31 Mart 2013 Pazar

How to Destroy Angels - Welcome Oblivion (Columbia Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 31 Mart 2013

Endüstriyel rock grubu Nine Inch Nails’in vokalisti, multienstrümantalist Trent Reznor, 2010’da How to Destroy Angels adlı bir yan proje başlattığını duyurduğunda epey heyecan yaratmıştı. Reznor’ın geçmişte bütün yaptıkları zaten yeterince iyi bir referanstı ama deneysel, avangart müzik grubu Coil’in 1984 tarihli single’ını isim olarak seçmesi de müziğin rotasına işaret eden ince bir ayrıntıydı. 

Reznor bu kez yanına eşi Mariqueen Maanding’in yanı sıra, NIN için daha önce birlikte çalıştığı İngiliz müzisyen, besteci ve prodüktör Atticus Ross ve grafik tasarımcı, sanat yönetmeni Rob Sheridan’ı da almıştı. 2010’da çok geçmeden grupla aynı adı taşıyan altı şarkılık bir kısaçalar yayınlandı. Mariquuen Maanding’in vokalleri üstlenmesi glitch ağırlıklı soundu bir ölçüde yumuşatmış, NIN’deki agresif hava dağılmıştı. Maanding’in uçucu vokalini atmosferik sound ve piyano tınılarıyla buluşturan “A Drowning”, bu değişime iyi bir örnek olmuştu. İki yıl sonra yayımlanan “An Omen EP” adlı kısaçalar, ilkine göre daha yalınlaştırılarak Maanding’in ses tonuna uydurulmuş soundu ile dikkat çekti. Grubun gideceği yönün evrilerek geliştiğini gözlemek mümkündü.


Bu ay başında çıkan “Welcome Oblivion”ı o gelişimin nasıl sonuçlanacağını merak ederek bekledim. Yayımlanan ilk single “How long?” gösterdi ki, How to Destroy Angels, NIN’in endüstriyel rock sounduna değil, Massive Attack’ı andıran trip hop ile synthesizer odaklı elektronikaya yakın. Bu tercih, NIN hayranlarını kızdırmış olacak ki, bunun sorumlusu olarak vokali üstlenen Maanding’i gösterdiler. Sonunda “Welcome Oblivion” çıkınca da, “Trent Reznor bu tür şarkıları yapmıştı, yeni bir şey yok bu albümde,” diyenler oldu. Öncelikle ben bu eleştiriyi pek anlamıyorum. Bir müzisyen her albümde daha öncekilerden farklı bir sound yaratmak zorunda mıdır? İsterse yaratır ama bu şart değil; daha öncekilere benzer şarkılar yapabilir de yapmayabilir de. 30 yıl boyunca hiçbir değişiklik yapmıyorsa, bu o zaman anlaşılabilir bir eleştiri olur. Trent Reznor, bu yeni grupla hem sıkı NIN hayranları tarafından “sound değişikliği yaptığı için” hem de eleştirmenler tarafından “fazla bir değişiklik yok” diye eleştiriliyorsa demek ki doğru yolda.


“Welcome Oblivion”la ilgili bir hayal kırıklığı, 2012’de çıkan “An Omen EP”de yer alan 6 şarkının 4 tanesine yer vermesinden kaynaklandı. Çünkü albümün neredeyse üçte biri önceden duyulmuştu. 13 şarkılık albüm, karanlık synth’leri vurucu bas sounduyla çok daha çarpıcı bir hale getirirken, vokalleri de işleyerek eğip bükmüş. Albümün en güzel şarkısı “And the Sky Began to Scream” bir Massive Attack şarkısı olsa hiç şaşırmazdım. Bence albümün ilk single'ı o olmalı ve ona video çekilmeliydi. 

Ice Age”, herhalde Trent Reznor’ın bugüne kadar imza attığı en farklı şarkı. Akustik enstrümanlarla icra edilen, Feist’ı anımsatan bir folk-pop şarkısı bu. Maanding, “Bazen içimdeki nefret beni ayakta tutuyor,” derken sesindeki sakinlik fark edilir bir tezat yaratıyor. “Reznor, kendini tekrar etmiş” diyenler, bence en azından bu şarkıyı bir daha dinlemeli.


Albümün vasat şarkıları da yok değil; mesela dubstep esintili “Strings and Attractors” ve “The Loop Closes”, bilinmeyen bir ismin albümünde kolaylıkla ihmal edilebilirdi. Daha önce müzik tarihinde yapılmayan yeni bir şey yaratmamış olsa da, sonuçta Trent Reznor’ın elektronik müzik içinde farklı türlerle her zamankinden daha fazla haşır neşir olduğu ve bu açıdan da daha deneysel bir albüm “Welcome Oblivion”. Yazıda vurguyu hep Trent Reznor’a yapmam da tesadüf değil; grupta başka müzisyenler de yer alıyor elbette ama herkes biliyor ki, bu albümün arkasındaki beyin o. 

-

28 Mart 2013 Perşembe

2 NİSAN BABYLON SUPPORT VINYL DAVID BOWIE GECESİ



Babylon Lounge’da Support Vinyl buluşmaları devam ediyor! Bu sefer Support Vinyl’da Zülal Kalkandelen’in arşivinden David Bowie parçaları çalınıyor ve yine onun seçtiği belgesel gösteriliyor.
“Nothing Has Changed, Everything Has Changed” der Bowie “Sunday” adlı şarkısında, kendisinin günümüz müziğine etkisi için de aynı sözler geçerli olabilir. Başka bir gezegenden olduğuna inanılan David Robert Jones dünyaya ineli 66 yıl oldu, 50 yılı aşan kariyerinde en çok değişim geçiren yenilikçi müzisyen olarak her dönem öncülüğünü sürdürdü. Saykedelik folk’tan glam rock’a soul’dan deneysel minimalist müziğe, elektronikadan art rock’a kadar birçok müzik türünü denemekle kalmadı, sanatın farklı alanlarında da yaratıcılığını gösterdi. 10 yıl sessizlikten sonra artık müziği bıraktığı konuşulurken bu ay yayınladığı albümle rock tarihinin en çarpıcı geri dönüşünü yaptı. Evet, yıllar geçti, çok şey değişti; o artık Ziggy Stardust değil, The Thin White Duke da değil ama Bowie hâlâ müziğin en güçlü esin kaynaklarından birisi. Yaşayan efsaneyi yeni albümü ‘The Next Day’in yayınlanmasının şerefine analım, ona özel bir gece yapalım dedik. Müzik yazarı Zülal Kalkandelen’in kendi koleksiyonundan plaklarını getirip arşivini paylaştığı geceye, Bowie dinlemenin verdiği keyif baki kalır diyen herkesi bekleriz.

http://www.babylon.com.tr/tr/etkinlik/babylon-lounge/18325/20130402/support-vinyl-zulal-kalkandelen-david-bowie-/
-

Nick Cave'in New York Grand Central İstasyonundaki Atlı Performansı


Bu performansı duyunca gidip baktım ve ekteki videoyu çektim. İlginç olduğunu düşünerek hazırlık aşamalarını da kaydettim. Toplam 20 dakikaydı ama benim kameranın kapasitesi dolunca 15 dakikasını çekebildim. Yine de en hareketli yerleri kayda girdi. Başlangıçtaki hışırtılar "soundsuit" adı verilen ostümlerin yapıldığı malzemeden çıkıyor. (Bu arada Nick Cave, müzisyen Nick Cave değil, Amerikalı dansçı, performans sanatçısı Nick Cave.)



Bu performans hakkında daha fazla bilgi için şu linke bakabilirsiniz. http://creativetime.org/projects/heard-ny/



27 Mart 2013 Çarşamba

Bad Religion'la Bir Punk Rock Gecesi


Bu hafta Alt J konserinden sonra dün akşam yine Terminal 5'daydım. Onun gibi biletleri tamamen tükenmiş bir konser vardı. Bu yazıyı konserin ertesi günü yazıyorum, kulaklarım hâlâ çınlıyor ve tam olarak kendime gelemedim. Çünkü dün gece punk rock'ın emektarlarından Bad Religion'ın konserindeydim. Yeni albümleri "True North"un turnesi kapsamında New York'taydı grup.

Bad Religion'ın öncesinde iki ön grup çaldı. Önce Syracuse, New York'tan post-hardcore/ punk rock grubu Polar Bear Club çıktı sahneye. 2005'te kurulan grup, üç albüm yayınladı ama müzikleri beni fazla çekmedi bugünü kadar, dün akşam da ilk kez canlı dinledim. Vokalist Jimmy Stadt, sahnede kendini en fazla dağıtan müzisyenlerden birisi, herhalde konser sonunda bir iki kilo vermiş oluyordur. Ancak tavırları bana zorlama gibi geliyor nedense. Yarım saat çalıp kalabalığı kendilerinden sonra çalacak olan hardcore punk grubu The Bronx için hazırladılar.

İsmini New York'un bir bölgesinden alıyor ama Los Angeleslı bir grup The Bronx. Bad Religion, Amerika turnesinde kendilerine eşlik etmesi için onlara öneride bulununca çok sevinmişler. Vokalist Matt Caughthran, konserde sık sık hem sonunda New York Terminal 5'da çalmaktan, hem de Bad Religion gibi kendilerine idol olmuş bir grupla aynı sahneyi paylaymaktan duydukları mutluluğu tekrarladı. Konsere gelenler arasında çok sayıda hayranları vardı, grup çalmaya başladığı andan sonuna kadar muazzam bir heyecanla şarkılara eşlik ettiler.

