Geçenlerde bir habere rastladım. Hollanda’da Erasmus MC Üniversitesi’nin bünyesindeki Tıp Merkezi’nde görevli bilim insanları, 12-16 yaş arasındaki öğrenciler üzerinde “Ergenlik çağındaki gençlerin müzik tercihleri ve suça yönelme” konulu bir araştırma yapmışlar.
Buna göre, sıradışı (onların ifadesine göre punk, trance, hip-hop) müzik dinleyenler suça çok daha fazla eğilimli oluyormuş. Justin Bieber, One Direction gibi ana akım müzikleri dinlemek ise gençleri daha iyi bir insan yapıyormuş... İnanın bu sonuçlara varmışlar. (Araştırmayı merak edenler, şu linkte ayrıntısını bulabilir: http://pediatrics.aappublications.org/content/early/2013/01/02/peds.2012-0708.full.pdf+html)
Demek ki bizi hep punk bu hale getirdi. Ergenlik dönemimizde dinleyecektik Celine Dion’u, Mariah Carey’i şimdi örnek birer vatandaş olacaktık... Ama çok geç. Ben punk rock, hard rock, deneysel müzik dinliyordum o yıllarda ve bundan dolayı hiç de pişman değilim. Suça eğilimim ise yok. Bir gün elime beyzbol sopası alıp pet shop’ları dağıtmayı düşünüyorum, kürklü birine çürük domates atabilirim, hala haksızlıklara karşı yürüyüşlere, mitinglere katılıyorum ve görüşlerimi yazıp açıklıyorum. Aslında hepsi de hak arama mücadelesiyle ilgili ama ne yazık ki bugün Türkiye’de bunlar suç diye görülebiliyor... Belki de gerçekten beni punk mahvetti.
Neyse bilim adamları bu konuyu tartışa dursun, ben müzik konusunda bildiğimden şaşmayacağım. İsyankarlığımı besleyen temel gruplardan biri olsa da, Bad Religion müzik yaptığı sürece dinleyeceğim. 16. stüdyo albümleri “True North”, 2010’da çıkan “The Dissent of Man”den bu yana aradan geçen sessizlikten sonra bana ilaç gibi geldi.
35 dakikaya 16 şarkı sığdırılan albüm, müzik olarak Bad Religion’ın kariyeri düşünüldüğünde yeni bir yaratıcılık ya da sürpriz içermiyor. 2010 albümlerinde, rock formuna uygun biraz daha uzun şarkılar (3 dakikayı aşan 6 şarkı vardı o albümde) vardı. Bu kez sadece tek bir şarkı 3 dakikayı aşıyor, diğerleri yine Bad Religion’ın alışık olduğumuz zengin vokal armonileriyle akıp giden hızlı soundu ile oluşan kısa şarkılar. Ancak müzik açısından yenilik getirmemesi, bir punk albümü için bir dezavantaj değil. Punk ve deneysellik ilişkisine baktığımızda fazla bir kesişme noktası da yok zaten. Punk’ın derdi, akla takılan meseleleri balyoz gibi vurucu şekilde aktarmak. Bu yönden bakınca Bad Religion, otorite, kapitalizm, para ve güç hırsı, şirketokrasi ve dini baskısı ve bağnazlığa karşı tavrını çok doğrudan bir şekilde, lafı hiç dolandırmadan ortaya seriyor.
“Robin Hood in Reverse” adlı şarkıda vokalist Gregg Graffin, “İşte kilise, işte çan kulesi / Aç kapılarını şirketler de insan” diyerek, Amerika’da şirketlere de insanların sahip oldukları hakları tanıyan yasayı ironik bir şekilde protesto ediyor. “Land of Endless Greed”, “Dept. of False Hope” başta olmak üzere, albüm boyunca kapitalizmin dayattığı açgözlülüğe, doyumsuzluğa eleştiri var.
Amerika’da Cornell Üniversitesi’nde yaşam bilimleri ve paleontoloji dersleri verip, kitaplar yazan bir vokalist Graffin. Bad Religion’ın 30 yılı aşkın kariyerinde ortaya koyduğu entelektüel kapasitenin yüksekliğini büyük ölçüde ona borçluyuz. “Vanity” adlı şarkıda maymunlarla insanlar arasındaki bağı reddeden bağnazlara laf çarpan da, “Crisis Time”da “Sen de hizaya gir / Tasarım filan yok” diyerek “intelligent design” (akıllı tasarım) savunucularıyla dalga geçen de o.
Albümün şaşırtıcı yanı belki de onca yıl sonra bir şarkıya “Fuck You” adının verilmiş olması. Belki ilk duyduğunuzda dünyaya basmış küfrü diye düşünebilirsiniz ama öyle değil. Sözlere dikkat edince anlaşılıyor ki, insanın kafası attığında savurduğu bu küfürleri hiç düşünmeden Pavlovyan bir şekilde kullandığını anlatıyor şarkı. Bazen bunun en kolay yol olduğunu, insanın da o sözcükleri kullanıp alışılagelen davranışları sergilediğini söylüyor Graffin.
Benim için albümdeki en ilginç şarkı ise “Popular Consensus” oldu. Çünkü çoğunluk tarafından benimsenen fikirlerin kendisi için fazla bir anlamı olmadığını; o fikirlerin her zaman doğru olmayabileceğinin altını çiziyor bu şarkı. Benim de umurumda bile olmayan ama çevremde herkesin kabul edip ona göre yaşamını şekillendirdiği bir sürü düşünce var. Tam olarak hislerime tercüman oldu bu şarkı.
Greg Graffin dışında grubun gitaristlerinden, aynı zamanda Epitaph Records’ın sahibi Brett Gurewitz “Dharma and the Bomb” adlı şarkıda ana vokali üstlenmiş ve bence gayet iyi bir iş çıkarmış. Punk rock’ın efsane gruplarından Minor Threat’in kurucularından Brian Baker ile hardcore punk grubu Circle Jerks’den Greg Hetson'ın dinamik gitar sounduna yaptıkları katkıları da anmak lazım. Eskimeyen müziğiyle, yılmayan sistem muhalefetini yansıtan akıllı sözleriyle Bad Religion, iyi ki hala sahnede. “True North”, sağlam bir punk rock albümü. Mart ayında grubu canlı dinleyeceğim performansı iple çekiyorum!
