© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 19 Ocak 2013
Grup, 1997’de dağıldı ama Guhtrie, solo kariyerini sürdürdü, albümler yayınlayarak ambient ve dream pop’un enstrümantal ses evreninde bize yepyeni hayal dünyaları kurdu.
2011'de Dead Can Dance'den Brendan Perry ile turneye çıktığında İstanbul'a uğrarlar belki diye çok heveslenmiştim ama olmadı. Sonunda İstanbul'a geleceğini geçen sonbaharda öğrendim. O günden beri de içimde ayrı bir kıpırtı var. Kasetlerden, plaklardan, CD'lerden, MP3'lerden, radyodan dinlediğim müzikleri ilk kez canlı çalınırken dinleyeceğim. Anılarım canlanacak; hem üzüleceğim hem sevineceğim. O müzikleri yaşayacağım! Birkaç ay önce yeni solo albümü "Fortune"u yayınlayan Guthrie'nin kendi adını taşıyan üçlüsüyle birlikte İstanbul'daki ilk konseri 19 Ocak'ta Borusan Müzik Evi'nde gerçekleşecek.
Yılın en heyecan verici konserlerinden birinden önce Guthrie’yi Fransa'daki evinden telefonla arayıp sohbet etme olanağı buldum. Bunca yıldır röportaj yaparım; ikinci kez röportajdan sonra teşekkür maili aldım. 40 dakika süren konuşmamız boyunca son derece alçakgönüllü ve samimiydi Robin Guthrie. Bazen bazı müzisyenlerle konuşunca, yaptıkları müzik ile yansıttıkları kişilik arasında paralellik kuramazsınız, bu kez öyle değildi; Guthrie'nin müziği de kendisi gibi çok samimi ve naif. Onunla konuşmak büyük bir zevkti.
İstanbul'da ilk konseriniz ama daha önce hiç geldiniz mi kente?
İlk kez geleceğim İstanbul’a. Daha önce ne turnede geldim ne de turistik olarak ziyaret ettim. O nedenle heyecanlıyım.
Bir süredir Robin Guthrie Trio olarak konserler veriyorsunuz. Nasıl gidiyor?
Şu ana kadar toplam 20 kadar konser verdik. Biliyorsunuz zaman zaman farklı müzisyenlerle işbirliklerimiz oluyor. Klasik anlamda bir grup olarak anılmak istemiyoruz aslında. Arkadaşlarımın diğer projelerine saygı duyuyorum, ben de farklı çalışmalar yapıyorum. Davulcumuz Finlandiya’dan, bas gitaristimiz Avustralya’dan. O nedenle pek sık bir araya gelemiyoruz.
Uzunca bir süredir Fransa’nın kuzeyinde yaşıyorsunuz. Orada hayat nasıl?
Çok yavaş, sessiz. Ailemle 10 yıldır burada yaşıyoruz. Daha önce Londra’daydım.
Londra’yı özlüyor musunuz?
Hayır, hiç özlemiyorum. Çok fazla İngiliz (British) var orada. New York, Paris ve Tokyo’yu özlüyorum ama Londra’ya bir düşkünlüğüm yok. Dünyada merak ettiğim bir sürü yer var. Bazen İngiltere’yi aradığım zamanlar oluyor; mesela iyi bir İngilizce kitap almak istediğimde... Fransa’da sürekli Fransızca konuşmak zorundasınız. Bazı yiyecekleri özlediğim de oluyor ama sonuçta ben Avrupalı’yım; kendimi İngiliz diye nitelendirmiyorum.
Yeni albümünüz “Fortune” çok güzel. Siz kutluyorum ve bir dinleyici olarak teşekkür ediyorum. Albüm adı için bu kavramı tercih etmenizin nedeni neydi?
Son 30 yıldır hayatımı müzik yaparak kazanıyorum. İstediğim işi yaparak bunu sağlayabilmem büyük bir talih. Yaşarken kontrolümüzde olmayan birçok şeyi şans eseri bize sağlıyor hayat. Albümü yaparken gitarı çalabilme şansına sahip olduğumu düşünüyordum. Bu, hayatı hem çok kırılgan hem de ilginç kılıyor.