Caughthran, AC/DC'den Brian Johnson'ı anımsatan vokal tarzı ve dinleyiciyle kurduğu sıcak iletişim sayesinde salondaki coşku seviyesini çok yükseltti. Gecenin ilk crowdsurfing denemeleri onlar sahnedeyken başladı, sonunda o da katıldı bu denemeye. Bir anda sahneden atladı ve kendini kalabalığın içinde buldu. Üzerine öyle bir hücum ettiler ki, bir ara gözden kayboldu, sesini duyuyorduk ama bedeni gözükmüyordu. Sonra güvenlik görevlilerinin çabasıyla gömlek düğmeleri açılıp dağılmış bir halde sahneye geri döndü ve "You're fucking amazing, motherfuckers!" diye inletti salonu. Artık o anda Terminal 5'daki kitle durdurulamaz bir hale gelmişti; o sırada alt katta sağa sola, öne arkaya gidip gelen kitleye baktığımda gördügüm devinim olağanüstü bir enerji yayıyordu.



Saat tam 21.30'da sahnede dev bir Bad Religion yazısı belirdi ve aynı anda grup üyeleri karşımızdaydı. Yeni albümden "Past Is Dead" ile bomba gibi bir giriş yaptılar. Bomba gibi derken yalnızca müziğin yarattığı elektriği kastetmiyorum, aynı zamanda şarkının sözlerine atıf yapıyorum. Bu dünyada konserine, "Ağırlıklı çoğunluk anlık hazlar peşinde entelektüel fakirlikten hoşnutken toplumun en önemli sektörünün ne olduğunu kim söyleyebilir?" sözleriyle başlayan kaç grup var? Bad Religion'ın punk rock hareketi içinde hep özel bir yeri oldu benim için. Toplumsal, ekonomik, politik sorunlara değinen, dini bağnazlığı hedef alan şarkılarının her biri birer manifesto gibiydi. Punk rock konserlerinde hep görülen pogo dansları, crowdsurfing onların konserinde de vardı ama o fiziksel hareketlilik orada kalmıyordu; dün akşam New York'ta da tarıık olduğum gibi şarkı sözlerini kelimesi kelimesine anlayıp tekrarlayan bir kitle vardı. İçi boş bir hareket değildi oradaki. Graffin de bunu biliyor ve sözleri dinleyicilerin gözleriyle temas kurarak söylüyor, el hareketleri ve mimikleri de bu etkileşimi güçlendirmeye yönelik. Sahnede bir sağa bir sola büyük adımlarla yürüyor ama kendini dağıtıp yerlere atmıyor. Bence bu tavır çok daha etkili. Bad Religion'ın üyeleri sıradışı bir hareket yapmıyor sahnede; abartılı hiçbir şey olmuyor ama sözler o kadar vurucu ki bence gereken sarsıntıyı onlar yaratıyor.



Fucked Up İstanbul'da konser verdiğinde, vokalistin sahneden inip dinleyicilerle sarmaş dolaş fotoğraf çektirmesini, kahkahalar içinde punk rock dinlemenin garipliğini eleştirmiştim. Bad Religion konserinde kahkaha yoktu, hiçbir müzisyen dinleyicilerle gülümseyerek fotoğraf çektirmedi; aksine sisteme, sokakta olana, politik yalanlara, kiliseye öfke vardı. Graffin bir ara şöyle dedi: "Hep New York'un kültürel açıdan en çeşitlilik barındıran, en enternasyonel kent olduğuru söylerler. Bu doğru değil. Çıkın bulunduğunuz bölgede bir yürüyün, karşınıza çıkan hep kilise olur. Asıl bizim geldiğimiz yer enternasyonel." Yani diyordu ki, nereli olursanız olun, Avrupa'dan da gelseniz sonuçta hepiniz aynı kiliseye bağlısınız ve sizi şekilllendiren dini otorite tarafından yönlendiriliyorsunuz.

1,5 saat süren konser boyunca şarkı aralarında çeşitli yorumlarda bulundu Graffin, zaman zaman ona esprileriyle gitarist Brett Gurewitz de eşlik etti. Şarkı sözlerini küfürle doldurmak yerine entelektüel yorumlara yer vermeyi tercih eden Bad Religion, "True North" albümünde "Fuck You" adlı bir şarkı yapınca, şaşırtıcı olmuştu ama albüm hakkında yazdığım yazıda da belirttiğim gibi Graffin orada yaşananlar karşısında küfrü basmanın en kolay yol olduğundan söz ediyor. O şarkıyı da canlı dinledik dün akşam. Binlerce kişinin "Fuck You!" diye bağırması, unutulmaz anlardan birisiydi. Bütün bunlar olurken gecenin en zor işini güvenlik görevlileri yaptı. Dinleyicilerin arasından crowdsurfing yapıp sahneye ulaşmaya çalışanları yere düşmeden yakalamak için epey güç harcadılar.



Yalnızca "True North"tan değil, bilinen eski şarkılarından da çaldı Bad Religion. "True North"taki 16 şarkıdan sadece 7 tanesini canlı dinledik, "Anasthesia", "Recipe for Hate", "No Control", "Sorrow", "We're Only Gonna Die", "Fuck Armageddon... This Is Hell" gibi önceki yıllardan çok sevilen şarkıları da çalarak dengeli bir setlist oluşturmuşlardı.

O akşam Terminal 5'da olanlara teşekkür ettiler giderken. Sayısız eğlence türüyle donatılmış bir kentte Bad Religion konserinde olmayı tercih etmişti gelenler. "Green Day müzikali Broadway'de artık oynamıyor, Hair müzikali de yok, bu durumda en iyi seçeneğiniz bizdik herhalde," diyerek biraz da Broadway şovlarına laf çarptı Greg Graffin.

1979'da lise öğrencisi oldukları dönemde grubu kurdukları günden bu yana 33 yıl geçti. Gitarist Brett Gurewitz'in babasının verdiği 1000 dolarla çıkardıkları ilk albümün geçen yıl 30. yıldönümüydü ama onları bugün dinlediğimizde 30 yıl öncesindeki kadar canlı ve enerjikler. Çocukları yaşındaki müzisyenlerden eksikleri değil, fazlaları var. Çünkü müziklerinin temelini oluşturan fikirleri değişmedi, sağa sola hiç yalpalamadılar, hep savunduklarının arkasında durdular. Yıllar içinde Gregg Graffin, zooloji üzerine doktora yaparak akademisyen oldu, bugün 48 yaşında ve Amerika'nın en saygın üniversitelerinden Cornell'de ders veriyor ama yine politik ve dini otoriteye başkaldırmayı savunan şarkılar söylüyor.  Graffin, şakayla "The Rolling Stones turneye çıktığı sürece biz yaşlı hissetmeyiz," dese de, ortada bir gerçek var: Bad Religion'ın varlığı "İnsan yaşlanınca daha muhafazakarlaşır" şeklindeki tezi bütünüyle çürütüyor.

Setlist: Past Is Dead - We're Only Gonna Die - New Dark Ages - True North - Anasthesia - Generator - I Want to Conquer the World - 21st Century (Digital Boy) - Los Angeles Is Burning - Fuck You - Recipe for Hate - Heroes & Martyrs - Sanity - Robin Hood in Reverse - Land of Endless Greed - You - Do What You Want - No Direction - Beyond Electric Dreams - Dearly Beloved - Come Join Us - No Control - Against the Grain - A Walk - American Jesus - Sorrow - // Fuck Armageddon... This Is Hell - Vanity - Infected - Dept. of False Hope 

-

26 Mart 2013 Salı

10 Yıl Sonra Aynı Kentte Sigur Ros'la İkinci Buluşma


26.3.2013

Bu akşam, konser takipçisi olarak benim kişisel tarihimde önemli. 10 yıl önce ilk kez New York'ta canlı izlediğim Sigur Ros'u bugün ikinci kez yine aynı kentte gördüm. Son 10 yılda grubun kariyerine, haziran ayında çıkacak 'Kveikur'u da katarsak, dört güzel albüm eklendi; artık tüm dünyada çok daha büyük bir grup oldular. 2003'te Radio City Hall'da ( ) albümünün turnesi sırasında izlediğim konserleri, beni son derece etkilemiş, kulaklarımın duyduğu olağanüstü güzellik karşısında mutluluktan ağlamıştım. Hep diyorum; güzelliğin o derecesi insanın içini acıtıyor, kaynağını mutluluktan alan o garip acı bir şekilde dışarı yansıyor.

Bu akşam grubu izlediğim mekan ise, 25 bin kişilik Madison Square Garden'dı. Büyük konserler için kullanılsa da aslında NBA ya da buz hokeyi maçları için uygun, dev bir kapalı spor salonu MSG. 10 yılda 4 albüm daha yaptı Sigur Ros ve bu süreçte 6 bin kişilik Radio City Hall'dan 4 katı büyüklükte bir mekanda konser verir hale geldi. Grubun hitap ettiği kitlenin nasıl genişlediğini göstermesi bakımından çarpıcı bir durum bu. Her ne kadar bir grup için MSG'da konser vermek bir prestij olsa da, açıkçası ben bu büyük mekanın ilk konserin etkisini değiştirebileceğinden endişe duymadım değil.

Bu konu Sigur Ros'un menajeri John Best ile Austin'de konuşurken de gündeme geldi. (Bu arada John Best'le tanışmam Savages grubunun röportajı sırasında oldu. Meğer onların da menajerimiş. Ben kendisiyle Savages için bir süredir temastaydım. Röportaj sırasında Sigur Ros'u izleyip izlemediğimi sordu. 2003'teki Radio City Hall konserinden söz edince, "O bizim için iyi bir şov değildi. Bazı teknik sorunlarımız olmuştu," dedi. Bunu duyduğumu çok şaşırmıştım, çünkü dinleyicilere yansıyan hiçbir sıkıntı yoktu.