Dün gece Salon'da 1970’lerden bu yana müzik yapan büyük bir değeri, Lubomyr Melnyk'i dinledik. Geçen yıllarda “dünyanın en hızlı piyanisti” rekoruna sahip olduğu yazılmıştı bazı yerlerde. Saniyede 19.5 nota (iki eliyle de ayrı ayrı), bir başka hesapla bir saatte 93.650 nota çalması haber olmuştu. 1979’da yayımladığı ilk albümü “KMH - Piano Music in the Continuous Mode”dan beri minimalizm akımı doğrultusunda farklı bir piyano tekniğiyle icra edilen “continuous music”in (sürekli müzik) öncüsü de o. Bu müstesna müzisyen, Münih doğumlu fakat çeşitli kaynaklarda Ukrayna asıllı Kanadalı diye geçiyor. Ama kendisi konserde Ukraynalı olduğunu söyledi. Plak şirketi Erased Tapes, nisan ayında çıkacak “Corollaries” adlı albümünü yayımlamaya karar verdiğinde, onlara “30 yaşımdayken nerelerdeydiniz?” demiş Melnyk. Ben de benzer bir soruyu kendi kendime sordum; bugüne kadar neredeydim? Neden peşine düşüp onu daha önce canlı dinlemeye çalışmadım? Böylesine çarpıcı bir deneyimi olabildiğince erken yaşamalı insan. Bu duygularla gittim dün akşam Salon’daki konsere. Öncelikle şunu belirteyim; büyük bir üzüntüyle gördüm ki, konsere gelen dinleyici sayısı azdı. Keşke böyle bir konserde kuyruklar sokağa taşsa, biletler haftalar öncesinden bitse. Ama Lubomyr Melnyk de az ilgi gören olağanüstü yetenekler sınıfına dahil. Piyanoyu yeniden yaratsa da, geliştirdiği teknikle bugün dünyadaki en büyüleyici piyanist olsa da, medyatik olmayınca konserlerde kuyruklar sokağa taşmıyor. Gerçi Avrupa’da konserlerinin biletleri hemen tükeniyor; ama sanırım Türkiye’yi Avrupa ile kıyaslamaktan da artık vazgeçmek gerek. Avrupa neresi, Türkiye neresi...
Bu uzunca girişten sonra konsere gelelim. Tam 21.30’da sahneye çıktı Lubomyr Melnyk. Alt kata akıllıca bir tercihle sandalyeler koyulmuştu. Ben de en öndeki sırada yerimi aldım. Heyecanlıydım. Konserin güzel olacağını tahmin ediyordum ama tahminimin de ötesinde çok etkilendim. Melnyk, bugün artık 65 yaşında, uzun saçları beyazlamış ama dinç görünüyor. Piyanosunun başına geçmeden önce konsere gelenlere teşekkür edip, müziğinin felsefesini anlattı. Gençliğinde Latin dili ve felsefe okumuş, klasik müzik eğitimi almış, Paris’te modern dans dersleri için müzik yaparken “continuous music”i yaratmaya başlamış.
Kendisinin konserde söylediğine göre, kendi bedeni piyanonun bir parçası oluyor, piyano soundun içine giriyor, notalarla oluşan o ses de tekrar onun bedenine dönüyor. Sese metafizik bir olgu olarak bakıyor, müziğe tasavvufi bir yaklaşımı var. Piyanosunu rekor sayıda notaya basarak çalarken asla bir şova dönüştürmüyor işi. Amacı, piyanoyla bütünleşmek ve girdiği o ruhani yolculuğa dinleyiciyi de çekmek.
Konser sırasında Ukrayna ile Türkiye arasındaki bağlantıya da değindi Melnyk. Geçmişte sorunlar yaşanmış olsa da, bugün artık eskinin bir tarafa bırakılıp geleceğe farklı bir boyutta bakılabildiğini, kendisinin de Doğu müziğinden etkilendiğini söyledi. “Belki fark etmeyebilirsiniz ama dervişler benim müziğimin içinde,” dedi.
Sonra yavaşça sandalyesine oturdu, çıt çıkmıyordu mekanda. Tam 40 dakika boyunca neredeyse nefesimi tutup dinledim müziğini. Ben dün gece şiiri gördüm. Daha önce çok piyanist dinledim, içlerinde çok beğendiklerim oldu ama şiiri görmek yaşamadığım bir histi. Melnyk’in parmaklarının hareket hızına ve konsantrasyonuna odaklandığım anlarda o şiirin içinde kayboldum.
Melnyk, Terry Riley’i anımsatan büyüleyici minimalizmi kendi dünyasında işleyip, insan ruhunu kıskıvrak yakalayan bir yoğunlukla yorumlamış. Konser sonrasında plak almak için fuayede kendisini görünce, ilk bölümde çaldığının adını sordum; karışık parçalardan oluştuğunu söyledi. Ben minimalizm diyorum ama Melnyk kendi müziğini “maksimalist” diye niteliyor. Çünkü büyük bir hızla çok kısa sürede çok fazla nota çalıyor. En sağdaki pedala (sustain pedal) devamlı basınca, ortaya çıkan titreşimler ve armonik seslerle hiç kopmadan akıp giden bir müzik dokusu çıkıyor ortaya.
Konserin ikinci kısmında çaldığı 20 dakikalık parçanın adı “The Fountain” (for 2 Pianos) idi. Onu anlatırken bir çeşmede akan suyun sesinden, suyun kenarında uçuşan kuşlardan söz etti. İki piyano için yazılan bu eserde bir piyanonun sesini hoparlörlerden önceden kaydedilmiş şekilde duyacağımızı, diğerini ise kendisinin onun üzerine çalacağını açıkladı. İlk kısımda hissedilen hüzün, ikinci parçanın başlarında belirgin değildi; iki piyanonun çarpıcı uyumu ritim odaklıydı ve melodisiyle dinleyeni adeta hipnotize ediyordu; ama müzik ilerledikçe birinci bölümdeki hüzün tekrar belirdi.
Yaşayan piyanistler arasında piyanoyu onun kadar içten, kusursuz ve yoğun bir duygusallıkla çalabilen başka birisi daha var mıdır bilemiyorum. Konserden önce arkadaşlarla Melnyk’in münzevi hayat tarzından konuşurken, “Eh, böyle müzik yapmak için de öyle yaşamak lazım,” demiştim. Konser sırasında bu defa kendi kendime dedim ki, bu kadar güzel müzik yapabiliyor olsam, hayatım boyunca yalnız kalmaya razıyım. İnsan o müzikle dertleşir, onunda beslenir, onunla sevişir... Beden, piyanonun parçası haline geliyor ve sonuçta ondan çıkan ses bedene geri dönüyorsa, insan başka ne ister? Melnyk, bir kere kendisine ün, şan, şöhret, para konusunda soru sorulduğunda, “Bütün piyanolar arkadaşınızsa, para kimin umurunda?” demiş. Bence “Bütün piyanolar sevgilinizse, yalnızlık kimin umurunda?” demek de olanaklı. (Fotoğraf ve videolar bana aittir.) -
Ender olarak bir albüm hakkında bu kadar kötü hissederim. New Order’ın 8 yıl aradan sonra yayımladığı 8 şarkılık albümü bende bu tür bir etki yarattı. Aslında toplam 38 dakika süren “Lost Sirens”, grubun 2005 tarihli “Waiting for the Sirens’ Call” adlı albümünün kayıtları sırasında ortaya çıkan şarkılar. Önce ikili bir konsept albüm çıkarmak isteyen grup, o sırada bunu yapamamış, albüme giremeyen 8 şarkının yayınlanması için de 8 yıl geçmesi gerekmiş.
2005’te albüm çıktıktan sonra New Order içinde vokalist Bernard Sumner ile bas gitarist Peter Hook arasındaki gerilim yine artınca, Hook grupla ilişkisini kesmiş ama diğer elemanlar yola devam etmişti. Bunun üzerine Hook, New Order olarak müzik yapmaya devam ederlerse yasal işleme başvuracağını açıkladı. 2009’da Bernard Sumner da artık New Order adı altında müzik yapmak istemediğini duyurdu.
