© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 24 Şubat 2013
Nick Cave and the Bad Seeds, 'Dig!!! Lazarus, Dig!!!' ile sevenlerini gösterişli bir şekilde selamladıktan beş yıl sonra 'Push the Sky Away'in minimalizm limanına demirledi ve açıkçası ben bundan çok memnunum. 2008’de 'Dig!!!, Lazarus, Dig!!!'deki oldukça sert, maskülen garage rock sounduyla çok övgü almıştı grup. O albümden sonra 2009’da kurucu üyelerden multienstrümantalist Mick Harvey ayrılınca The Bad Seeds bir süre sessiz kaldı. O arada Nick Cave ve bazı grup üyelerinin yan proje olarak yürüttüğü Grinderman’in ikinci albümü çıktı, Cave ve Warren Ellis film müzikleri yaptılar.
'Push the Sy Away'de tercih edilen soundun en önemli getirisi, Nick Cave’in öykü anlatıcı rolünü daha çok belirginleştirmiş olması. Mick Harvey’in enstrümantasyonda yarattığı şiirselliği aramıyor değilim ancak bu kez girilen yoldaki yalınlık ruhuma daha çok uydu. Cave’in gitar seslerinin arasından da kendini gösterecek kadar güçlü bir sesi olsa da, yeni albümde sanki enstrümanlara yön verip liderlik eden onun telaffuz ettiği sözcükler. Bu açıdan Leonard Cohen’a benzetilmesi de şaşırtıcı değil.
Nick Cave, görsel bir yanı olmayan, sadece duygulardan beslenen şarkılar yazamadığını, mutlaka hakkında şarkı yazacağı şeyi görmek ihtiyacı hissettiğini söylüyor. Ama bir yandan da, ne ile ilgili olduğunu anlamak için oturup çözmeniz gereken hikayelerden bahseden şarkılardan da hoşlanmadığını söylüyor. Müziğin kendiliğinden ruha dokunmasını bekliyor. Bunu başarmak için, ilk anda gerçek hikaye ile ilgisiz görünse de farklı duygusal etkileşimleri barındıran imajları bir sekans içinde kullanmayı öğrenmek için yıllarca uğraşmış. Bana göre yeni albüm bu hedefine en çok yaklaştığı çalışması.
Gerçekten de 'Push the Sky Away'i dinlediğinizde Nick Cave’in sizi belli bir zaman ve mekan diliminde bir yolculuğa çıkardığını hissediyorsunuz. Bu açıdan sinemasal bir sound var albümde. Etrafında olan her şeyi gözlemleyip 55 yaşın verdiği olgunlukla süzgeçten geçirmiş, elinde kalanları da kara mizah ve komedi ile ince ince işlemiş Cave. The Bad Seeds’in 15. albümünde de sözlerde Cave'in her zamanki şair duyarlılığı var. Bir anda ortaya çıkan sözler değil bunlar; hep yaptığı gibi denize bakıp uzun uzun düşünmüş belli ki; kafasındaki karakterler yine ölüm, seks, inanç, modern toplum, aşk temaları üzerinde dönüp duruyor.
Nick Cave ve grup üyeleri, Fransa’da 19. yüzyıldan kalma bir köşkü stüdyo haline getirip orada kaydetmiş albümü. Bütün bir kayıt sürecini aynı yerde, değişik bir ortamda geçirmelerinin sounda büyük etkisi olduğunu söylüyor Warren Ellis. Düşünsenize aynı yerde yiyor, içiyor, yatıyor, uyanıyor ve albümü düşünüyorsunuz. Stüdyoya sabah işe gelir gibi gelip akşam çıkarak yapılan kayıttan çok farklı bir deneyim olsa gerek. Sözleriyle insanı bir seyahate çıkaran albümün aynı zamanda müzik olarak da bu duyguyu yaratmasında kayıt sürecinin devamlılığının etkisi olmalı. Mesela 'Higgs Boson Blues'a dair ilginç bir bilgi var. Kayıt yapıldığı sırada kimse, Nick Cave dahil, şarkıyı tümüyle daha önceden dinlememiş. Şarkıyı söylerken, sözlere o anda son şeklini vermiş Cave, nereye gideceğini önceden planlamamış; grup üyeleri ise onun şarkı söyleyişine göre hareket etmiş. Bu tür deneyleri yapmaya elverecek bir çalışma yönteminin tercih edilmesi çok isabetli bir karar olmuş.
Bu kez albümde Nick Cave’in dediği gibi önceden çalışıp öğrenmeniz gerektiren bir öykü yok. 'Dig!!! Lazarus, Dig!!!'i anlamak için İncil’de geçen Lazarus’un kim olduğunu bilmek gerekiyordu. 'Push the Sky Away', tema olarak o albümle ortak konulara değinse de, bunu modern hayattan imajları kullanarak yapıyor. 'Higgson Boson Blues'da popüler kültür simgeleri olarak Hannah Montana ve Miley Cyrus’a, sırtında 10 dolarlık gitarıyla müzik peşinde gezinen Robert Johnson’a, Lucifer’e atıf yapılması bundan. Şarkıda geçen “Who cares what the future brings” sözüyle, Batı kültürüne özgü modern toplumda ruhani yönün zayıflamasının altını çiziyor. 'Water’s Edge'de bir dere kenarında bacaklarını açıp oğlanlara gösteren kızları anlatırken ise, sesindeki tonlamanın da vurguladığı gibi, görsel bir şova dönüşüp soğuyan sevgiyi anlatıyor.
6 dakikayı aşan süresiyle albümün en uzun şarkısı 'Jubilee Street', Bee isimli bir kadının öyküsünden yola çıkıp insanoğlundaki ahlaki bulanıklığı anlatıyor. Cave’in sonra dönüp 'Finishing the Jubilee Street' adlı bir başka şarkı yazması, bu albümdeki şarkı yazarlığının gelişimini incelemek bakımından önemli. Bu defa yatağına uzanıp hayalindeki gelini düşlüyor. Şarkılar arasında kurulan bağlantı, aslında Cave’in bir şekilde şarkı yazma sürecini de belgeliyor.
Albümün ilk single’ı olarak yayımlanan 'We No Who U R'da, “Tree don’t care what the birds sing” derken, sosyal paylaşım sitelerine, Twitter’a atıf yaptığı belli. Albüm için hazırlanan basın bülteni de, şarkıların, internetin insan hayatına yaptığı etkiyi, karşılaştığımız onca bilgi, fikir, olay arasında neyin önemli olduğuna karar vermemizdeki rolünü yansıttığını söylüyor.
İnsanoğlunun doğasını, modern toplumun tuhaflıklarını ortaya koyan şarkılarıyla dinleyiciyi sarsan bir albüm 'Push the Sky Away'. Nick Cave’in kapanışta albüme adını veren şarkıda söylediği gibi, bazıları bu sadece rock’n roll deyip geçse de, sizi ruhunuzun ta derinliklerine götürüyor.
-