Sigur Ros'un bu turne için büyük mekanları düşünerek yeni düzenlemeler yaptığını biliyordum; artık canlı performanslarında 4 değil, 11 kişiler. Benim gördüğüm kadarıyla 3 bakır üflemeli, 3 yaylı enstrüman eklenmiş kadroya, bir de elektronik sesler ve perküsyonda onlara eşlik eden bir müzisyen daha vardı sahnede. Dolayısıyla koca salonu gümbür gümbür inleten çok tatmin edici bir sound elde edilmiş. Benim endişem zaten bu konuda değildi. Daha ufak salondaki yakınlığın yok olacağını ve bu nedenle de müzisyenler ile dinleyici arasına set çekilebileceğini düşünüyordum.

Ancak korktuğum olmadı. Sigur Ros'un müziği yine çarpacağı yeri buldu, Jonsi muhteşem vokaliyle hiç anlamadığım bir dilde şarkı söylerken yine o acıtan mutluluğu hissettim. Bunu engelleyecek koşullar  da yok değildi. MSG'da ilk kez yanlardaki tribünlerde değil zeminde sandalyelerin yerleştirildiği kısımdaydım. Aman ne iyi derken, yanıldığım kısa zamanda ortaya çıktı. Çünkü daha ilk dakikalarda oturan herkes ayağa kalkınca görüş açısı birden daraldı. Hatta arkadan kısa boylu bir Asyalı Amerikalı, "Sit down assholes!" diye bağırdı ama kimse üzerine alınmadığından herkes ayakta izledi. Ayrıca tam arkamda durmuş, mısır yiyip arada bir "Shit! This is fucking awesome!" diye böğüren adamın ve sürekli konuşan iki kadının verdiği rahatsızlığı da eklemeliyim yaşadığım sıkıntılara...

Ancak Sigur Ros, her şeye karşın bütün engelleri, uzaklığı, büyüklüğü, konser dinleme adabını bilmeyenleri aşıp dinleyenin ruhuna ulaştı. Bunu yapabilen müzik güçlüdür. Aynı salonda daha önce çok konser izledim ve aralarında çok ünlü isimler de var ama hiçbirisi bu anlamda bu geceki kadar etkili olamadı.

Bu turnede sadece sahnedeki müzisyenlerin sayısını artırmakla kalmamış, kullandığı görselleri de geliştirmiş grup. 2003'te de görseller vardı ama bu boyutta değildi, daha çok ışık yardımıyla gizemli bir atmosfer yaratılmıştı. Bu kez sahneye ilk çıktıklarında trasparan bir perdenin arkasından çaldılar. Bu bana 2002'de bir konserde, elektronik bir perdenin arkasında çalan ama perdeye karikatürleri yansıyan Gorillaz grubunu hatırlattı. Sigur Ros konserinde ise, ışık arada bir izin verdiği ölçüde müzisyenleri görüyorduk ama zaman zaman perdeye gölgeleri düşüyordu. 10. dakikada perde birden indiğinde sahnedeki müzisyenleri net olarak görür hale geldik.

O ana kadar perde bir video ekranı görevi görürken, yok olunca, sahnede müzisyenlerin arkasında beliren ekrana yansıtıldı görüntüler. Sigur Ros'un müziğinde vokalleri anlamadığımız için ne hakkında olduklarını tam olarak bilemedik hiçbir zaman. Ancak grup üyelerinin röportajlarda verdikleri yanıtlardan çıkarsama yaptık. Çünkü onların müziğinin dinleyenin içselleştirerek yorumlayacağı bir niteliği var; ruhunuza ulaşan sesler mutlaka yankısını buluyor. Böyle bir grubun konser sırasında kullandığı görsellerin hikayeleri doğrudan anlatması, müziklerinin özüne aykırı olurdu. Onlar da bu işi çok akıllıca tasarlamışlar. Dağların tepelerindeki sis, gökyüzü, kayalık, su, hava, toprak, köpüren deniz gibi çeşitli doğa manzaralarını bir ışık cümbüşü içinde adeta bir rüya alemi yarataracak şekilde kurgulamışlar. Arada bir insan göründüğü de oluyor ama ya gözleri gözüküyor ya ayakları, belirgin olmayan kısa kesitler halinde veriliyor hepsi. Hazır algı yaratan tek görüntü, bir çiftin birkaç saniye süren öpüşmesiydi. Bir de "Sæglópur"(lost at sea) sırasında suyun derinliklerinde debelenen kadın görüntüleri bir fikir verebilirdi belki. Bunların dışındaki her şey muğlak ve öznel yorumlara açık.

Lazer ışıkları, mumu andıran ve sahnenin her yerine yerleştirilen ufak ışıklar, müzikle büyük bir uyum içinde masalsı bir atmosfer yaratıyor. Henüz adını bilmediğim yeni şarkılarından birinde anlık görüntülerle koşan bir at beliriyor. Şarkının temposuna ve taşıdığı karaktere öylesine uygun bir görsel tasarım yapılmış ki insan hayranlıkla izliyor. Adını bilmediğim ama bana 'I Feel You'yu çok anımsatan bu şarkıyı Depeche Mode duysa çok etkilenebilirdi. Elbette Jonsi'nin vokali ile Dave Gahan'ın ses rengi çok farklı ama şarkının altyapısı gerçekten benziyor. Sigur Ros'un yeni albümünde öncekilere göre rock soundu daha güçlü; çaldıkları yeni şarkılar da bu nedenle MSG'da büyük coşkuyla karşılandı.

İki saat süren konserde sadece "Geldiğiniz için teşekkür ederim" demekle yetindi Jonsi ve iletişimi tamamen müzikle kurmayı tercih etti. Yine yayıyla gitarını çalıp tüm salonu ayağa kaldırdı. Seçilen şarkı listesi, ilk albümleri "Von" hariç diğer bütün albümlerini kapsıyordu. Ágætis byrjun'den "Ny batteri" ve "Olsen Olsen",( )'dan "Vaka", "E-bow" ve Popplagið", Takk...'dan "Glosoli", "Hoppipola", Með blóðnasir", Með suð í eyrum við spilum endalaust'tan "Festival", Valtari'den Varúð" ve yeni albüm Kveikur'dan Brennisteinn","Hrafntinna", Yfirborð", Kveikur" olmak üzere toplam 16 şarkı çaldılar.

John Best, eşi doğum yapacağı için bu konserde olamayacağını söylemişti. görse ne derdi merak ediyorum ama bana sorarsanız, MSG'da bugüne kadar izlediğim en iyi üç konserden biriydi. Teknik arıza olmuşsa da bana hiçbir olumsuzluk yansımadı. Unutulmayacak, kusursuz bir performanstı.

Aynısının 2 Temmuz'da İstanbul'da yaşanacak olması nedeniyle çok mutluyum. Sadece organizatörlerden bir ricamız olabilir mi diye düşünüyorum. Sigur Ros konseri, New York'taki gibi patlamış mısır ya da kokusu ortalığa yayılacak köftelerin yeneceği bir konser olmasın. Sabun köpüğü pop müzik yapmıyor bu grup, eğlence ya da dans değil amaçları; kalbini açan dinleyiciyle çok özel bir bağ kuruyorlar. Patlamış mısır, ızgara kokuları müziklerinin ruhuna o kadar aykırı ki...  Sahne ile dinleyici arasında kurulacak etkileşimi olumsuz yönde etkileyecek bir unsur olmaması için özen göstermeli.

Tabii dinleyicinin payına düşenler de var. Sosyalleşmek için değil, belki de hayatınızda bir kere yaşayacağınız bir deneyim için gidin o konsere. İki saat konuşmadan müziğin size hissettireceklerinin peşine düşün, inanın konser bittiğinde ruhen çok zenginleşmiş olacaksınız. Her yıl Sigur Ros konseri olmuyor İstanbul'da. Gelin, bu konseri tarihe geçirelim.

(Bir kere MSG'da fotoğraf makinesi yüzünden sorun yaşadığım için bu akşam yanıma almadım. O nedenle bu yazıdaki fotoğrafı internetten buldum.)

Setlist: Benim takip edebildiğim kadarıyla şöyleydi.
Yfirborð -Ny Batteri - Vaka - Hrafntinna - Sæglópur - Fljotavik -E-bow - Varúð - Með blóðnasir - Olsen Olsen - Festival - Brennisteinn // Glosoli - Popplagið

-

25 Mart 2013 Pazartesi

Hundred Waters - Alt-J @ Terminal 5, New York City


SXSW sırasında Alt-J'yi ilk kez canlı dinledikten sonra, grup hakkında yaratılan heyecanın çok abartılı olduğunu düşünmüştüm. Bazen bazı gruplar çıkıyor, herkes onlardan söz ediyor ama ben bir türlü ısınamıyorum müziklerine. İngiliz müzik endüstrisi ile müzik dergileri, son yıllarda giderek fazla şişirilmiş gruplar kazandırıyor bize. Bunlardan biri de bence Alt-J oldu. Yine de canlı dinleyene kadar çok kesin konuşmadım; çünkü kimi grup sahnede büyür. Ancak SXSW'daki konserden sonra ilk düşüncemin doğru olduğunu gördüm. Bununla da yetinmedim; ikinci bir şans verip dün gece New York'taki konserlerine gittim.