Ancak 2011’de Peter Hook’un yerine bas gitarist Tom Chapman’ı ve 10 yıl aradan sonra klavyede Gillian Gibert’ı gruba alan New Order yeniden turneye çıktı. 2012 boyunca, Yaz Olimpiyatlarının kapanış gösterisi dahil birçok konser verdiler. Bu arada Bernard Sumner Bad Lieutenant, Peter Hook ise, Freebass ve sonra da The Light adlı gruplar kurdu. Bütün bu çalkantılı süreç sonunda gelinen noktada şu anlaşılıyor ki, “Lost Sirens”, New Order’ın bas gitarda Peter Hook’un yer aldığı son albümü.
Öncelikle ilk dinleyişte beni anında çarpan, aklıma takılan hiçbir şarkı yok bu albümde. Açılıştaki “I’ll Stay With You”, grubun elektronik sesler ile pop/rock’ı buluşturmadaki yetkinliğini az da olsa ortaya koyuyor. Şarkının sözleri, yola Hook’suz devam eden New Order’ın durumu düşünüldüğünde de ilginç bir ironi yaratıyor. Albümün biraz zorlayarak da olsa elle tutulabilir iki kaydından birisi bu.
“Sugarcane” ise, hem melodisi hem de sözleri ile son derece sıradan. “Shake It Up” ve “Californian Grass” da onun gibi içimde yorum yapma hissi bile uyandırmayacak kadar sıkıcı. “Helbent”, “Recoil” ve “I’ve Got a Feeling”, onlar kadar değilse de bence New Order gibi bir grup için ortalamanın çok altında şarkılar. Bir tek albümün sonunda duyduğumuz “I Told You So”, diğerlerinin hepsinin üzerinde bir yerde duruyor. 2005’te çıkan albümde de yer alan bu şarkının daha ağır ama gitar ve perküsyonun daha öne çıkarıldığı yeni versiyonu, eskisinden daha iyi kanımca.
“Lost Sirens”, New Order hayranlarını asla tatmin edecek bir albüm değil, hatta ciddi bir hayal kırıklığı; insan dinleyince keşke yayınlanmasaydı diyor. New Order'ın şarkı sözleri her zaman basitti ama müzik bu kadar vasat olunca doğrusu daha çok dikkat çekiyor. 2005’te çıkan albümde hiç değilse “Krafty”, “Guilt Is a Useless Information” gibi melodik yapısı daha güçlü şarkılar vardı. “Lost Sirens” hiç yokmuş gibi davranmak en iyisi sanırım. New Order'ın kariyerine hiç yakışmadı bu albüm...
1980 ve 90’lı yıllarda Britanya’daki alternatif müziğin önde gelen gruplarından Cocteau Twins, dünya çapında çok sayıda insanın hayatında yeri doldurulamayacak bir iz bıraktı. Ne Elizabeth Fraser’ın muhteşem vokali unutuldu, ne de grubun kurucusu Robin Guthrie’nin insanın içine işleyip iz bırakan gitar tınıları...
Grup, 1997’de dağıldı ama Guhtrie, solo kariyerini sürdürdü, albümler yayınlayarak ambient ve dream pop’un enstrümantal ses evreninde bize yepyeni hayal dünyaları kurdu.
2011'de Dead Can Dance'den Brendan Perry ile turneye çıktığında İstanbul'a uğrarlar belki diye çok heveslenmiştim ama olmadı. Sonunda İstanbul'a geleceğini geçen sonbaharda öğrendim. O günden beri de içimde ayrı bir kıpırtı var. Kasetlerden, plaklardan, CD'lerden, MP3'lerden, radyodan dinlediğim müzikleri ilk kez canlı çalınırken dinleyeceğim. Anılarım canlanacak; hem üzüleceğim hem sevineceğim. O müzikleri yaşayacağım! Birkaç ay önce yeni solo albümü "Fortune"u yayınlayan Guthrie'nin kendi adını taşıyan üçlüsüyle birlikte İstanbul'daki ilk konseri 19 Ocak'ta Borusan Müzik Evi'nde gerçekleşecek.
Yılın en heyecan verici konserlerinden birinden önce Guthrie’yi Fransa'daki evinden telefonla arayıp sohbet etme olanağı buldum. Bunca yıldır röportaj yaparım; ikinci kez röportajdan sonra teşekkür maili aldım. 40 dakika süren konuşmamız boyunca son derece alçakgönüllü ve samimiydi Robin Guthrie. Bazen bazı müzisyenlerle konuşunca, yaptıkları müzik ile yansıttıkları kişilik arasında paralellik kuramazsınız, bu kez öyle değildi; Guthrie'nin müziği de kendisi gibi çok samimi ve naif. Onunla konuşmak büyük bir zevkti.
İstanbul'da ilk konseriniz ama daha önce hiç geldiniz mi kente?
İlk kez geleceğim İstanbul’a. Daha önce ne turnede geldim ne de turistik olarak ziyaret ettim. O nedenle heyecanlıyım.
Bir süredir Robin Guthrie Trio olarak konserler veriyorsunuz. Nasıl gidiyor?
Şu ana kadar toplam 20 kadar konser verdik. Biliyorsunuz zaman zaman farklı müzisyenlerle işbirliklerimiz oluyor. Klasik anlamda bir grup olarak anılmak istemiyoruz aslında. Arkadaşlarımın diğer projelerine saygı duyuyorum, ben de farklı çalışmalar yapıyorum. Davulcumuz Finlandiya’dan, bas gitaristimiz Avustralya’dan. O nedenle pek sık bir araya gelemiyoruz.
Uzunca bir süredir Fransa’nın kuzeyinde yaşıyorsunuz. Orada hayat nasıl?
Çok yavaş, sessiz. Ailemle 10 yıldır burada yaşıyoruz. Daha önce Londra’daydım.
Londra’yı özlüyor musunuz?
Hayır, hiç özlemiyorum. Çok fazla İngiliz (British) var orada. New York, Paris ve Tokyo’yu özlüyorum ama Londra’ya bir düşkünlüğüm yok. Dünyada merak ettiğim bir sürü yer var. Bazen İngiltere’yi aradığım zamanlar oluyor; mesela iyi bir İngilizce kitap almak istediğimde... Fransa’da sürekli Fransızca konuşmak zorundasınız. Bazı yiyecekleri özlediğim de oluyor ama sonuçta ben Avrupalı’yım; kendimi İngiliz diye nitelendirmiyorum.
Yeni albümünüz “Fortune” çok güzel. Siz kutluyorum ve bir dinleyici olarak teşekkür ediyorum. Albüm adı için bu kavramı tercih etmenizin nedeni neydi?
Son 30 yıldır hayatımı müzik yaparak kazanıyorum. İstediğim işi yaparak bunu sağlayabilmem büyük bir talih. Yaşarken kontrolümüzde olmayan birçok şeyi şans eseri bize sağlıyor hayat. Albümü yaparken gitarı çalabilme şansına sahip olduğumu düşünüyordum. Bu, hayatı hem çok kırılgan hem de ilginç kılıyor.
Çok dokunaklı, sıcak ve melodik bir müzik yapıyorsunuz. Gitar çalışınız bana Vini Reilly’i hatırlatıyor; siz gitar çaldığınızda ortamda farklı bir atmosfer oluşuyor, dinleyenin ruh aleminde özel duygular yaratıyorsunuz.