Çok dokunaklı, sıcak ve melodik bir müzik yapıyorsunuz. Gitar çalışınız bana Vini Reilly’i hatırlatıyor; siz gitar çaldığınızda ortamda farklı bir atmosfer oluşuyor, dinleyenin ruh aleminde özel duygular yaratıyorsunuz.
Benim akademik bir müzik eğitimim yok. Vini Reilly ile benim aramdaki fark şu: Onun çok daha ilginç, çok daha etkileyici bir tekniği var. Gitari bir gitarist gibi çalabilir; ben öyle çalamıyorum, sadece kendi yöntemimi biliyorum. Bazı insanlar bir başkasını gitar çalarken dinler, şarkı hoşuna gider ve akorları çıkarıp kendisi de çalmaya başlar. İlk zamanlarda gençken çevremdeki bazı arkadaşlarım da öyle yapardı. Ben bunu hiç yapamadım. Bir grupta olup müzik yapmak istedim. Elektronik aletler ve sound konusunda çok fazla bir bilgim de yoktu. Tek istediğim gitarımdan çıkan soundun farklı olmasıydı. Sonuçta basit bir enstrümanı çok daha ilginç bir hale getirmek için bana bunu öğretebilecek insanlardan, aletlerden yararlandım.
Bence başardınız. Sizin gitar çalışınızı hemen tanırım; çünkü farklı. İlk gençlik yıllarınızda beğenip etkilendiğiniz bir gitarist var mıydı?
O dönemlerde gitaristlere karşı çok büyük merakım olduğunu sanmıyorum. Bir grupta davul çalmayı hep istemiştim ama davul setim yoktu. Bas gitar çalmak istedim ama o da yoktu. Ağabeyimin çalmadığı bir gitarı vardı; onu ödünç alıp gitar çalmaya başladım. Ben müzik dinleyip yapmaya 70’lerde başladım. 10-13 yaş dönemiydi. O yıllardaki rock müzikten, Pink Floyd, Genesis gibi gruplardan pek hoşlanmıyordum. Çocuktum, 10-13 yaş dönemiydi. ABBA, T-Rex, David Bowie, Roxy Music’i seviyordum. Pink Floyd’un 70’lerde yaptığı müziği daha sonra 1990’larda keşfettim. Punk rock’ın doğuşu gitar çalmamda etkili oldu. O da müzikle ilgili değildi, kendine güvenini kazanmaya çalışan bir gencin çabasıydı. O aşamadan sonra 1960’larda rock müzik yapan gruplara eğilmeye başladım.
Gitarın müziğinizde rolünü bir metaforla açıklamak isteseydiniz ne derdiniz?
Benim duygularımla hoparlörler arasındaki bağ derdim. Metaforlar konusunda çok iyi değilim, bilmiyorum. Benim yaptığım bütün müzikler duygusal, fazla düşünsel bir niteliği yok; müziğim hakkında kafa yorup ona entelektüel bir özellik katmaya çalışmıyorum. Şarkılarımın insanlarda mutlu ya da hüzünlü hisler uyandırmasını seviyorum. Gitarımı bu hisleri yansıtmak için kullanıyorum. Kitap, şiir ya da şarkı sözü yazma gibi bir yeteneğim olsa bunları yapardım. Yaptığım müzik, içimdeki hisleri aktarmak için kullanabildiğim tek yol.
Enstrümantal müziğin içine bir kez dalmayı başarırsanız önünüzde kocaman yeni bir dünya açılıyor.