Terminal 5 gibi 3000 kapasiteli bir salonda tüm biletler günler öncesinden satılmıştı. Ben Alt-J'den daha çok ön grup Hundred Waters'ı merak ediyordum. 2011'de Florida'da kurulan grup, elektronik altyapıyı, folk ile caz etkileri ve doğaçlamayla birleştiren deneysel bir müzik yapıyor. Bu yaklaşımla kaydedilen ve grupla aynı adı taşıyan ilk albümleri, geleceğe dair umutlanmamızı sağlamıştı. Müziklerindeki kendilerine özgü dil ve deneysel yaklaşım dikkatimi çekiciydi. Beş üyeli grubun tek kadın üyesi Nicole Miglis, bir yandan klavye ve flüt çalan, bir yandan da Björk'ü andıran bir vokalle müziğin karakterini belirleyen ana unsur. (Konserde ilk bir iki şarkıda perküsyonda gruba bir kadın müzisyen daha eşlik etti ama bu geçici bir katkıydı sanıyorum.)

Ne dediği tam olarak anlaşılmayan, uçucu ve kırılgan bir vokali var Miglis'in ama grubun perküsyonu öne çıkaran ritmik müziği onu ilginç bir şekilde dengeliyor. Trayer Tryon ve Paul Giese, önlerine oyuncak konmuş çocuklar kadar büyük bir heyecanla çalıyor elektronik aletleri. Arada bir gitarlarına sarılsalar da müziklerinin temelinde gitar yok, hatta hiç gitar sesi duyulmayan şarkıları var. Yavaş başlayan bir şarkı ilerledikçe, jam session'lara benziyen emprovize atışmalar yaparak şarkılara sürükleyicilik kazandırıyorlar.

Farklı türlerden esintiler barındıran müzikleri, bana konserde sanki Lamb'in ilk dönemleriyle Björk buluşmuş dedirtti. Yaklaşık 50 dakikalık setlerini ilgiyle ve keyifle dinledim. Ne yazık ki Terminal 5'daki insan konuşma sesleri karışıyordu müziğe...



Çoğunluğun beklediği an geldiğinde ışıklar karardı, çığlıklar koptu ve Alt-J'in dört üyesi sahrede belirdi. SXSW'daki ortama göre çok daha profesyoneldi her şey. Yoğun sis bastılar sahneye, yanıp dönen ışıklar altında başladı müzik. Ancak bu parlak görüntüler beni etkilemedi; yine Austin'de olduğu gibi kendime yakın bulamadım şarkılarını. Evet, gitar, klavye ve davulu iyi çalıyor müzisyenler ama o müziğin ruhunda bir şeyler eksik. Ne vokalistte ne de diğerlerinde insanın içini işleyecek bir özellik var.

Her şarkıdan sonra atılan çığlıklardan sonra kendilerinden çok emin bir şekilde müziğe devam ediyor Alt-J. İlk albümleriyle Mercury Ödülü kazanıp, Richard Hawley gibi altıncı albümüyle aynı ödüle aday olup kazanamayan bir emektara fark attılar. Ben "Ne yapalım yani?" desem de, öyle demeyen çok var. Ödüller konusunda ne düşündüğümü çeşitli ortamlarda dile getirdiğim için burada bir kez daha yinelemeyeceğim ama Alt-J'in Richard Hawley'in "Standing at the Syk's Edge" adlı o güzelim albümüne karşı kazanması bile, ödülleri ciddiye almamak için bir nedendir bana göre.

Konser sırasında bunları düşünürken bir yandan da coştukça coşan izleyiciyi seyrettim. Basit ama akılda kalan melodilere eşlik etmeyi seviyor insanlar. Alt-J'in bazen çocuk şarkılarındaki yakalayacılığı bulan ve kulağı zorlamayan melodileri, belli ki çekici bulunuyor. Hundred Waters'ın dinleyiciden daha çok çaba bekleyen deneysel müziğinin aynı coşkuyu estirmesi beklenemezdi ama Alt-J'de farklılık yaratan hiçbir şey bulamadım ben. Daha yeni bir grup; ilerde belki beni de etkileyecek bir albüm yaparlar bilemiyorum. Ancak bu haliyle şu anda bana ilginç gelmiyor müzikleri. Alt-J konusunu şimdilik soğumaya bırakıyorum.

-




24 Mart 2013 Pazar

New York'ta Efterklang sıcaklığı



Bowery Ballroom, benim New York’ta en çok gittiğim ve en sevdiğim konser salonu. Hem orada çıkan gruplar daha cok ilgimi çekiyor, hem de mekanın müzisyenler ile dinleyici arasına set çekmeyen samimi havası hoşuma gidiyor. Bu hafta Savages’dan sonra dün gece de Danimarkalı grup Efterklang'ı görmek için oradaydım. Kapıdaki görevliler de artık beni tanıyor, güleryüzle içeri alıyorlar hemen. 

Bu kez ön grup daha önce hiç izlemediğim Nightlands adlı bir gruptu. Philadelphialı multienstrümantalist Dave Hartley’in bir yan projesi olarak başlamış. Hartley, birçok grubun yanı sıra The War on Drugs’da da bas gitarist olarak yer alıyor. Nightlands projesinde “Forget the Mantra” adlı ilk albümden sonra bu yıl ikinci albümü “Oak Island”ı  da Secretly Canadian etiketiyle yayınladı. Dikkat çekici özenli düzenlemelerle ve belirgin bir deneysellikle işlenmiş synth pop/ ambient pop yaptığı müzik. Ama kimi zaman Destroyer’ı ve Kings of Convenience’ı anımsatan bir duygusallık, melankoli hissi de müziğin hücrelerine sinmiş. Hartley, Bowery Ballroom'da Efterklang öncesinde dört müzisyenle birlikte yaklaşık bir saat çaldı. Dün geceki konserin Efterklang ile çıktıkları bir aylık Amerika turnesinin sonuncusu olduğunu söyledi, eve döneceğim için mutlu olduğunu iki kere tekrarladı. Sanki yorgunluk üzerine sinmişti ama yine de dinleyicinin keyif alabileceği bir konserdi. 


Onlar sahneyi terk edince, 20 dakika kadar Efterklang için hazırlık yapılmasını bekledik. Bowery Ballroom tamamen dolmuştu. Sonunda müzisyenler sahneye çıkmaya başladığında ilk anda Efterklang üyelerini değil, onlara konserde eşlik eden müzisyenleri gördük. Sahnedeki ekip, Casper Clausen (vokal), Mads Brauer (elektronik sesler) ve Rasmus Stolberg’in (bas gitarist) yanında vokalde Katinka Fogh Vindelev (Inka), gitarda Martyn Heyne ve davulda Tatu Rönkkö yer alıyordu. 

Efterklang’ı geçen yıl Roskilde festivalinde Nils Frahm ve Peter Broderick ile birlikte aynı sahnede dinleme şansım olmuştu. O konser Nils Frahm’ın müziği çevresinde şekillenmişti ama yine de Casper Clausen’in ne kadar iyi bir frontman/vokalist olduğunu görmüştüm. Bu kez Efterklang’ın kendi konserinde buna tanık oldum. Konsere gitmeden önce geçen yıl yayınladıkları “Piramida” adlı albümlerini canlı nasıl sunacaklarını merak ediyordum. Kısa bir süre önce İF İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde o albümü nasıl yaptıklarını anlatan bir belgesel izledim. Piramida ile ilgili yazdığım yazıda şöyle yazmıştım: Bir müzisyenin ya da grubun yeni bir albüm kaydetmek için daha önce hiç görmediği bir yere gitmesi, önceden hazırladığı materyallerle donanımlı bir stüdyoya girmek yerine kişisel konforu için kurgulanmış yaşamından uzaklaşıp farklı seslerin peşine düşmesi, her zaman ilgimi çeken bir durum. Böyle bir maceranın sonunda ne olacağını bilemezsiniz; felaket de olabilir, mucize de. Müzisyen olsam aklıma gelen en uzak yerlere bile gitmeyi göze alırdım ama Kuzey Kutbu’nu düşünür müydüm emin değilim.

Efterklang üyelerinin Norveç ile Kuzey Kutbu arasında kalan Piramiden adlı terk edilmiş bir kentte 9 gün geçirmesi, Piramida albümünün temel esin kaynağı olmuş. O belgeselde yeni sesleri keşfetme maceraları ayrıntısıyla gösteriliyor. Hiç akla gelmeyecek bir yere vuruyor, çıkan sesi beğenince de kaydediyorlar. Arşive kattıkları bu sesleri Piramida’da duyuyoruz. İşte o seslerin sahnede nasıl canlı çalınacağını merak ediyordum.



Albümdeki ses rengini yakalamak için konserde üç müzisyenin desteğini almaları akıllıca bir çözüm. Bunun sonucu olarak çok renkli, dinamik, doyurucu bir ses atmosferi yaratılmış. Casper Clausen, vokal aralığı geniş bir yorumcu, Inka’nın klasik müzik eğitiminden geçmiş kusursuz sesine müthiş bir uyum gösterdi. Clausen, yalnızca iki şarkıyı tek başına söyledi, onun dışında konser boyunca Inka ile düet yapıyorlardı sanki.



Her biri farklı enstrümanlar çalabilen onca yetenekli müzisyen sahneyi doldurmuş, bazen adeta kendi stüdyolarında deneysel ses çabalarına girişmişler gibiydi. Clausen, davul setinden alınmış zilleri yere koyup onları perküsyon gibi kullandı, Tatu Rönkkö sigaralığa benzer ufak çelik kapları ters çevirip yerde onları çaldı. Belgeselde duyduğumuz seslerin bir kısmını Mads Brauer elektronik aletlerle çıkarırken, bir kısmını da sahnede bu sıradışı yöntemlerle elde ettiler.