Benim akademik bir müzik eğitimim yok. Vini Reilly ile benim aramdaki fark şu: Onun çok daha ilginç, çok daha etkileyici bir tekniği var. Gitari bir gitarist gibi çalabilir; ben öyle çalamıyorum, sadece kendi yöntemimi biliyorum. Bazı insanlar bir başkasını gitar çalarken dinler, şarkı hoşuna gider ve akorları çıkarıp kendisi de çalmaya başlar. İlk zamanlarda gençken çevremdeki bazı arkadaşlarım da öyle yapardı. Ben bunu hiç yapamadım. Bir grupta olup müzik yapmak istedim. Elektronik aletler ve sound konusunda çok fazla bir bilgim de yoktu. Tek istediğim gitarımdan çıkan soundun farklı olmasıydı. Sonuçta basit bir enstrümanı çok daha ilginç bir hale getirmek için bana bunu öğretebilecek insanlardan, aletlerden yararlandım.
Bence başardınız. Sizin gitar çalışınızı hemen tanırım; çünkü farklı. İlk gençlik yıllarınızda beğenip etkilendiğiniz bir gitarist var mıydı?
O dönemlerde gitaristlere karşı çok büyük merakım olduğunu sanmıyorum. Bir grupta davul çalmayı hep istemiştim ama davul setim yoktu. Bas gitar çalmak istedim ama o da yoktu. Ağabeyimin çalmadığı bir gitarı vardı; onu ödünç alıp gitar çalmaya başladım. Ben müzik dinleyip yapmaya 70’lerde başladım. 10-13 yaş dönemiydi. O yıllardaki rock müzikten, Pink Floyd, Genesis gibi gruplardan pek hoşlanmıyordum. Çocuktum, 10-13 yaş dönemiydi. ABBA, T-Rex, David Bowie, Roxy Music’i seviyordum. Pink Floyd’un 70’lerde yaptığı müziği daha sonra 1990’larda keşfettim. Punk rock’ın doğuşu gitar çalmamda etkili oldu. O da müzikle ilgili değildi, kendine güvenini kazanmaya çalışan bir gencin çabasıydı. O aşamadan sonra 1960’larda rock müzik yapan gruplara eğilmeye başladım.
Gitarın müziğinizde rolünü bir metaforla açıklamak isteseydiniz ne derdiniz?
Benim duygularımla hoparlörler arasındaki bağ derdim. Metaforlar konusunda çok iyi değilim, bilmiyorum. Benim yaptığım bütün müzikler duygusal, fazla düşünsel bir niteliği yok; müziğim hakkında kafa yorup ona entelektüel bir özellik katmaya çalışmıyorum. Şarkılarımın insanlarda mutlu ya da hüzünlü hisler uyandırmasını seviyorum. Gitarımı bu hisleri yansıtmak için kullanıyorum. Kitap, şiir ya da şarkı sözü yazma gibi bir yeteneğim olsa bunları yapardım. Yaptığım müzik, içimdeki hisleri aktarmak için kullanabildiğim tek yol.
Enstrümantal müziğin içine bir kez dalmayı başarırsanız önünüzde kocaman yeni bir dünya açılıyor.
Benim yaptığım bütün müziklerin kaynağı yaşanan deneyimler. Oldukça soyut olgular bunlar. Benim müziğimi ya da başka enstrümantal müzikleri dinleyenlerin, gerçekten yorumlayabilmek için müziğin bir parçası olması gerektiğine inanıyorum. Onlara işin içine kendi duygularını katmaları için gereken özgürlüğü veriyorum. Morrissey gibi sözler yazabilseydim, dinleyiciler şarkıları benim istediğim gibi yorumlardı. Enstrümantal müzikte kendi hayalgücünüzü kullanmak için daha fazla olanağınız var. Bu nedenle filmler için yapılan müzikleri de seviyorum. Son 2 yıldır yaptığım albümler sırasında kendimi yoğun bir hayal dünyasının içinde buldum. Müziklere o kadar bağlanıyorum ki duygusal açıdan yorgun hissediyorum. “Bu benim sadece işim” diyemiyorum. Bazı şarkılarım çok hüzünlü. Onları yazarken kendimi müziğe tamamen açıyorum. O şarkılar beni, hayatımda olanları yansıtıyor.
Şarkı sözleri bazı insanlar için bir tür konfor sağlıyor.
Bazı insanların hayal gücü geniş, bazılarınınki çok sınırlı. Bazıları yaşar, bazıları olanı takip eder. Herkese hitap edecek müzik yapmak olanaklı değil; kendim için yapıyorum ilk olarak, geri kalan herkes sonradan gelir. Ben bu konuda korkunç derecede bencilim. Müzik yaparken onu başkaları dinler mi, sever mi diye hiç düşünmem. Ben kendimi müzisyen olarak da tanımlamıyorum; daha çok sanatçı olarak görüyorum. Bir fotoğrafa ya da resme bakmak gibi..
Blixa Bargeld ile röportaj yaptığımda o da aynı bakış açısına sahip olduğunu anlatmıştı.
Müzisyenler, piyanodaki siyah tuşların işlevini bilir ama sanatçıların bir fikri olmayabilir. (Burada güldü.) Gerçekten resimdeki dışavurumcular gibi hissediyorum. Bir resimden, fotoğraftan ya da seyahatten çok daha fazla esinlenebilirim.
Bir röportajda, “Müzik olarak esin kaynağım yok. Okumayı çok seviyorum ve her şeyi deneyimlemekten hoşlanıyorum. Müziğimi bu yolla yapıyorum” dediğinizi okumuştum.
Evet, garip ortamlarda sık sık kayıt yapıyorum. Çok fazla müzik dinlemiyorum. Çalışırken kayıt sırasında dinliyorum ama çalışmadığım zamanlarda kitap okuyorum. Televizyon izlemiyorum ama film seyrediyorum. İçinde yetiştiğim topluma kendimi yabancılaştırmış durumdayım. Şimdi Fransa’da birçok şeye hakim değilim. İngiltere’yi düşündüğümde de bugün orada olanları tam anlamıyla anlamaktan uzağım.
Öyleyse “Fortune”u bir kitap, seyahatte gördüğünüz bir manzara ve bir renk olarak hayal ederseniz, neler çıkar ortaya? (Not: Bu, benim müzisyenlere zaman zaman sorduğum ortak bir soru. Yanıtları, hayal dünyalarını ya da akıllarındaki çağrışımları ortaya çıkarması bakımından ilginç oluyor.)
Tek bir kitap olmaz; bir yazarın kısa öykülerden oluşan bir kitap olur. Çünkü hepsinin farklı bir yanı öne çıkmalı. Albümde de tek bir öykü yok, kısa kısa öykülerden oluşan bir bütün o. Rengi kırmızı olurdu. Benim rengim. Rulet oynasam hep kırmızıyı seçerdim. Nedenini bilmiyorum ama kırmızı beni çok etkiliyor. Manzara ise ne olurdu? Eşim okyanus manzarasını, kıyıdan okyanusa bakmayı çok seviyor. Beni çıldırtan bir his o. Ben çöl manzarasını severim. 2007’de “Continental” adlı albümü trenle Fransa’da doğudan batıya seyahat ederken yaptım. Bulunduğum ortamın benim müziğime etkisi büyüktür. “Fortune” ise kesinlikle ıssızlık hissi yansıtan bir çöl albümü değil. Bordeaux’da kaydettim albümü ama düşününce tek bir yerle özdeşleşmiyor kafamda. O yüzden bu albüm için manzara zor bir konu...