Benim yaptığım bütün müziklerin kaynağı yaşanan deneyimler. Oldukça soyut olgular bunlar. Benim müziğimi ya da başka enstrümantal müzikleri dinleyenlerin, gerçekten yorumlayabilmek için müziğin bir parçası olması gerektiğine inanıyorum. Onlara işin içine kendi duygularını katmaları için gereken özgürlüğü veriyorum. Morrissey gibi sözler yazabilseydim, dinleyiciler şarkıları benim istediğim gibi yorumlardı. Enstrümantal müzikte kendi hayalgücünüzü kullanmak için daha fazla olanağınız var. Bu nedenle filmler için yapılan müzikleri de seviyorum. Son 2 yıldır yaptığım albümler sırasında kendimi yoğun bir hayal dünyasının içinde buldum. Müziklere o kadar bağlanıyorum ki duygusal açıdan yorgun hissediyorum. “Bu benim sadece işim” diyemiyorum. Bazı şarkılarım çok hüzünlü. Onları yazarken kendimi müziğe tamamen açıyorum. O şarkılar beni, hayatımda olanları yansıtıyor.
Şarkı sözleri bazı insanlar için bir tür konfor sağlıyor.
Bazı insanların hayal gücü geniş, bazılarınınki çok sınırlı. Bazıları yaşar, bazıları olanı takip eder. Herkese hitap edecek müzik yapmak olanaklı değil; kendim için yapıyorum ilk olarak, geri kalan herkes sonradan gelir. Ben bu konuda korkunç derecede bencilim. Müzik yaparken onu başkaları dinler mi, sever mi diye hiç düşünmem. Ben kendimi müzisyen olarak da tanımlamıyorum; daha çok sanatçı olarak görüyorum. Bir fotoğrafa ya da resme bakmak gibi..
Blixa Bargeld ile röportaj yaptığımda o da aynı bakış açısına sahip olduğunu anlatmıştı.
Müzisyenler, piyanodaki siyah tuşların işlevini bilir ama sanatçıların bir fikri olmayabilir. (Burada güldü.) Gerçekten resimdeki dışavurumcular gibi hissediyorum. Bir resimden, fotoğraftan ya da seyahatten çok daha fazla esinlenebilirim.
Bir röportajda, “Müzik olarak esin kaynağım yok. Okumayı çok seviyorum ve her şeyi deneyimlemekten hoşlanıyorum. Müziğimi bu yolla yapıyorum” dediğinizi okumuştum.
Evet, garip ortamlarda sık sık kayıt yapıyorum. Çok fazla müzik dinlemiyorum. Çalışırken kayıt sırasında dinliyorum ama çalışmadığım zamanlarda kitap okuyorum. Televizyon izlemiyorum ama film seyrediyorum. İçinde yetiştiğim topluma kendimi yabancılaştırmış durumdayım. Şimdi Fransa’da birçok şeye hakim değilim. İngiltere’yi düşündüğümde de bugün orada olanları tam anlamıyla anlamaktan uzağım.
Öyleyse “Fortune”u bir kitap, seyahatte gördüğünüz bir manzara ve bir renk olarak hayal ederseniz, neler çıkar ortaya? (Not: Bu, benim müzisyenlere zaman zaman sorduğum ortak bir soru. Yanıtları, hayal dünyalarını ya da akıllarındaki çağrışımları ortaya çıkarması bakımından ilginç oluyor.)
Tek bir kitap olmaz; bir yazarın kısa öykülerden oluşan bir kitap olur. Çünkü hepsinin farklı bir yanı öne çıkmalı. Albümde de tek bir öykü yok, kısa kısa öykülerden oluşan bir bütün o. Rengi kırmızı olurdu. Benim rengim. Rulet oynasam hep kırmızıyı seçerdim. Nedenini bilmiyorum ama kırmızı beni çok etkiliyor. Manzara ise ne olurdu? Eşim okyanus manzarasını, kıyıdan okyanusa bakmayı çok seviyor. Beni çıldırtan bir his o. Ben çöl manzarasını severim. 2007’de “Continental” adlı albümü trenle Fransa’da doğudan batıya seyahat ederken yaptım. Bulunduğum ortamın benim müziğime etkisi büyüktür. “Fortune” ise kesinlikle ıssızlık hissi yansıtan bir çöl albümü değil. Bordeaux’da kaydettim albümü ama düşününce tek bir yerle özdeşleşmiyor kafamda. O yüzden bu albüm için manzara zor bir konu...
Yeni albümde “Forever Never” adlı bir şarkınız var. Benim favorim o. Öyküsünü, nasıl ortaya çıktığını öğrenebilir miyim?