Casper Clausen’in iyi bir frontman olduğundan söz etmiştim; mükemmele yakın İngilizcesi dinleyiciyle diyalog kurmasında önemli faktör elbette ama tavırları da çok sempatik. Konserin ortasında cebinden bir tomar kağıt çıkarıp, “Amerika’da gittiğimiz her yerde New York’taki vatandaşlarınıza diyeceğiniz bir şey varsa yazın iletelim dedik. İşte size bu mektupları yazdılar. Mesela birisi flört etmek için birisini arıyor, alın yazın bu kişiye, internette arama yapmaktan iyidir. Birisi size sevgilerini iletiyor, diğeri şiir yazmış,” diyerek kağıt parçalarını dinleyicilere dağıttı. 

Konserin şarkı listesi ise, ağırlık yeni albüm Piramida’ya verilecek şekilde düzenlenmişti. 10 şarkılık albümün “Told to Be Fine" dışında 9 şarkısını canlı dinledik. 2010 albümü "Magic Chairs"den 3, "Parades" ve "Tripper" albümlerinden ise 1’er şarkı çaldılar. Konserin sonunda Clausen, Nightlands grubunun üyelerini de çağırınca sahhede bir anda 11 müzisyen oldular ve muhteşem bir sonla kapandı konser. 

Hem ses ve müzik kalitesi, hem de müziğin icrasındaki ustalık, hem de dinleyiciyle etkileşim ve uyum açılarından örnek bir konserdi. Kalabalığın arasından birisi, “You’re fucking amazing!” diye bağırınca bir diğeri, “I second that!” diye onu destekledi. Efterklang üyeleri, yüzlerinde kocaman bir gülümseme ile ayrıldılar Bowery Ballroom’dan. New York'ta hava soğuktu, yaklaşık iki saat Kuzey Kutbu'na yakın bir yerden ilham almış müzikleri dinledik ama Bowery Ballroom sıcaktı. 

Setlist: Hollow Mountain - Apples- Sedna - I Was Playing Drums - Step Aside - The Living Layer - The Ghost - Black Summer - Between the Walls - Dreams Today - Raincoats - Modern Drift // Monument - Cutting Ice to Snow 

(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)


-



19 Mart 2013 Salı

SAVAGES: "SOKAKTA OLANI SAHNEYE YANSITMAK İSTİYORUZ"


19.03.2013

Geçen hafta SXSW sırasında binlerce grup arasında en çok röportaj yapmayı istediğim isimdi Savages. Post-punk’ın tam hakkını veren soundları, 2011‘de kurulduklarından bu yana dikkatimi çekmişti. Geçen yıl Londra’da Electrowerkz adlı mekanda ilk kez canlı izledikten sonra ilgim daha çok arttı. Yayınladıkları ilk EP’de yer alan “Flying to Berlin” ve “Husbands” adlı şarkılarını severek dinliyordum ama o konserde müziklerini son derece etkili bir şekilde icra ettiklerine tanık oldum. Vokalist Jehnny Beth’in sesine ve beden diline yansıyan öfkesi, bas gitarist Ayse Hassan ve gitarist Gemma Thompson’ın kulağı derhal yakalayan tınıları ve davulcu Fay Milton’ın cüretkar vuruşları, onları kısa sürede Londra’nın canlı performansı en iyi olan yeni grubu haline getirdi.

Bir yıl boyunca verdikleri konserlerle adları iyice yayıldı. New York’ta CMJ müzik maratonundaki performansları çok beğenilince, Savages Amerika’yı da ele geçirmeye başladı. Geçen yılın sonunda ise, BBC Sound of 2013 adayları arasında gösterildiler. Bu yıl ilk kez katıldıkları SXSW kapsamında üç konser verdiler. Ben Brooklyn Vegan’ın şovundaki konserlerini dinledim ve onun ertesinde grupla bir otelde buluştum. Röportaj sırasında dört üye de vardı ama en çok konuşan Jehnny Beth oldu, Gemma Thompson, sessiz duruyor ama içlerinde en entelektüel olanı o. Sahnede de Jehnny kalabalığı bakışları ve karizmasıyla etkisi altına alırken, o başı önünde sakince gitarını çalıyor. 

Ayse Hassan, röportaja başlamadan önce sadece 14 yaşındayken İstanbul’a geldiğini, bakıcısının Türk olduğunu söyledi, onun dışında röportaj sırasında sözü diğerlerine bıraktı. Her grupta öne çıkanlar oluyor; onlar Savages için Jehnny Beth ve ne kadar sessiz kalsa da Gemma Thompson.

Sahnede uzak ve çok ciddi görünüyorlar ama konuşurken hepsi çok rahat insanlar. Otel lobisinde röportajı yaparken bir görevli gelip benim ve Jehnny Beth’in oturduğu sandalyelerin restorana ait olduğunu, dolayısıyla onları alması gerektiğini söyleyince ikimiz de halının üzerine oturduk, söyleşimiz o şekilde devam etti. 

Aşağıda okuyacağınız röportajdan sonra bu kez New York’un ünlü konser mekanlarından Bowery Ballroom’da gördüm grubu. Tamamen doluydu salon. Belli ki grubun New York’taki dinleyici kitlesi genişlemiş. Yeni albümlerinden şarkıları da çaldıkları konser toplam bir saat sürdü ve ısrarlı alkışlara rağmen bis yapmadılar. 

Şu anda benim en sevdiğim yeni grupsunuz. Geçen yıl Londra’da Electrowerkz’de ilk kez canlı dinledim sizi. Muhteşem bir performanstı. İki gün önce de burada Austin”de ikinci kez izledim. Bu defa açık havada ve öğleden sonra aydınlıkta çaldınız. Müziğinizin karakteri kapalı ve karanlık ortamlara uygun ama yine çok iyi bir konserdi. Canlı performanslarınızın etkisi çok yüksek. Bunun sırrı ne? Sizi sahnede ateşleyen temel etken ne?

Jehnny Beth (JB): Konsere hazırlanma tutkusu. Mesela Austin bizim için çok yıpratıcı oldu. Çünkü biz her zaman konserlerin iyi olması için çalışıyoruz. Electrowerkz’deki konseri izlemişsiniz. Orada yaşadığınız deneyimin iyi olması için başından sonuna kadar her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşündük, üzerinde çalıştık. Çıkacağımız sahneyi tanımak, ona göre hazırlığımızı yapmamız gerekli. Bütün bunları düşünüp sindirmek için zamana ihtiyacımız oluyor, uygulamada birçok ayrıntının üzerinde kafa yoruyoruz. Konsere kaç kişi geliyor, kim geliyor her konserde sorarız. Bu yolla canlı performanslardan sıkılmaktan da kurtuluyoruz. Son anda bize gösterilen bir sahneye çıkıp sarhoş bir halde müziğimizi çalıp gitmek yerine bu yöntemi tercih ediyoruz. Ayrıca çok açık ki punk etkisi var müziğimizde. Yaptığımız her şey kendi kontrolümüz altında olsun istiyoruz.

Fay Milton (FM): Bence her dinleyici iyi bir konseri hak eder. Yüzde yüz enerjimizi yansıtmalıyız her şov için. Herkes o kadar çok saçmalığa maruz kalıyor ki, biz onlardan uzak olmayı istiyoruz. İnsanların hiç ilginç olmayan, müzisyenin hiçbir çaba göstermediği sıradan şeylere ihtiyacı yok. 

Müzikle ilgili sizi etkileyen ilk isimleri, olayları merak ediyorum. Geçmişe baktığınızda bugün bu açıdan ilk aklınıza ne geliyor?

JB: Nina Simone’un benim üzerimde etkisi büyüktür. Onun tarzıyla, söylediği şarkılarla bugün de yakın bir bağ kurabiliyorum.

Gemma Thompson (GT): Benimki Sergei Prokofiev’in “Peter and the Wolf” adlı bestesi ve muftakta dinlediğimiz John Peel şovları.

JB: Mutfaktaki John Peel! Bu iyiydi.

Birlikte müzik yapmaya nasıl başladınız? Grubu kurmadan Gemma ve Jehnny sizlerin tanıştığınızı, Jehnny’nin çaldığı bir gruba zaman zaman Gemma’nın eşlik ettiğini okumuştum bir yerde. Her şey nasıl gelişti?

JB: Gemma bir gün benim evime geldi ve Ayse Hassan’la başlatmayı düşündüğü bir projeden söz etti. Bu, grup kurulmadan 1 yıl kadar önceydi. Sonra Gemma bir gün bu proje için isim önerdi, muhafazakarlara uyabilecek türden bir isimdi bu ama ilginç olan şu ki, müzikten daha çok edebiyattan esinleniyor.

GT: Çocukken okuduğum Lord of the Flies, Catcher in the Rye gibi kitaplardan esinlenmiştim. İsimle ilgili aklıma gelen ilk imaj bir yapıydı. O yapının aniden bozulması ve yeniden inşa edilmesi ilgimi çekiyordu. Birden her şeyin başlangıç noktasına dönüp dümdüz olduğuru ve ondan tekrar yeni bir yapı yarattığınızı düşünün.

Ben de tam grubun müziğini şekillendiren toplumsal, kültürel, düşünsel etkileri soracaktım...

JB: Mesela bu grubun dışında gerçekleştirmek istediğimiz bir projemiz var ve o doğrudan Dadaistlerden etkileniyor. Gerçek bir savaşta olduğunuzda ortaya çıkan bir akım söz konusu. Gemma’nın söyledikleriyle ilgili bir düşünce var arkasında.