Yeni albümde “Forever Never” adlı bir şarkınız var. Benim favorim o. Öyküsünü, nasıl ortaya çıktığını öğrenebilir miyim?
Benim en sevdiğim şeylerden birisi örümcekler. O şarkı, seyahatte olduğum bir sırada ortaya çıktı. Turnede olmadığım zamanlarda etrafta çok seyahat ederim. Yine o seyahatlerden birinde yanımda bilgisayarım vardı. Daha önce eğitim almış bir müzisyen olmadığımı size anlatmıştım ama gitarımdan çıkan sesleri bilgisayarımda kullanabiliyorum. Bir yerde birkaç günlüğüne kamp kurmuş müzik yapıyordum. “Forever Never” o sırada oluştu. Çocuklarımdan birisi, “Baba, bu bir örümceği dinlemek gibi” dedi. Epey tuhaf bir konsept diye düşünmüştüm ama insanlar müziğimden benim algıladığımı algılamak zorunda değil.
Konserde çalacak mısınız onu?
Hayır, sanmıyorum. Konserde o albümden bir şarkı çalarım herhalde. Canlı performanslarda çalınanla stüdyodaki kaydedilen arasında büyük değişimler olabilir. Konserde sadece üç kişiyiz, albümlerimdeki sound çok daha yoğun, karışık bir iş. Bazen şarkılar daha basit çalınabilir ama bu her zaman olmuyor. Son 10 yılda yaptığım müziklerden bir seçme olacak konserde.
Cocteau Twins hakkında bir iki soru sormak istiyorum ama eğer sizin için hassas bir konuysa, yanıt vermek istemezseniz anlarım.
Hayır, öyle hassas bir konu değil.
Grubun birleşmesi söz konusu mu? Bazen bu tür haberler çıkıyor medyada...
Eminim birleşme olmasını isteyen çok sayıda insan vardır. Ama benim buna yönelik bir planım yok.
Grup, 1997’de dağıldı ama etkisi hala sürüyor. İngiliz alternatif müziğinin üç sacayağının, The Smiths, New Order ve Cocteau Twins’in bunca zaman sonra hala unutulmamasını neye bağlıyorsunuz?
Bana göre rock müzik ölüyor. Burada rock terimini genel anlamıyla kullanıyorum. The Rolling Stones gibi gruplardaki müzisyenler bu dünyadan ayrıldığında, o da gerçekten son olacak. Ben müzik anlamında artık yeni hiçbir şey duyamıyorum. Yeni gruplar kuruluyor ama çoğu birbirinin aynısı ya da çok benzeri; yaptıkları müziğin daha iyisi geçmişte yapıldı. Sorunuzun bununla ilgisi var.
Robert Smith, Cocteau Twins’in “Treasure” adlı albümünü kendisini evlilik törenine hazırlamak için dinlediğini ve onun duyduğu en romantik sound olduğunu söylemişti. Siz “Treasure”ı dinleyince ne hissediyorsunuz?
Dinlemeyeli uzun zaman oldu. Bütün katalog yaklaşık 5 yıl önce yeniden elen geçirildiğinde duymuştum en son. O müzikler, benim bir parçam, gençlik yıllarımın önemli bir kısmı, 22 yaşındaydım o zaman, şimdi 51’im. Çok uzun zaman geçti. O zamanlar seveni çok olan bir gruptaydım, dergiler hep bizden söz ederdi, büyük destek vardı, çok göz önündeydik. O ortamda hayatım daha kapalıydı. Bugün yıllar sonra birisi çıkıp müziğimi dinlediğini söyleyince çok gururum okşanmış hissediyorum. İnsanlara müzikle o yoğunlukta dokunabilmek muhteşem bir duygu. 30 yıldır birilerinin müziğinizi dinlediğini düşünün; olağanüstü bir şey bu. Geçmişte yaşananlar, o yıllara ait duygular çok değerli.
Cocteau Twins sonrası müzik yapma sürecinizdeki değişimler nelerdi?
Benim için en olumlu değişiklik, “music business” denilen sektörden uzaklaşmaktı. Plak şirketlerine bağlı olarak çalışmak, ruhumu öldürüyordu. Ondan kurtuldum. Plak şirketlerinin hiçbir şekilde yaratıcılıkla ilgisinin olmadığını anlamıştım. Tek düşündükleri çok sayıda satış yapıp para kazanmaktı. Korkunç bir deneyimdi. Müzik yapma isteğimi öldürdü. O dönemdeki plak şirketi ile ilşkimi bitirmek hayatımı kurtardı ve müziğe geri döndüm.
İki soundtrack albümü yayınladınız. Sizi film müziği yapmaya çeken neden ne? Az önce enstrümantal müziğin sadece sizin algılarınızı, deneyimlerinizi yansıttığını anlattınız. Film müziği yaparken, hem yönetmenin isteklerine bağlı kalıp hem de yeni fikirler geliştirmeyi nasıl başarıyorsunuz?
Çok sevdim sorularınızı. Filmler için birkaç çalışma yaptım. Temel olarak yöntem şöyle gelişiyor: Yönetmen bana filmin çekimi hakkında bilgi veriyor, ben öykünün ne olduğunu ve yönetmenin yansıtmak istediğini anlıyorum ve her şey ona göre gelişiyor. Benim için çok ilginç bir durum bu. Çünkü yaptığım diğer müziklerde aslında kendime dönüyorum. Hep ben, ben, ben ifadesi var onlarda. Filmde ise yönetmenlere ve oyunculara yardımcı rolündeyim. Tamamen farklı bir disiplin söz konusu. Zor olan, yönetmen bir sahnede özel bir şey yaratmaya çalışıp müzik kullanmak istediğinde, ne olduğunu tam olarak anlayıp kontrol etmem gerekiyor. Bu tür deneyimleri edinmek, benim açımdan çok yararlı.
Çalışmayı arzuladığınız bir yönetmen var mı?
Hayır, özel biri yok. Komedi ya da aksiyon filmleri için iyi bir tercih olacağımı sanmam. Benim müziğim, duygusal yanı ağır basan filmlere uygun olur ancak. Birden bire değişemem, şu anda olduğumdan farklı bir sanatçı olamam. Bu değişimi bir anda yapabilen kişiler tanıyorum. Rock müzik yaparken, film için gerekirse çok ticari işler yapabiliyorlar. Ben bunu yapamam.
Bugüne kadar aralarında Siobhan de Mare, Eraldo Bernocchi, John Foxx, Harold Budd gibi isimlerin olduğu müzisyenlerle işbirlikleri yaptınız. Birlikte çalışacağınız isimleri belirlerken belli bir kriteriniz var mı?
Daha önceden tanımadığım kimseyle işbirliği yapmadım. Bundan sonra da yapacağımı düşünmüyorum. Müzik, o kadar duygusal bir alan ki, onu bir yabancı ile paylaşmak istemem.
30 yıldan fazla bir süredir müzik yapıyorsunuz. Yaşadığınız onca sıkıntıya karşın, her defasında size devam etme gücü veren şey ne?
