılın en güzel müzik etkinliklerinden biriydi. Üç saat boyunca müzisyenlerin bir enstrümana nasıl farklı karakterler verebileceğinin mükemmel bir örneğini Salon'da görmüş olduk. Bu yazıda konseri özellikle o açıdan değerlendireceğim.
Konserin ilk kısmında, sahneye önce geçen ay A Winged Victory for the Sullen ile birlikte yine Salon'da dinlediğimiz Dustin O'Halloran geldi. Kendisine iki keman, bir viyola ve bir çello ile eşlik eden dörtlü ile birlikte çalmaya başladıklarında, benim açımdan mekanı çevreleyen duygu hüzündü. Bunda gün boyu beni üzen bir haberin etkisi altında olmamın payı da vardı belki. Yeteneğine hayran olduğum ve saygı duyduğum bir müzisyenin, Vini Reilly'nin sağlık ve geçim sorunlarıyla mücadele ettiğini söyledi yeğeni. Manchester'daki evinin 1200 pound'luk kirasını ödeyebilmek için Grado kulaklıklarını satıyor Vini... Son 2 yıl içinde 3 kere kalp kirizi geçirdikten sonra eline felç geldiği için artık gitarı çalmakta zorlanıyor. O ki bu dünyada gitarı en duygusal çalan ve o sayede nefes alan müzisyen... O kadar ağırıma gitti ki bu durum, popüler kültüre, çivisi çıkmış dünyaya öfkelenip saatlerce yürüdüm; onca yeteneksiz bu kadar rahat hayatlar sürerken çok güzel müzik yapan bir insanın kenara itilmesine isyan ettim. Bu ruh haliyle gitmiştim konsere. Dustin O'Halloran'ın piyanoyla kurduğu ilişkide nahif bir hüzün vardı. Büyükannesine adadığı şarkıyı çalarken de, "Lumiere" başta olmak üzere solo albümlerinden şarkıları yorumlarken de bana düşündürdüğü sahnelerde hep soğuk bir kış gününde yolda yavaşça ilerleyen arabanın arka koltuğunda tek başıma oturmuş etrafa bakıyor ama kimseyi göremiyordum. Yalnızlık vardı müzikte. Ama yanlış anlaşılmasın; ben yalnız kalmayı ve soğuğu seven bir insanım. Hüznün bunlarla ilgisi yoktu; piyanonun yaylılarla girdiği diyaloglarda belirgin bir kırılganlık vardı, onun yansıttığı sinemasal etkiydi kaynağı. O'Halloran'ın piyanonun tuşlarına ipeksi dokunuşları, aldığı kötü haberle kırılan kalbimle aynı dili konuşuyordu. Vini Reilly için hep iyilik diledim konser boyunca...
O'Halloran 45 dakika çaldıktan sonra 10 dakikalık ara verildi. Herkes tekrar yerini aldığında bu kez karşımızda yine aynı yaylı dörtlüsü ve Johann Johannsson vardı. Bilgisayarların yardımıyla sample'ların ve sahnenin üst kısmına yansıtılan siyah beyaz video görüntülerden çıkan seslerin de işin içine girmesiyle sound açısından daha zengin bir müzik yaptı İzlandalı besteci. Videoda gökyüzünde yan yana süzülen iki kuşu izlerken, artık müziğin ilk bölümdeki gibi baskın bir hüzün içermediğini, ana temanın umut olduğunu hissettim. Paylaşmanın güzelliğini duyumsatıyordu notalar. Eylem yapan gençleri gördüğümüzde sample'lar aracılığıyla perküsyonun da devreye girmesiyle, orkestra sounduna yakın, coşkulu bir karakter kazandı müzik. Karanlık içinde soyut şekiller alan beyaz görüntünün değişkenliği müziğin DNA'sında da vardı. İlk solo albümü "Englabörn"den "Odi et amo"da bilgisayardan çıkan seslerle yaylılar arasındaki tezat son derece çarpıcıydı. Şarkıya Romalı şair Catullus'un aynı adlı şiirinin ilham verdiğini ve anlamının "I Hate and I Love" (Nefret ediyorum ve Seviyorum) olduğunu düşünürsek, tema ile müziğin böyle akıllıca örtüşmesini takdir etmek gerekir. Johann Johannsson'ın müziğini dinlerken, bu kez yine karlı bir kış gününde arabanın ön koltuğundaydım, direksiyona bir ben geçiyordum bir yanımdaki.
İkinci arada biz uzun süre oturmaktan uyuşan bacaklarımızı rahatlatmaya çalışırken, Hauschka (Volker Bertelmann) hazırlık yapmak üzere sahnedeydi. Elinde bir koli bandıyla piyanonun başına geçti, piyano tellerini sanki rastgele gibi görünen ama aslında kendi kafasındaki belli bir mantığa göre bantladı, bir torbanın içinden pinpon topları çıkarıp tellerin arasına attı, ziller, ufak bir tef ve zincirleri uygun bulduğu yerlere koydu. Adeta piyanosunu gelin gibi süsledi, başına çiçekler koyup, her yerine takılar taktı. Bunların hepsi piyanodan çıkacak sesleri eğip bükmek, enstrümanına bambaşka bir kimlik vermek içindi. Hauschka'nın piyanosu, ne O'Halloran'ın piyanosu gibi nahif ya da kırılgandı, ne de Johannsson'unki gibi umut dolu; onun piyanosunu yönlendiren temel öğe tutkuydu. Yıkıcı bir tutku değildi bu, sadece ritimlere kaptırmıştı kendini. "Salon des Amateurs" albümünde örneklerini gördüğümüz gibi, tekno ritimlerini yeni bir perspektifle sunmanın peşindeydi. Sahneyi paylaştığı bir davulcunun da yardımıyla, tuşlara vurdukça rastgele hoplayıp zıplayan toplar, çınlayan zillerle bezeli çok dinamik bir müzik yaptı. Hauschka'nın şarkılarını dinlerken üstü açık bir arabada ben direksiyondaydım, şiddetli yağmur yağıyor ama kayma riskini de göze alıp virajları dönüyordum. Hiçbir şey sıradan ya da tekin değildi. Israrlı ritim tekrarlarının da ortaya koyduğu gibi, arabayı kenara çekmeyecektim. Böyle bir maceraydı Hauschka'nın seti.
Modern klasik türünün bu üç yetenekli ismini arka arkaya dinlemek, piyanoyu biraz daha yakından tanımak, onun usta eller sayesinde üstlenebileceği rolleri izlemek, klasik müzik ile elektronik seslerin deneysel buluşmasını görmek açısından ufuk açıcıydı.
Gece 00.40'ta Salon'dan çıkıp eve dönerken aklımda yine Vini Reilly vardı. O, Dustin O'Halloran'ın piyanosundaki kırılgan ruhtu...