GT: 1. Dünya Savaşı sırasında 1916‘da İsviçre’de kurulan Cabaret Voltaire adlı bir kulüp vardı. Dada akımının ortaya çıkmasında o kulübü kuranların çok önemli katkıları oldu. Onların düşünceleri bizim bakış açımızı da ortaya koyuyor. Sorulan büyük soru şuydu: Bu noktaya gelmek için, olanı durdurmak için sanat ne yaptı? Sokakta olanı yansıtmak için ne yapılabilir? Sokaktaki insanın olan biteni daha iyi anlaması için ne yapılabilir? Bu sorular yalnızca 1916 için değil, bugün için de geçerli. Bana göre sanat bunlarla ilgili olmalı. Kendi korunaklı mekanıma çekilmeyi değil, sokaktaki şiddeti sahnede göstermek istiyorum. Çünkü zaten sokakta olan bu. Sanat, sadece eğlenmekle ilgili değildir, yaşanan sorunlarla nasıl baş edileceğini de düşünmeli.

JB: Gelecekle ilgili beklentileri aktarma konusunda sanatçının söyleyeceği şeyler olmalı. Sanatçı toplumda bu yönde bir vizyona sahiptir.


Müziğinizin sahne performanslarınıza da yansıyan çok yoğun bir etkileyiciliği var. Bu anlattığınız bakış açısından kaynaklanıyor demek yanlış olmaz kanımca. 

JB: Evet, performanslarımızın güçlü ve agresif bir yönü var ama aynı zamanda bir şekilde rahatlatıcı olmasını da umuyorum. Kapayın çenenizi, müziğin keyfine varın demek istiyorum.

Konserlerde doğrudan insanların gözünün içine bakıyorsunuz. Bunu belli bir amaçla kasıtlı olarak yapıyorsunuz sanırım.

JB: Kesinlikle öyle. İşin en başından beri, grubun isminden itibaren geri kalan her şeye kadar hepsi belli bir amaç için. Londra’da grup üyeleri olarak henüz birbirimizi tanımadığımız dönemde hepimiz bir şekilde kentteki gitar müziğinin shoegaze”e yönelip aynı olmaya başlamasından bıkmıştık. Bütün My Bloody Valentine hayranları birbirini taklit ediyor, aynı tür müziği yapıyordu. Elbette bir müzik türü olarak ona saygı duyuyorum ama yeni gruplara bakıyorsunuz gitarlar ve vokallerdeki sound çok gösterişli bir hale gelse de aslında bir şey söylemiyorlar. Benim tavrım bir reaksiyondu. Bugünlerde yapılmayan bir şeyi yapalım deme yöntemiydi.

İstediğiniz müziği yaptığınızda onu dinleyicilere nasıl ulaştıracağınıza dair belli ilkeleriniz var mı? 

JB: Var. Hayranlarımızı çok ciddiye alıyoruz. Müzik üretimi olsun, onu sunma süreci olsun, yolumuza çıkan her şeyi kontrolümüz altında tutuyoruz. Sadece konserlerdeki kitle ya da sahne değil kasttettiğim, müziğin, albümün yaratım süreci ve onun tanıtılması da dahil buna. Birlikte çalıştığımız her insana amacımızı tam olarak anlatabilmeliyiz ki, ortaya yanlış anlaşılmalar çıkmasın.


İlk albümünüz yakında çıkıyor. Bu albümle ilgili neler hissediyorsunuz ve bunların ne kadarını gerçekleştirebildiniz? 

FM: Bence albümün ana amacı, sahnede olanı her yönüyle belgelemekti. Bunu yaptık diye düşünüyorum. 

Kayıt süreci nasıl gelişiyor? Birbirinizi şarkı sözleri ve sound açısından besliyor musunuz?

JB: Sözleri ben yazıyorum. Belli bir çerçevemiz yok aslında.

FM: Bir şarkı herhangi birimizin ortaya attığı bir düşünceden ya da birlikte çalarken oluşan etkileşimden doğabilir. 

JB: Birlikte çalmak, ortak üretim süreci bizler için de çok ilginç. Çalışmalarımızı sürekli kaydediyoruz. Hepsi birer esin kaynağı bizim için. Geriye dönüp onlara baktığımız ve ders çıkardığımız da çok oluyor. Olanları belgelemek çok önemli. Ben odada olmadığım bir zaman diğer üç arkadaşım bir fikir de yaratabilir. 

Medyada hep tamamen kadınlardan kurulu bir grup olduğunuz vurgulanıyor. Siz sadece kadın müzisyenlerden kurulu bir grup kurmayı baştan beri amaçlamış mıydınız?

JB: Hayır, bu başlangıçta belirlenen bir hedef değildi. 

GT: İşler öyle gelişti, biz bunu planlamamıştık.

Savages ile ilgili bir diğer dikkat çekici özellik de sürekli 80‘lerin ünlü post-punk gruplarına benzetilmeniz. Joy Division ya da Siouxsie and the Banshees mesela. Bu konuda ne hissediyorsunuz?

Genel olarak benzetme yapmak kolaydır. Sorunuza yanıt vermek gerekirse, biz o benzetmeleri yapanlar gibi hissetmiyoruz. 

GT: Bence bu tür karşılaştırmalarda olabilecek tek benzerlik, müzik yapma amacıyla ilgili olabilir. O dönemde var olan atmosfer ve insanları müzik yapmaya iten nedenle bugün bizimki arasında bir paralellik kurulabilir. Sosyal ve politik atmosferin sonucu olarak her kuşak için bu tür benzerlikler çıkabilir. Konuya bir performans sanatı açısından yaklaşırsak. esinlenme daima sanatın ardındakı niyetle ilgilidir. Bizi etkileyen onların mekanı, bedenlerini kullanma yöntemleri olabilir.

JB: Doğru. Bizi esinlendiren, insanların sanat ve hayatla kurduğu bağdır. Daha önce yaptığımız bir röportajda yarı şakayla da olsa bir gerçeği söylüyordum. Bazen pornografi beni müzik kadar esinlendirebilir. Çünkü insanların belli şeylere karşı bakış açısını değiştirme gücünü daha iyi aktarabilir. 

Brett Anderson, NME dergisinin mart sayısında sizi övüp şu anda onu en çok heyecanlandıran grup olduğunuzu söyledi. Okudunuz mu onu?

FM: Ah evet, karanlık ve seksi demiş, yeğenim söyledi bana.

JB: Bence biraz sapıkça geliyor kulağa,

FM: Ürpertici.

JB: Pedofilideki gibi bir durum söz konusu burada. Genç, yeni, heyecan verici vs. bir şeyi alıp onu kendinize mal etme söz konusu. Brett Anderson dahil 80‘lerin diğer yıldızlarını bunu yapmamaları için sorgulamak güzel olurdu. Grupta bazılarımız Suede’in müziğini sevse de...

FM: Ben severim Suede’i.

Yeni albümünüz çok yakında çıkıyor. Adı belli mi?

Evet, Silence Yourself.

Savages gibi bir grup için ilginç bir isim. Şarkıları dinleyip anlamını bulacağız.

(Röportaj için 15 dakikalık süremiz olduğundan bu kadar konuşabildik. Umarım yakın bir gelecekte Savages’ı İstanbul’da görmek olanaklı olur.)


(Fotoğraflar bana aittir.)










No Bra @ Bowery Ballroom


Dün akşam Savages grubunu bir kez daha dinlemek için bu kez New York'ta Bowery Ballroom'daydım. Hasta olmama karşın karlı, soğuk bir havada düştüm yola, titreye titreye vardım mekana. Ayakta nasıl duracağım diye düşünüp dururken üst kattaki masalar gözüme ilişti. Her zamanki gibi erken gitmiş olduğum için en öndeki masa henüz boştu. Hemen kaptım orayı.

Konsere gitmeden birkaç saat önce No Bra adlı bir ön grup olduğunu öğrenmiştim. Bowery Ballroom'un sitesinde "İngiltere'den endüstriyel müzik yapan bir grup" diye yazıyordu. Merak ettim ama zaman bulup daha fazla araştıramamıştım. Twitter'da birkaç arkadaşla ismin ilginçliği üzerine yazışmıştık. Fakat ben açıkçası bunun sadece isimde kaldığını düşünmüştüm.

Saat 21.00'de ışıklar karardı, uzun boylu bir kadın belirdi sahnede. Üzerinde dar ve kısacık bir kot şort ile kolsuz bir tişört vardı. Fileli yırtık çorapları ve yüksek topuklu ayakkabıları feminen bir görüntü vermişti ona ama sıradışı bir şekilde erkeksi bir duruşa sahipti. Sahnedeki bilgisayarın bir tuşuna dokunup müziği başlattı. Endüstriyel müziği tekno ritimleri ve Alman folkuyla buluşturan müziğin üzerine konuşur gibi monoton bir ses tonuyla söylüyordu sözleri. Son derece ciddi bir şekilde mikrofonun önünde hiç hareket etmeden durmuş gözlerini kapatmıştı. Şarkının sonunda birden tişörtünü çıkarıp yere attı. O anda No Bra'nın sadece isimde kalmadığını anladık. Sarkmış göğüslerini hiç umursamadan ortaya çıkarmış adeta meydan okuyordu.

Şarkı sözlerine kulak verdikçe müziğini bu şekilde sunmasının ardındaki nedeni de daha iyi anladım. Heteroseksüel ahlakı eleştiriyordu şarkılarında. "Do her, fuck her... She takes it up the ass" diyor, sonra sözleri değiştirip "Do him, fuck him" diye devam ediyordu. Anal seksten söz ederken geleneksel seks algısıyla dalga geçiyordu.

Şarkılarının hepsi seks ya da cinsiyet ile ilgili değildi; New York'un gariplikleri, yüksek maaşlı züppeler, insan ilişkileri, ikiyüzlülük üzerine de diyecekleri vardı. Hiçbir şey yapmadan sabit bir şekilde durup şarkı söylese de tiyatro performansı gibiydi konser. Bir meydan okuma vardı duruşunda; hem erkek gibiydi hem de kadın.