Size komik bir yanıt vereyim mi? Hınç! (Gülerek verdi bu yanıtı.) Son zamanlarda bu konuda epeyce düşündüğüm için söylüyorum bunu. Müzik yapmaya devam etmek bir mücadele. Son 10-15 yıldır yaptığım albümler medyanın ilgisini çekmiyor. Televizyona çıkmıyorum, albümlerim hakkında yazmıyorlar ama ben müzik yapmayı sürdürüyorum. Gençliğimde kendime güvenim çok azdı ve başka insanların beğenisini kazanma ihtiyacı içindeydim. Yaşım ilerledikçe buna gereksinim duymamaya başladım. Ama yine de bazen albümlerim hakkında eleştiri yazılmamasından dolayı üzülüyorum.
Müziğiniz insanlara dokunuyor. Ben de onlardan biriyim. Ben hep albümleriniz hakkında yazıyorum. Az da olsa başka yazanlar da var.
Müziği kendim için yapıyorum ama sonuçta onu insanlarla paylaşmak istiyorsunuz. Ben de turneye çıkıyorum. Konserlerden sonra albümlerimi almak istiyor dinleyiciler. O kadar çok albüm yayınladığımı bilmediklerini söylüyorlar...
2001-2005 yılları arasında Newport, New Jersey’de içinde sanatçıların atölyelerinin bulunduğu kocaman bir bina vardı. Çoğu atölyesinde yaşardı; eski bir fabrikadan dönüştürülen bina onların eviydi aynı zamanda. Kiralar çok düşük olduğundan sanatıyla karnını zor doyuran 21. yüzyıl hippilerinin merkeziydi orası. Sık sık giderdim o bölgeye. Avenue of the Americas (6. Avenue) ile 14. Sokak’ın kesiştiği yerden kalkan trene biner 10 dakika sonra Newport’a varırdım. Bir gün o binada atölyesi olan heykeltraş bir arkadaşım, “Biliyor musun, Yo La Tengo adlı bir grup provalarını burada yapıyor. Tanıyor musun onları?” diye sorunca, “Nerede? Hangi daire?!” diye öyle heyecanla yanıt vermişim ki, soluğu grubun çalıştığı dairede aldık. 2003 tarihli “Summer Sun” henüz çıkmamıştı ama ben “Let Be Still”i ilk kez orada canlı dinledim.
Sonraki günlerde birçok defa denk geldim Yo La Tengo’nun provalarına. Benim için “Summer Sun”ın yeri ayrıdır bu nedenle. Ne var ki bir gün Newport’ta emlak değeri yükselince o binaya da göz diktiler ve sonunda herkese gönderilen bir yazıyla boşaltma emri geldi. Sanatçılar direndi, sonra bir gün garip bir yangın çıktı, bazılarının daireleri zarar gördü. Yangından kaçmayanı suyu keserek kaçırmaya çalıştılar, bazıları ona da direndi, sonunda gün geldi, içerde insanlar varken balyozlarla yıkıma başlandı. Tam bir trajediydi. Çaresiz herkes terk etti orayı...
Grubun 29 yıllık kariyerinin en iyi kaydı değildi “Summer Sun” ama ne zaman onları düşünsem ya da müziklerini dinlesem, ister istemez aklıma o günler geliyor. 13. stüdyo albümleri “Fade”i dinlerken de aynı şey oldu. Aslında çok da uydu geçmişteki günlerin anısına... Sonu hüzünlü olsa da güzel bir dönemdi çünkü. “Fade”deki şarkılar da, geçmişe duyulan özlemin yarattığı hüzün kadar mutlu anları da barındırıyor. Kentli insanın kurduğu ilişkilerin ilginç ayrıntılarını yansıtan sözlerde olgunluk var.
Ira Kaplan, albümün genelinde ses tonunu yükseltmeden, çoğunlukla adeta fısıldarcasına şarkı söylüyor.Georgia Hubley, Ira Kaplan ve James Mcnew, ne hissediyorlarsa onu çalan, onu söyleyen müzisyenler olarak Yo La Tengo’ya saygınlığını kazandırdılar. Her zaman ticari endişelerden uzaktı müzikleri; içten ve duyarlıydılar. Bu kez de yanıltmadılar; en son 4 yıl önce çıkan “Popular Songs”da işaretlerini verdikleri yolu daha derinliğine kat ettiler ve indie rock / dream pop sevenlere sıcacık, kendiliğinden akıp giden, altyapısı sağlam, romantik bir albüm armağan ettiler.
1993 tarihli “Painful”dan beri son 20 yıldır bütün albümlerinin prodüktörlüğünü yapan Roger Moutenot’nun yerine bu kez John McEntire ile çalışmaları, kanımca gruba yeni bir soluk da kazandırmış. Grubun müziğinde farklı kanallardan beslenen eklektik etkileşimler hep vardı ama bu kez sound açısından daha bütünlüklü bir albüm yapmışlar. Çarpıcı perküsyonlar, gitar titreşimleri, iddialı hiçbir şey yok “Fade”de; aksine gitar, çelik üflemeliler ve yaylılardan çıkan sesler abartısız, çok temiz, arınmış bir sound hakim.
Albümün ilk şarkısı "Ohm"da akıp giden zamanın arkasından burkulan kalplerin sancısını hissetmemek olanaksız. "Hiçbir şey aynı kalmıyor / Hiçbir şey açıklanmadı / Kalbimizi, aklımızı kaybetmemeye çalışıyoruz" diyor Ira Kaplan. Ancak “I’ll Be Around”da akustik gitar eşliğinde yine onu dinlerken sanki dünyada her şey kısa bir süre sonra yoluna girecekmiş hissine de kapılacak kadar hafifliyor insan. Sakin bir gün, dingin bir mevsim ya da bütün sıkıntıların geride kaldığı günler için çok uygun bir soundtrack olabilir bu albüm.
Georgia Hubley ile Ira Kaplan'ın birlikte söylediği "Before the Run" ile, "Beni yalnız, uzak mekanına götür / Beni itimatsızlığın ötesine taşı" sözleriyle bitiyor albüm. Ira Kaplan’ın sesi bana yine Newport günlerimi hatırlatıyor ama zararı yok; bina yavaş yavaş yok olana kadar güzeldi her şey. Eskise dönüp bakmak da güzel... -
İngiliz rock grubu Starsailor’ın vokalisti, gitarist, ozan şarkıcı James Walsh, grubun faaliyetini durdurmasından sonra son birkaç yıldır solo kariyerini sürdürüyor. Suzanne Vega ile çalıştığı ilk kısaçaları “Live At The Top Of The World”ü 2010’daçıkardı, Kevin Sampson’ın 1990’ların Britpop dönemini anlatan romanından uyarlanan “Powder” adlı filmin müziklerini yaptı. Sinema ile ilgili ikinci çalışması ise, Chuck Palahniuk’un “Lullaby” adlı romanına (Türkçesi Ninni adıyla yayınlandı) yapılan uyarlama ile oldu. Film için yaptığı müzikleri aynı adı taşıyan ilk solo albümüyle Eylül 2012’de yayımlayan Walsh, 17 Ocak’ta İstanbul’a geliyor. Babylon’da vereceği konser öncesinde kendisine yönelttiğimiz soruları yanıtladı.
Solo albüm kaydetmek Starsailor albümlerini kaydetmekten farklı olmalı. Tek karar verici olunca müziğiniz daha deneysel bir bakış açısı kazandı mı?