Benim en sevdiğim şeylerden birisi örümcekler. O şarkı, seyahatte olduğum bir sırada ortaya çıktı. Turnede olmadığım zamanlarda etrafta çok seyahat ederim. Yine o seyahatlerden birinde yanımda bilgisayarım vardı. Daha önce eğitim almış bir müzisyen olmadığımı size anlatmıştım ama gitarımdan çıkan sesleri bilgisayarımda kullanabiliyorum. Bir yerde birkaç günlüğüne kamp kurmuş müzik yapıyordum. “Forever Never” o sırada oluştu. Çocuklarımdan birisi, “Baba, bu bir örümceği dinlemek gibi” dedi. Epey tuhaf bir konsept diye düşünmüştüm ama insanlar müziğimden benim algıladığımı algılamak zorunda değil.
Konserde çalacak mısınız onu?
Hayır, sanmıyorum. Konserde o albümden bir şarkı çalarım herhalde. Canlı performanslarda çalınanla stüdyodaki kaydedilen arasında büyük değişimler olabilir. Konserde sadece üç kişiyiz, albümlerimdeki sound çok daha yoğun, karışık bir iş. Bazen şarkılar daha basit çalınabilir ama bu her zaman olmuyor. Son 10 yılda yaptığım müziklerden bir seçme olacak konserde.
Cocteau Twins hakkında bir iki soru sormak istiyorum ama eğer sizin için hassas bir konuysa, yanıt vermek istemezseniz anlarım.
Hayır, öyle hassas bir konu değil.
Grubun birleşmesi söz konusu mu? Bazen bu tür haberler çıkıyor medyada...
Eminim birleşme olmasını isteyen çok sayıda insan vardır. Ama benim buna yönelik bir planım yok.
Grup, 1997’de dağıldı ama etkisi hala sürüyor. İngiliz alternatif müziğinin üç sacayağının, The Smiths, New Order ve Cocteau Twins’in bunca zaman sonra hala unutulmamasını neye bağlıyorsunuz?
Bana göre rock müzik ölüyor. Burada rock terimini genel anlamıyla kullanıyorum. The Rolling Stones gibi gruplardaki müzisyenler bu dünyadan ayrıldığında, o da gerçekten son olacak. Ben müzik anlamında artık yeni hiçbir şey duyamıyorum. Yeni gruplar kuruluyor ama çoğu birbirinin aynısı ya da çok benzeri; yaptıkları müziğin daha iyisi geçmişte yapıldı. Sorunuzun bununla ilgisi var.
Robert Smith, Cocteau Twins’in “Treasure” adlı albümünü kendisini evlilik törenine hazırlamak için dinlediğini ve onun duyduğu en romantik sound olduğunu söylemişti. Siz “Treasure”ı dinleyince ne hissediyorsunuz?
Dinlemeyeli uzun zaman oldu. Bütün katalog yaklaşık 5 yıl önce yeniden elen geçirildiğinde duymuştum en son. O müzikler, benim bir parçam, gençlik yıllarımın önemli bir kısmı, 22 yaşındaydım o zaman, şimdi 51’im. Çok uzun zaman geçti. O zamanlar seveni çok olan bir gruptaydım, dergiler hep bizden söz ederdi, büyük destek vardı, çok göz önündeydik. O ortamda hayatım daha kapalıydı. Bugün yıllar sonra birisi çıkıp müziğimi dinlediğini söyleyince çok gururum okşanmış hissediyorum. İnsanlara müzikle o yoğunlukta dokunabilmek muhteşem bir duygu. 30 yıldır birilerinin müziğinizi dinlediğini düşünün; olağanüstü bir şey bu. Geçmişte yaşananlar, o yıllara ait duygular çok değerli.
Cocteau Twins sonrası müzik yapma sürecinizdeki değişimler nelerdi?