Bir ara seyircilerden bir kadın, "I wanna lick your boobies!" diye bağırınca donuk bir yüzle, "Come up after the show" diye yanıt verdi ama onun dışında kişisel bir diyaloga girmedi. Bir saat böyle sürdü performans. Müziği beni cezbetmedi ama bence cesaretinin dışında önemli bir mesajı etkileyici bir şekilde veriyordu. Superbowl sırasında Janet Jackson'ın göğsü televizyonda göründü diye ayağa kalkan bir ülkede bu tür şovları yapmak gerekli. Kanallar dehşet verici katliam sahnelerini yayınlamaktan çekinmezken bir kadın göğsü ortalığı karıştırabiliyor. Bu nasıl ikiyüzlü bir ahlaktır diye sormaz mı aklı başında insan? Bunu soranlardan biriydi Susanne Oberbeck. Bowery Ballroom'un sitesindeki bilgi de tam doğru değilmiş. Aslen Alman olan Oberbeck, sonra Londra'ya taşınmış ve şimdi de New York'ta yaşıyormuş. Onunla tanışmamız böyle beklenmedik bir şekilde oldu.

Onu ön grup olarak seçtiği için Savages elemanlarını da kutlamak gerekir. Tavır alan ve bunu çoğunluğun tepkisinden çekinmeden ortaya koyanlara saygı duyuyorum.







18 Mart 2013 Pazartesi

Video: Olafur Arnalds @ SXSW


13.3.2013 - St. David's Bethell Hall, Austin, Teksas

17 Mart 2013 Pazar

Johnny Marr - The Messenger (Warner Bros.)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 17 Mart 2013

Indie rock’ı yaratan The Smiths’in gitaristi, şarkı yazarı olarak müzik tarihine geçen Johnny Marr, sonunda kendi adını taşıyan ilk solo çalışmasını yayınladı. Benim gibi tüm dünyadaki The Smiths hayranlarının büyük merakla beklediği bir albümdü bu. 1987’de grubu sona erdiren ayrılık kararı Marr’dan gelmiş ve The Smiths sadece 5 yıl yaşayıp müzik sahnesine veda etmişti. Morrissey, Marr’dan bu kararı bir konser öncesinde duyunca, sakince “Tamam öyleyse,” demişti ama aslında her ikisi için de yıkıcı bir olaydı. Aradan onca yıl geçmesine karşın dargınlık bitmedi. Bu arada Moz, çok başarılı bir solo kariyer sürdürdü; Johnny Marr ise, The The, Electronic, Modest Mouse, The Cribs gibi gruplarda yer aldı, Billy Bragg, Talking Heads, Bryan FerryPet Shop Boys, Girls Aloud, John Frusciante ile çalışmalar yaptı, albümlerde konuk gitarist ve prodüktör olarak görev aldı. 2003’te Johnny Marr and the Healers adı altında “Boomslang” albümünü çıkardı. Adı ve çalışmaları hep duyuldu, hiç boş kalmadı Marr ama The Smiths sonrası onun yerini dolduracak bir çıkış da yapamadı. 

Nihayet kendi solo albümünü yaptığını açıkladığında, The Smiths meselesinden dolayı ona karşı kalbim biraz kırık olsa da, çok iyi bir albüm olmasını içtenlikle bekledim. Aslında çok iyi olacağına neredeyse emindim; The Smiths kataloğu tek başına kusursuz bir referanstı. Grubun sevenleri arasında hep The Smiths mucizesini yaratan dehanın Moz’dan mı yoksa Marr’dan mı beslendiği tartışılır. Bence doğru bir soru değil bu; çünkü çok açık ki iki müzisyen de birbirini besleyen yaratıcılık atmosferinden ilham alıyordu. Nitekim Marr, geçenlerde BBC 6’te katıldığı bir radyo programında Moz ile yürüttükleri şarkı yazarlığını “iki arkadaşın sessizce birbirini teşvik ettiği bir süreç olarak” olarak tanımlayıp farklıydı dedi. Morrissey de Marr’ın akorlarında daima muhteşem güzellikte bir hüzün bulduğunu söyler. Bu etkileşim kaybolunca neler yaptıkları elbette merak konusu oldu. Morrissey, solo kariyerinde bazen diğerleri kadar fazla parlak olmayan şarkılara imza atsa da, çok iyi albümler yayınlamayı sürdürdü, özellikle canlı performansıyla hep gündemde kaldı. Marr’ın artık bu aşamada kendini kanıtlamaya ihtiyacı yok, dünyanın en iyi gitaristlerinden birisi ama yine de ilk solo albümü, ister istemez tek başına olunca ne yapacağını göstermesi bakımından merak konusu oldu.


The Messenger”ın albümle aynı adı taşıyan ilk single’ını BBC 6’te duydum. Altyapısı güçlü, melodisi çok çarpıcı olmasa da insanı sürükleyen bir şarkıydı. Belirgin gitar çalışıyla yine kendini göstermişti Marr ama vokali zayıf ve etkisizdi. Yine de başlangıç için umut vericiydi. Ne zaman ki ikinci single “Upstarts”ı duydum umutlar dağıldı; Manchester’daki isyanlar var şarkının odak noktasında ama sözler sıradan ve en kötüsü müzik vasat. Bir Green Day şarkısı olsa şaşırmazdım; Marr’dan çok daha iyisini beklediğim için hayal kırıklığı yaşadım. Albümün tümü dinlendiğinde, Marr’ın gitardaki tekniğinin üstünlüğüne şapka çıkarmamak olanaklı değil. Ancak vokalini karakterize etme konusunda aynı düzeyde başarı gösteremiyor. 

“The Messenger”ın en güzel anları, ilginç bir şekilde, daha sert gitar soundu olanlarda değil, The Smiths melankolisini yansıtan şarkılarda. 12 şarkı arasında albümün en iyisi, anıları arasında kaybolmuş bir erkeğin aşkı arayışını anlatan “Say Demesne”. İtiraf edeyim; ilk birkaç dinleyişte değil ama sonrasında takıldım bu şarkıya. Hatta şubat ayının en iyilerine ayırdığım Vegan Logic’te bu şarkıya yer vermediğim için kendime kızdım. Dinledikçe başlangıçtaki gerilimli gitar soundu cezbetti ilk önce, ilerledikçe daha karanlık bir hava kazandı ve gitar riff’lerinde Moz’un söz ettiği o güzel melankoliyi hissettim. “İşte bu Johnny Marr!” dediğim an oydu. 


Johnny Marr’ın şiir için okulu bırakışını anlatan “New Town Velocity”, The Smiths’e en yakın duran şarkı olmuş. Albümün eksiklerinden birini bu şarkı bir ölçüde kapatıyor. Şarkıları dinlediğinizde Marr'ın temalarını dış dünyadan alan şarkılar yaptığını fark ediyor insan, kendisiyle duygusal teması eksik kalmış albümün. Özel yaşantısına ait bir olayı dinleyicisine bu şarkıyla açmış. Bu bakımdan albümün en farklı, en duygusal şarkısı. 

"New Town Velocity" ve "Say Demesne" dışında diğerleri Marr’ın kapasitesinin altında kalıyor bana göre. “The Messenger”, bugün salonları dolduran bazı indie rock gruplarının albümlerinden daha iyi fakat Marr’ın dezavantajı çıtayı çok yükseğe koymuş olmasında. Bugün hala NME’nin Godlike Genius ödülünü almaya gittiğinde yeni albümünden bir şarkıyı değil, “How Soon Is Now?”ı çalmasının nedeni de o. 

Yine de Johnny Marr’ı da anlamak lazım. Geçenlerde yaptığı bir online röportajda birisi “Ne zaman yanınıza Moz’u alacaksınız?” diye yazınca, “Siz 25 yaşına geri dönebiliyor musunuz?” diye yazmıştı. Artık o devir bitti, The Smiths anılarda yaşayacak. Johnny Marr’ın yeni yolu açık olsun, ikinci solo albümünü de heyecanla bekleriz. Kredisi çok büyük. 

-

16 Mart 2013 Cumartesi

Video: My Education (live @ SXSW)


15.03.2013  @ Rebels Honky Tonk, Austin, Texas
My Education'ı çok karanlık bir ortamda, boks ringinde dinledim. Muhteşem bir konser verdiler.

Video: Nik Bartsch / Sha (live @ SXSW)


13.03.2013 - St. David's Bethel Hall, Austin, Texas




Video: Thee Oh Sees - (live @ SXSW 2013)


14.03.2013 - Hotel Vegas Patio, Austin, Texas


15 Mart 2013 Cuma

Görsel-işitsel ve kavramsal bir sanat: BOWIE* / The Next Day



Artık “Rock tarihindeki gelmiş geçmiş en şaşırtıcı, en güzel ve kusursuz geri dönüşü kim yaptı?” sorusuna verilecek yanıt belli. The Telegraph gazetesinin müzik yazarı Neil McCormick’in de dediği gibi, bunu yapan müzisyen, 8 Ocak 2013’te 66. yaşına girdiği gün yeni şarkısını yayınlayan David Bowie. 10 yıl aradan sonra gerçekleşen geri dönüşe bu gezegende en çok sevinenlerden biriyim. Çoğu kişinin artık inandığı gibi Bowie bir Marslı olabilir; hayran olduğum uzaylının dünyayı terk etmediğini biliyordum elbette ama sessiz kaldığı yıllarda onu çok özledim.

