© Zülal Kalkandelen / 2 Ekim 2012
Her konserden sonra kendime sorduğum bir soru var. “Bu konseri iki ya da üç kelime ile doğru tanımlamak için hangi sözcükleri seçersin?” Sorunun kaynağı, yıllardır gazete yazılarına başlık bulma çabasından doğdu. Gazete yazılarında başlığın önemi ayrıdır; doğru sözcükleri seçmediğinizde yanlış izlenim yaratmanız kaçınılmaz olur. O nedenle konser sırasında ve hemen ardından aklımın içinde hep sözcükler döner durur. Artık herhangi bir konseri gazeteye yazmayacak olsam da, bu bir alışkanlık halini aldı.
The Twilight Sad konserinden sonra eve dönerken başlığı bulmuştum: Tutkulu Karanlık. Bu iki sözcük olmadan anlatılamayacak bir grup söz konusu. Yıllar önce şarkılarını ilk dinlediğimde beni çeken şey de yine aynı özellikleri olmuştu. Müzikleri, karanlık, soğuk, derin ve çok tutkuluydu. 7 ay önce SXSW’da onları ilk kez canlı dinlediğimde ise gerçekten çarpıldım. Bunun en büyük nedeni, o zaman da yazdığım gibi, vokalist James Graham’di. İnsanı olduğu yere zımbalayacak güçlü bariton sesinden İskoç aksanıyla çıkan kelimeler yine aynıydı ama şarkı söylerken kendini konser ortamından alıp ayrı bir atmosfere taşıyışına, gözlerinin sadece akları görünecek şekilde dönüşüne, parmaklarının ucunda yükselip tüm bedeninin elektriğe tutulmuş gibi gerilişine tanık olunca etkilenmemek olanaklı değildi. O zaman da yazdığım gibi, karşımda tutkusuyla Ian Curtis’i hatırlatan genç bir adam vardı. Müziğin onda uyandırdığı bedensel ve ruhsal titreşimler, konser sırasında bana da geçmişti.
Bu yıl, çıktığı günden beri üçüncü albümleri “No One Can Ever Know”u dinlemediğim gün olmadı. Özellikle “Nil” isimli şarkı adeta saplantı haline geldi; ama yanlış anlaşılmasın, hiç kurtulmak istemediğim saplantılardan biriydi bu. Grubun İstanbul’da konser vermesini çok istediğimi bildiği için Pozitif’ten Murat Abbas, bir gün bana müjdeyi verdi. Tarihi de unutmuyorum: The Twilight Sad’in 1 Kasım’da konser vereceğini 9 Haziran 2012’de öğrendim ve o günden beri deftere çentik atarak bekledim bu günü. Dünya Vegan Günü’ne denk geldiğinden benim için ayrı bir heyecan kaynağı oldu.
Babylon’daki konseri izlemek için sahnenin en önünde yerimi aldım. Çoğunlukla konserleri asma kattan dinlemeyi tercih ediyorum ama açıkçası bu defa yukarda kalırsam aşağı atlamaya kalkabilirim diye çekindim. Bazı gruplar vardır; onları dinlerken kendinizi kontrol etmeniz zordur. Benim için The Twilight Sad onlardan birisi.
Sonunda saat 22.50 civarında sounda uygun olarak oldukça karanlık bir atmosferde sahneye çıktı grup. Bateri, klavye, gitar, bas ve vokalde yer alan beş müzisyenin çıkardığı ses Baylon’u yıkabilecek güçteydi desem abartmış olmam. Konser sırasında bir tek vokalin geride kalışı olumsuz bir durumdu. Grubu daha önce Teksas’ta tek katlı, çok ufak bir mekanda dinlemiştim; orada ses sistemi iyi değildi ama James Graham’in vokali daha gür çıkıyor ve net duyuluyordu. İstanbul'da ise en önde olmama karşın sesini yeterince duyamadım; ancak yine de grubun performansına diyecek söz yoktu.
Bugüne kadar yayınladıkları üç albümden seçilen şarkılardan oluşan karma bir setlist yapmış The Twilight Sad. 2007 albümü “Fourteen Autumns & Fifteen Winters”dan 3, 2009 albümü “Forget the Night Ahead”den 3 ve bu yıl çıkan “No One Can Ever Know”dan 6 şarkı dinledik. Ben konserin önemli bir kısmını gözlerim kapalı dinledim ve kendimi müziğe kaptırıp epeyce dağıldım. Bir ara diğer dinleyicilere göz gezdirdim; sanırım benim kadar dağılan yoktu, gözleri James Graham’e takılı kalmış hareketsiz duranlar dikkatimi çekti. Oysa The Twilight Sad’in şarkılarının karanlık yapısına karşın dans edilebilir bir soundu var. O donup kalmanın nedenini de buldum; eğer konser sırasında sürekli James Graham'e bakarsanız, gördükleriniz çok çarpıcı olduğundan takılıp hareketsiz kalıyorsunuz. Anladım ki, gözü kapalı dinlenirse çok farklı bir boyuta geçme olasılığı artıyor.
Şu kesin ki, James Graham’in sahnedeki tutkusu bana çok güçlü bir şekilde geçiyor. Bunun bir nedeni de, kuşkusuz grubun müzik tarihinde en sevdiğim tür olan post-punk’ı 2000’lerde yeniden canlandıranların içinde en iyilerden olması. Müziklerini dinlerken sanki bir yolda yürürken savrulduğumu, her bir köşeyi dönüşte yıkılıp tekrar ayağa kalktığımı, keskin bir soğuğun etkisiyle gözlerimden yaşlar aksa da rüzgarın gücüne karşı yürümekten müthiş keyif aldığımı hissediyorum ve ilginçtir kulağa yorucu gibi gelen bu maceralı yürüyüş beni hiç yormuyor; aksine The Twilight Sad konserinden çıkınca büyük bir enerji ile dolu oluyorum. Burada yol, soğuk, rüzgar, dönemeç gibi metaforları ayrıca açıklamayacağım. Çünkü benim poyrazım sizin melteminiz olabilir ve onu etkilemek istemem.
Her konserde hissedemeyeceğim duygular bunlar. Bana bunu yaşatan müzisyenlere müteşekkirim. Babylon ekibine de son yılların en iyi gruplarından The Twilight Sad’i İstanbul’a getirdikleri için teşekkür ediyorum ve diyorum ki ilk fırsatta yine gelsinler. Gelsinler ki, ben bu tutkulu karanlığın içinde yine kaybolayım.
Konserde toplam 12 şarkı söyledikten sonra kuvvetli alkışa karşın bis yapmadan ayrıldı grup. Onların yerinde olsam ben de aynı şekilde davranırdım. O kadar yoğun etkili bir müzik yapıp, sonra iki dakika sahne arkasına geçtikten sonra tekrar gelip kaldığı yerden devam edemez insan. Bir bütündür o yoğunluk, kesildiği anda biter. Uzatmak rol yapmak olur ve tutku o rolü kaldırmaz.
_
Setlist:
(Fotoğrafların siyah beyaz olanlarını Babylon konserinde, diğerlerini SXSW konserinde çektim.) -