“Lullaby”ı kaydetmek bazı açılardan daha kısıtlayıcıydı. Çünkü bir senaryoya bağlı olmak durumundaydık ama bu iyi bir sonuç verdi. Sahnelerle ilişkili olarak farklı müzikal atmosferler yaratmak söz konusuydu. Bazen boş bir kanvas üzerinde çalışmak korkutucu olabiliyor; bu nedenle belli bir odak noktasının olması güzel bir duygu.
Film için müzik bestelerken, her zamanki yöntemlerinizin dışına çıktınız mı?
Biraz farklıydı. Dediğim gibi genellikle işe boş bir kanvas ile başlarım ve güzel bir akor dizilimi, ardından çarpıcı bir melodi yaratmaya çalışırım; sonra en zor kısım olan sözler gelir. “Lullaby”da öykü çok karanlık ve esin vericiydi. Bu nedenle en kolay kısım sözleri yazmak oldu. Bu projede prodüktör Sacha Skarbek, Eliot James ve Jim Duguid ile çalıştıktan sonra, artık işbirliklerinde çok daha iyi bir performans gösterebilecek hale geldim. Bir takım olarak harika şarkılar yapmak ve herkesin en iyi olduğu yönleriyle buna katkı sağlamasından daha iyi bir şey yok. Sonunda ortaya çıkan, tek başınıza yapabileceğinizden daha güzel oluyor.
Albümdeki sözler derin, karanlık ve metaforik. Çok satan bir romandan uyarlanan filme müzik yaparken şarkıların çıkış noktasını yakalamak zor muydu?
Oldukça zordu. Stüdyoda melankolik bir ruh hali hakim olsun diye kasvetli kış manzaralarıyla çevrili bir atmosfer yarattık. Öyle ki bu ortam duygusal olarak daha hafif projelerde çalışırken bile o atmosferin etkisinden kurtulmamızı zorlaştırdı!
Albümde onu düşünen her insanı öldürme kuvvetine sahip bir Afrika şarkısını anlatan “Culling Song” adlı bir parça var. İnsanları öldüren bir şarkıyı hayal edip müzikle anlatmak zor olmalı.
Yazması zordu gerçekten. Basit olmalıydı ama kalıplaşmış bir korku melodisi de içermemeliydi. Sanırım biz bu ikisi arasında bir denge kurabildik.
CHUCK PALAHNIUK ETKİSİ
Chuck Palahniuk hayranı olduğunuzu biliyorum. Onun eserlerinde sizi en çok ne etkiliyor?
Yazım tarzını seviyorum; çünkü etkisi romanı bitirdikten sonra da sürüyor. Bazen okurken “Bu çok karışık ve dağınık” diye düşündüğünüz oluyor ama sonra her şey çok çarpıcı bir şekilde bir araya geliyor. En sevdiğim yazar Graham Greene’in bazı kitapları da bende aynı hissi uyandırıyor.
Sinemayla ilgili ilk çalışmanızı “Powder” adlı film için yapmıştınız. “Lullaby” ile bir farkı var mıydı sizin açınızdan?
Powder, biraz daha klasik, geleneksel bir çalışmaydı. Filmde konu edilen bir müzik grubunun çalacağı şarkıları yazdık. 32 yaşında bir insan olarak şarkı yazmaktansa, zamanı geriye alıp 20 yaşındaki bir insanın bakış açısını düşünüp ona uygun şarkılar yapmak güzeldi!
Filmlerde görüntüleri destekleyen müzikleri mi yoksa onu manipüle eden müzikleri mi daha çok seviyorsunuz? Sizce müziğin filmdeki rolü ne olmalı?
Doğru müzikle bir film yaratılabilir. “Midnight Cowboy”daki ‘Everybody’s Talkin’ adlı şarkıyı ve “Blue Velvet”teki harika müzikleri düşünün... Bence filmdeki müzik görüntüleri geliştirmeli, karakterleri yansıtmalı.
Yeni albümdeki “Start Again” adlı şarkının videosunda siz de rol aldınız. Rol yapmaktan hoşlandınız mı?
Hoşlandım. Natalie Press ile çalışmak harikaydı. İyi oyuncular her şeyi kolaylaştırıyor. Basit bir sahnede,gerçek bir oyuncuyla oyuncu olmayan arasındaki fark fazla göze çarpmıyor ama aslında çok önemli. Ben elimden gelenin en iyisini yaptım; ancak videoyu izlediğinizde kolaylıkla profesyonel olanın Natalie olduğunu söyleyebilirsiniz.
"RAHAT OLDUĞUM DÖNEMLERDE YAZMAK DAHA KOLAY"
Bob Dylan bir keresinde, “Müzisyen olmak, bulunduğunuz yerin derinliklerine inmek demektir. Çoğu müzisyen o derinliğe erişmek için her şeyi dener” demişti. Sözü edilen derinlikteki müziğe ulaşmak için sizin izlediğiniz yol ne?
Bence Dylan haklı. Benim durumumda en derin sonuçlar rahat olduğumda ve kendime güven duyduğum zamanlarda ortaya çıkıyor. Zor dönemlerde ya da ruhsal anlamda pek iyi hissetmediğimde yazmak kolay olmuyor. Bu dönemlerden çıktığımda o derinlik gerçekleşiyor.
Bir röportajınızda, hüzünlü şarkıları yazmanın mutlu olanları yazmaktan daha kolay olduğunu söylemiştiniz. Mutlu şarkı yazmanın zorluğunu sık sık duyuyorum müzisyenlerden. Çok mutlu olduğunuz bir anda gitarınızı kapıp bunu bütün dünyaya haykırmak istediğiniz oldu mu?
“Good Souls”da olumlu bir mesaj var. Grup olarak şarkı yazmak ya da başla müzisyenlerle işbirliği yapmak, olumlu olmayı kolaylaştırıyor. “Four to the Floor”, eşim Lisa ve kızımız Niamh ile Londra’da ufak bir daireye yerleşmemizle ilgili. O şarkıyı yazdım; çünkü bu olay beni çok mutlu etmişti ama o duyguları tekrarlamak da zor.
"STARSAILOR'UN BİRLEŞMESİ İÇİN BİR NEDEN OLMALI" Son röportajlarınızdan birinde, “Starsailor’ın yakın gelecekte dönüş yapacağını sanmıyorum” dediniz. Grupta durum nasıl?
Bas gitarist Stel, Spiritualized ile dünya turnesinde. Ben ve Barry, Warrington’da daha sakin bir hayat sürdürüyorlar. Bence geçmişte çok iyi iş çıkardık; güzel bir miras kaldı. Devam etseydik bozulabilirdi ve bizlerin farklı yönlere gitme şansını da yok edebilirdi. Yeniden birleşme kapısı hep açık ama bu büyük bir kutlama şeklinde, Starsailor’ın müziğinin bir filmde, tv’de kullanılması ya da önemli bir cover gibi olmalı. Bir neden olmak zorunda.
Kariyeriniz boyunca kültürel açıdan çok farklı kentlerde konserler verdiniz, kayıtlar yaptınız. Esin kaynaklarınızın peşine düşmeyi seviyor musunuz yoksa siz seyahat ettikçe onlar mı sizi buluyor?