Benim için en olumlu değişiklik, “music business” denilen sektörden uzaklaşmaktı. Plak şirketlerine bağlı olarak çalışmak, ruhumu öldürüyordu. Ondan kurtuldum. Plak şirketlerinin hiçbir şekilde yaratıcılıkla ilgisinin olmadığını anlamıştım. Tek düşündükleri çok sayıda satış yapıp para kazanmaktı. Korkunç bir deneyimdi. Müzik yapma isteğimi öldürdü. O dönemdeki plak şirketi ile ilşkimi bitirmek hayatımı kurtardı ve müziğe geri döndüm.
İki soundtrack albümü yayınladınız. Sizi film müziği yapmaya çeken neden ne? Az önce enstrümantal müziğin sadece sizin algılarınızı, deneyimlerinizi yansıttığını anlattınız. Film müziği yaparken, hem yönetmenin isteklerine bağlı kalıp hem de yeni fikirler geliştirmeyi nasıl başarıyorsunuz?
Çok sevdim sorularınızı. Filmler için birkaç çalışma yaptım. Temel olarak yöntem şöyle gelişiyor: Yönetmen bana filmin çekimi hakkında bilgi veriyor, ben öykünün ne olduğunu ve yönetmenin yansıtmak istediğini anlıyorum ve her şey ona göre gelişiyor. Benim için çok ilginç bir durum bu. Çünkü yaptığım diğer müziklerde aslında kendime dönüyorum. Hep ben, ben, ben ifadesi var onlarda. Filmde ise yönetmenlere ve oyunculara yardımcı rolündeyim. Tamamen farklı bir disiplin söz konusu. Zor olan, yönetmen bir sahnede özel bir şey yaratmaya çalışıp müzik kullanmak istediğinde, ne olduğunu tam olarak anlayıp kontrol etmem gerekiyor. Bu tür deneyimleri edinmek, benim açımdan çok yararlı.
Çalışmayı arzuladığınız bir yönetmen var mı?
Hayır, özel biri yok. Komedi ya da aksiyon filmleri için iyi bir tercih olacağımı sanmam. Benim müziğim, duygusal yanı ağır basan filmlere uygun olur ancak. Birden bire değişemem, şu anda olduğumdan farklı bir sanatçı olamam. Bu değişimi bir anda yapabilen kişiler tanıyorum. Rock müzik yaparken, film için gerekirse çok ticari işler yapabiliyorlar. Ben bunu yapamam.
Bugüne kadar aralarında Siobhan de Mare, Eraldo Bernocchi, John Foxx, Harold Budd gibi isimlerin olduğu müzisyenlerle işbirlikleri yaptınız. Birlikte çalışacağınız isimleri belirlerken belli bir kriteriniz var mı?
Daha önceden tanımadığım kimseyle işbirliği yapmadım. Bundan sonra da yapacağımı düşünmüyorum. Müzik, o kadar duygusal bir alan ki, onu bir yabancı ile paylaşmak istemem.
30 yıldan fazla bir süredir müzik yapıyorsunuz. Yaşadığınız onca sıkıntıya karşın, her defasında size devam etme gücü veren şey ne?
Size komik bir yanıt vereyim mi? Hınç! (Gülerek verdi bu yanıtı.) Son zamanlarda bu konuda epeyce düşündüğüm için söylüyorum bunu. Müzik yapmaya devam etmek bir mücadele. Son 10-15 yıldır yaptığım albümler medyanın ilgisini çekmiyor. Televizyona çıkmıyorum, albümlerim hakkında yazmıyorlar ama ben müzik yapmayı sürdürüyorum. Gençliğimde kendime güvenim çok azdı ve başka insanların beğenisini kazanma ihtiyacı içindeydim. Yaşım ilerledikçe buna gereksinim duymamaya başladım. Ama yine de bazen albümlerim hakkında eleştiri yazılmamasından dolayı üzülüyorum.
Müziğiniz insanlara dokunuyor. Ben de onlardan biriyim. Ben hep albümleriniz hakkında yazıyorum. Az da olsa başka yazanlar da var.
Müziği kendim için yapıyorum ama sonuçta onu insanlarla paylaşmak istiyorsunuz. Ben de turneye çıkıyorum. Konserlerden sonra albümlerimi almak istiyor dinleyiciler. O kadar çok albüm yayınladığımı bilmediklerini söylüyorlar...
-