Cumhuriyet / 9 Aralık 2012
“Cocteau Twins olmasaydı hayatım farklı olurdu” dersem abartmış olmam. Haklarında bu kadar iddialı bir sözü söyleyebileceğim birkaç isimden birisi bu grup. Neden bu kadar etkilendim onlardan? Elbette Elizabeth Fraser’ın sesinden yansıyan olgun melankolizmi ve yeri geldiğinde de tüm dünyaya meydan okuyan gücü çok sevdim. Ama o ses kadar etkili olan, ruhuma diğer müzik türlerinden çok daha fazla dokunan karanlık post-punk soundu idi. Gitara insani duyguları sözsüz anlattırma sanatında en yetkin müzisyen Vini Reilly. Robin Guthrie de onun yolunu izleyenler arasında. John Frusciante’nin açıklıkla ortaya koyduğu gibi, sadece teknikleriyle değil, enstrümanlarını çalarken yarattıkları duygusal dokuyla farklarını belli eden gitaristler bunlar.
Cocteau Twins’in 1997’de dağılışı, benim gibi Robin Guthrie’nin gitarından çıkan tınılara tutkun olanlar için gerçek bir travmaydı. Ancak onun müzik yapmadan yaşayabileceğini hiç düşünmedim. Nitekim grup dağılınca Simon Raymonde ile Bella Union plak şirketini kurup, çeşitli işbirlikleri yaparak EP’ler yayınlamaya devam etti, remiksler yaptı, prodüksiyonu üstlendiği albümler oldu. Özellikle Harold Budd ile yaptıkları albümler, Guthrie sevenleri mutlu etmeye yetti. 2003 yılında çıkardığı ilk solo çalışması “Imperial” ile, işe çok daha sıkı sarıldığını, ambient/dream pop rotasında aynı kararlılıkla yürüdüğünü gösterdi. O günden bu yana, plak şirketi değişse de, 2-3 yıl aralıklarla solo çalışmalarını dinleyicileriyle paylaştı.
Geçen yıl çıkardığı "Emeralds"tan sonra bu kadar kısa sürede yeni bir albüm daha beklemiyordum aslında. Yılın en güzel sürprizlerinden birisi oldu "Fortune". "Emeralds" için yazdığım yazıda, "Albümü dinlerken kendinizi bir rüya aleminde sanıyorsunuz; duvarlarda ağaç resimleri, tavanda gökyüzü görünüyor adeta. Guthrie'nin gitardaki olağanüstü yeteneği, size kendi filmizi hayal ettiriyor" diye yazmışım. “Fortune”, Guthrie’nin solo albümlerini bilenler için benzer bir sıcaklığı ve ustalığı yansıtıyor. Müziğinin temel çıkış noktası yine kendi duyguları, her zamanki gibi olanca içtenliğiyle onları melodilerle aktarıyor.
Basın bülteninde Guthrie’nin müziğe yaklaşımının bir ressamın ya da fotoğraf sanatçısının yaklaşımına benzediği yazılmış. Bir ressam/fotoğrafçı nasıl ışık ve gölgeler, çerçevede yer alacak unsurlar, onların pozisyonları ve renkler konusunda ayrıntılı çalışmalar yaparsa, o da, enstrümandan çıkan her bir tını, iç içe geçen melodiler ve düzenlemeler konusunda aynı özeni gösteriyor. Derin bir duyarlılıkla öyle kendine özgü dokular kuruyor ki, dinlediğiniz anda “Bu, Robin Guthrie!” diyorsunuz.
Toplam 40 dakikalık albümde “Tigermilk”, “Perfume and Youth”, “And So to Sleep, My Little Ones” gibi atmosferik sounduyla insanı hayal dünyasına sürükleyen şarkılar da var, “Circus Circus”, “Kings Will Be Falling” gibi shoegaze tarzı gitarın bir adım öne çıkıp sesini daha güçlü duyurduğu şarkılar da. Bu şarkılar, kapaktaki zarların da işaret ettiği gibi, belirsiz bir geleceğe doğru akan zaman içinde her türlü duyguyu barındırıyor; daha umutlu anları da (Like Water in Milk), geçip giden ve belki de bir daha asla yaşanmayacak olan anlara duyulan özlemi de (Forever Never)...
Beni 10 şarkının içinde en çok etkileyen “Forever Never” oldu. Robin Guthrie yine yaptı yapacağını; yine o çok sevdiğim kırılganlığı atmosferik bir soundla en güzel şekilde hissettirdi bana. Herhangi bir söze gerek yok ne demek istediğini anlamam için. 4 dakikada bana hayatın özetini yaptı. Bunu gitarla bir Vini Reilly yapıyor, bir de o. 19 Ocak’ta Borusan Müzik Evi’ndeki konserinde buna canlı tanık olmayı umut ediyorum. Eşsiz bir an olacak; başımı öne eğip yavaş yavaş akan bir film şeridi gibi yine ve yeniden izleyeceğim o özeti.
-
-