Çalışmalarınızı yürüttüğünüz yerin etkisi büyük oluyor. Bence esin kaynaklarım beni buluyor. Bir şeyi şarkıda kullanabilmek için ondan gerçekten etkilenmiş olmanız lazım. Akıllı görünebilmek için yazdığınızı düzeltip değiştirmek kolaycılıktır. İsveç, şarkı yazmak için çok esinlendirici bir yer; çünkü harika manzaralarla Stockholm gibi canlı kentlerin bir karışımı. İstanbul da elbette kültürel olarak zengin bir yer! Seviyorum o kenti.
İlk solo kısaçalarınızı Tromso’da Norveçli bir oda orkestrası ile kaydettiniz. Kayıt sırasında bu işbirliğinden kaynaklanan zorluklar oldu mu?
Sanırım düzenlemeleri yapan arkadaşımız için çok daha zordu. Harika melodileri şarkıların içine dokurken mükemmel bir iş çıkardı.
Geriye dönüp baktığınızda sizi müzik yapmaya yönelten temel hislerinizde yıllar içinde değişiklik oldu mu?
Evet, yıllar içinde değişim oldu. Eskiden yansıttığım imajla, gazetecilerden ve çevremdeki insanlardan göreceğim saygıyla ilgiliydim. Artık ailem için en iyi olanı gerçekleştirmek istiyorum ve nihai hedefim yıllara meydan okuyacak tek bir şarkı yapmak. Onu benim söylemem ya da başka birisinin söylemesi önemli değil; sadece o şarkıyı yapmak istiyorum.
En son Londra’ya gittiğimde Rough Trade West’te zaman geçirirken karşıma çıkan albümlerden biriydi bu. Kulaklığı takıp CD dinleme ünitesinde biraz dinleyeyim dedim, bir saat boyunca albümün tümünü dinledim. Bir iki şarkı dinleyip beğenince alıp ayrılabilirdim dükkandan ama o zaman albümün geri kalanını merak ederdim. Müzik sevdalıları bilir; bir albümün soundu sizi bir anda sararsa, hepsini duymak istersiniz. Londra’da yaşayan dört Japon öğrencinin kurduğu Bo Ningen’in 2012’de çıkan ikinci albümü "Line the Wall" da bende bu hissi uyandırdı.
Rough Trade'deki görevli baktı ki ben kulaklığı bir türlü çıkartamıyorum; “Albümü sizin için dükkanda çalabilirim. O albümü kulaklıktan duymak tatmin etmiyor,” deyince bir kere de öyle dinledim ve aldığım albümler arasına o da katıldı. Ancak dükkandan çıkarken görevliye, “Bence bu müziği CD’den dinlemek de kesmiyor insanı. Grubu konserde görmek lazım,” dedim. Bir kere izlemiş grubu; “Çok haklısınız. Mutlaka görmelisiniz!” diye heyecanla yanıt verdi. Henüz grubu görmeye fırsatım olmadı ama listemde ilk sıralarda.
2006’da kurulan Bo Ningen, 2010’da grupla aynı adı taşıyan ilk albümünden sonra verdikleri konserlerle kentin yeraltı kültüründe en iyi canlı performans grubu olarak sağlam bir yer edindi. 70’lerin progresif rock’ını saykedelik sound ve krautrock ile buluşturan epey gürültülü bir müzik yapıyorlar. Bir yerde okumuştum; müziklerini tanımlamak için Can ile Kraftwerk’in, Faust ile Fugazi’nin bir araya geldiğini düşünün yazıyordu. Bir başka yazıda Can ile Black Sabbath birleşiminden söz edilmişti. Synthesizer’ların gitarlarla diyaloğu, aniden uzun sololara dönüşecek kadar sınırsız ve hesapsız. Sonuç, dinleyenin hipnotize olmuş bir halde müziğin içine yuvarlanarak düştüğü bir deneyim şeklinde gelişiyor. Bu etkiyi bozmamak için tüm albümü canlı bir konser kaydı şeklinde düşünmüşler; sadece sonradan “overdubbing” denilen “üst üste kayıt” teknikleriyle soundu geliştirmişler.
Kulaklarınızın içinde güçlü bir titreşim yaratan şarkıların sözleri Japonca. Herhangi bir anlam veremeseniz de, yansıttığı enerjiyi hissetmemek olanaksız. Röportajlarında söylediklerine göre, grup üyeleri albümü kaydederken Çin Seddi’nin büyüklüğünü, toplumları birbirinden nasıl ayırdığını ve birinden diğerine uçarak gitme olasılıkları üzerine konuşuyorlarmış. Ama albüm adındaki duvar kelimesi, yıkılması veya aşılması gereken birçok farklı şeye referans olabileceği düşünülerek, soyut bir anlamda kullanılmış. Alışılagelmiş ses kalıplarını yıkarak, kendilerinin de müzikte bir duvarı indirdiklerini söylemek yanlış olmaz.
Bo Ningen’in fotoğraflarına bakınca, 70’lerin hippie dünyasından fışkırdıklarını düşünüyor insan. Her biri beline kadar simsiyah saçlı, incecik, sıradışı kıyafetleriyle dikkat çeken dört Japon erkeğinden oluşuyor grup. “Bo Ningen”, Japonca’da “çubuk gibi adam” anlamına geliyormuş; doğrusu bir grup ismiyle bu kadar uyumlu olabilir. Ben fotoğraflara bakınca bazı üyeleri bir süre kadın sandım. Rough Trade’deki görevli, her biri ilginç bir karakter olan Bo Ningen üyelerini konserde izlemenin de ayrı bir deneyim olduğunu anlattı. Kısa sürede Londra yeraltı kültüründe bu kadar öne çıkmalarının nedeninin, konserlerinde kendilerini kontrolsüzce tamamen müziğe bıraktıkları yoğun atmosfer olduğu anlaşılıyor.
Vokalist Taigen, Tokyo’da sound art okuyup, Japonya’daki noise müzik üzerine tez yazmış. Müziklerinin aşırı ya da farklı görülmesinin nedenini, taklit etmeye çalıştıkları şeyi kazara bozmalarıyla açıklıyor. Uzun yıllardır Batı’da gelişen müziği, teknikleri kopyalarken, onu istemeden farklılaştırdıklarını ve bunun da Batılı müzikseverlerce yeni bir şey gibi algılandığını söylüyor.
Albümdeki 10 şarkının içinde iki tanesi, şaşırtıcı şekilde diğerlerinden ayrılıyor. Noise rock,grunge,saykedelik rock, art rock formları içinde ses duvarlarını doğaçlamalar ile zorlayıp melodik bir akıcılık içinde devam eden albümde birden 7. şarkı “Ten to Sen”de sular duruluyor. Sigur Ros’u andıran iç burkan bir sounda vokalist Taigen’in inlemeleri ya da çığlıkları yerine bu kez dokunaklı sesi usulca eşlik ediyor. Albümün kapanışını yapan “Natsu no Nioi” ise daha da yavaşlıyor ve neredeyse bir ninni gibi bitiyor albüm.
Başlıktaki soruya en iyi yanıtı, bu akımın içinde önemli yeri olan Alman elektronik müzik grubu Tangerine Dream'in kurucusu Edgar Froese aşağıdaki belgeselde vermiş.
"We were so stupid and guilty to start two wars. As horrific as it was, it had, forgive me to say that, one positive point. There was nothing else to do. They lost everything. And so, when we thought about doing music in a different form, there was only the free form, you know the abstract form."
BBC'de yayınlanan belseselin tümü Youtube'da izlenebiliyor.