Bu geri dönüşle ilgili garip ama çok güzel iki rastlantı oldu benim açımdan. Bowie’nin kalp rahatsızlığı geçirip sessiz kaldığı dönem içinde zaman zaman sabırsızlanıp ona çok sevdiğim “Slip Away” adlı şarkısının bir mısrasıyla seslenir, “How I wonder where you are!” diyerek kendi kendime nerede olduğunu sorardım. Bowie, o şarkıyı, Amerika’da PBS televizyon kanalında çocuklar için The Uncle Floyd Show adlı komedi programını yapan Floyd Vivino’dan esinlenerek yazmıştı ama aslında geçmişte kalan güzelliklere duyulan özlem için bir metafordu o. 7 Şubat akşamı Dinamo FM’deki programımda Bowie için özel bir yayın yaptım. Son anonsta, biraz da onu aktif olmadığı dönemde unutanlara sitemle, “Bir süredir müzik çalışmalarını durdursa da, artık şarkı söylemese de, ben onu bu dünyada unutanlardan olmayacağım,” demiştim. Ertesi sabah uyandığımda bütün internet yeni Bowie şarkısının şokuyla sarsılıyordu. Çevremde birçok kişi, “Bowie dün gece senin anonsu duymuş olmalı,” diyerek espri yaptı. Ama ben o şokun yanı sıra, şarkı adına da takıldım. “How I wonder where you are!” diyerek adeta isyan ettiğim o efsane müzisyenin yeni şarkısının adı “Where Are We Now?” idi! 

BERLİN DÖNEMİNE DÖNÜŞ 

Meğer son iki yıldır sessizce albüm kaydediyormuş Bowie... Sony Music’in patronuna da, “Hiçbir PR kampanyası yapmayacağız, sadece 8 Şubat’ta single’ı yayımlayacağız,” diyerek herhangi bir bilginin yayılmamasını sağlayan da kendisiymiş. Ben öncelikle, hiçbir şeyin gizli kalmadığı, herkesin her şeyi 140 karaktere sığrıdıp Twitter’dan anında paylaştığı bir dünyada böylesine büyük bir haberin gizlenebilmesine şapka çıkarıyorum. İkincisi de, büyük rock yıldızlarının da dikkat çekmek için türlü reklamlara ihtiyaç duyduğu böyle bir zamanda Bowie’nin sadece müzik yaparak tüm dünyada haber olması, durup düşünmeyi gerektirir. The Rolling Stones’un bile ilgi çekmek için sahneye Lady Gaga’yı çıkardığı günleri yaşıyoruz.

Bu ay yayımlanan 27. stüdyo albümü “The Next Day”, çok açık ki uzun süre bu yönleriyle tartışılmaya devam edecek. İlk şarkı “Where Are We Now?”, bizi Bowie’nin 1976-79 Berlin dönemine götüren enfes bir balad. Hem sound olarak “Low” albümünden izler var, hem de şarkı için çekilen video Berlin görüntüleriyle o etkiyi pekiştiriyor. 66 yaşındaki Bowie, videoda oldukça dinç ve dingin görünüyor. Elbette 30, 40 yıl önce sahneleri yakıp yıkan glam rock günleri geride kaldı ama hâlâ karizmasıyla bir ikon olmayı sürdürüyor.

Bowie’nin yeniden konser verip vermeyeceği konuşuluyor bugünlerde. Ben onu defalarca sahnede izleyebildiğim için kendimi çok şanslı sayıyorum. Her biri unutulmaz birer anı olarak hafızama kazındı. Canlı izlediğim onca performans arasında kuşkusuz en iyisi onunki. Sahneye onun kadar yakışan, her bir konser için özel olarak tasarlanan kostümleriyle, mükemmel sesiyle, daha profesyonel olanını görmedim.

Bowie’nin farkı, her yönüyle bütünlüklü bir sanatçı olması. “Dünyaya düşen uzaylı” imajını hiç bozmadı, onunla ilgili pek çok şey gizemini sürdürdü, kendi yarattığı farklı dünyada geçen şarkılarında yabancılaşma duygusunu onun kadar güzel anlatabilen başka bir müzisyen daha çıkmadı. Bana göre gelmiş geçmiş en iyi şarkı sözü yazarı Morrissey bile, kendisinin şarkılarında Bowie’nin yaptığı gibi fantastik bir dünya kurgulayamadığını, o nedenle odasına kapanıp kendi duygularıyla boğuştuğunu söyledi. Bowie, olmayanı hayal edebiliyor ve onu müthiş bir estetikle sunuyordu. 

DAİMA YENİLİKÇİ, DAİMA ÖNCÜ

Ben bir müzik yazarı olarak, bugüne kadar müziği geri plana iten her şeye karşı çıktım; bu çerçevede görselliğin çok fazla öne alınmasından da rahatsızlık duydum. Düşününce ilk anda Bowie gibi görsel unsurları müziğiyle bu kadar iç içe geçiren bir isme duyduğum hayranlık yadırganabilir. Fakat bunun bir çelişki olmadığını anlamak için onun bir sanatçı olarak tüm kariyerini yakından izlemek gerekir. 

Müziğin yanında sanatın farklı dallarında, tasarım, sinema ve pandomim alanında da çalışmalar yaptı Bowie. Her yeni albümü için bir konsept belirleyip ona uygun bir karakter yarattı. Acaba siz o karakterlerden hangisini daha çok seviyorsunuz? 60’ların sonunda ilk albümüyle folk-rock ile pop’u buluşturan masum yüzlü genç Bowie’yi mi? 70’lerin başındaki androjen görüntülü glam rock yıldızı Ziggy Stardust’ı mı? Funk/disko/soul ve R&B ile flört eden The Thin White Duke’ü mü? 70’lerin ikinci yarısında minimalist, ambient müziğe yakınlaşıp, Brian Eno ile kariyerinin en iyi albümlerine imza atan Berlin dönemindeki uçuk Bowie’yi mi? 80’lerde Queen, Tina Turner, Pat Metheny gibi isimlerle işbirlikleri yapıp megastar olarak yükselen Bowie’yi mi? Rock ile elektronik müziği bir araya getiren “Outside” dönemindeki halini mi? Müzik tarihinde bu kadar çok alter ego geliştirip, bunca farklı müzik türüyle haşır neşir olan tek müzisyendir Bowie. 15 yaşında ilk grubunu kurduğunu düşünürsek, 50 yıldır müzik tarihinin büyük esin kaynaklarından birisi.

Bu sahne karakterlerinden en çarpıcı olanı, herhalde Ziggy Stardust’tı. Geçen yıl rock müziğin efsane albümlerinden  “The Rise and Fall of Ziggy Stardust and the Spiders from Mars”ın 40. yılı kutlandı. Bugün dinlendiğinde, zamanının ne kadar ötesinde bir yaratıcılık içerdiğine şaşırıyor insan. Bunun arkasındaki önemli nedenlerden biri de, Bowie’nin konsepte uygun olarak üstüne geçirdiği karakterleri ruhen de benimsemesiydi. O albümün prodüksiyonunu Bowie ile ortak üstlenen Ken Scott ile geçen yıl röportaj yaptığımda, bana, Bowie’nin belli dönemlerde belli karakterleri ruhunda yaşadığını anlattı. Her şey o kadar bütünlüklü bir biçimde kaynaşmıştı ki, onu izleyenler üzerindeki etkisi de büyük oldu.

Bu nedenle aradan geçen 40 yıla karşın, moda dünyasında Bowie’nin bir ikon olarak görülmesine şaşmamak gerekir. Bugün hâlâ dünyaca ünlü dergilerin kapaklarında modeller Ziggy Stardust makyajıyla ya da The Thin White Duke’a özgü erkeksi bir sadelik içinde pozlar verip Bowie’ye gönderme yapıyorsa, bunu sadece görsel etkilenme ile açıklamak yanlış olur. Sadece görüntüsüyle dikkat çekmeye çalışan içi boş pop yıldızlarından farklı olarak, Bowie’nin imajı, müziğinin bir yansımasıydı. Duyduğumuz şarkılar da, onun ruhunun o dönemde büründüğü alter egonun sesiydi.
David Bowie, 1972’de Top of the Pops programında “Starman”i seslendirdiğinde, toplam 3.5 dakikada İngiltere’yi sarsmasının nedeni, o güne kadar görülmeyen bir görsel-işitsel uyumuydu. Elinde mavi gitarı, incecik bedenine iyice yapışan renkli tulumuyla, o kırmızı saçlı adamın erkek mi kadın mı olduğu ilk anda anlaşılmıyordu. 1970’lerde tüm Avrupa ve Amerika’da uzun saçlı erkek grupları egemenken, Bowie cinsiyetler arası sınırı müzik sahnesinde ortadan kaldıran ilk rock yıldızıydı. Müzikte hard rock/heavy metal fırtınası eserken, o aynı yıllarda yanına Brian Eno’yu da alıp Berlin’de elektronik sesleri keşfe çıkmıştı. Her anlamda bir öncüydü Bowie.

Çok iz bırakan bir oyunculuğu olmasa da, 1969-2009 tarihleri arasında birçok filmde rol aldı. Bazılarında kendi gerçek karakterini ekrana taşıdı ama bazılarında da farklı rollere soyundu. Andy Warhol’u ondan daha iyi canlandıracak bir isim bulunamazdı; nitekim 1996’da Julian Schnabel’in çektiği “Basquiat” adlı filmde Bowie, yakın dostu Warhol olmuştu. 1986 tarihli Jim Henson’ın yönettiği “Labyrinth” ise, Bowie’nin soyunduğu tuhaf yaratık Goblin Kralı Jareth rolüyle unutulmazlar arasına girdi. 

“DAVID BOWIE IS” RETROSPEKTİF SERGİSİ 

Bütün yaptıklarıyla yıllar boyu tasarımcılara, reklamcılara, müzisyenlere, sanatçılara yön verdi Bowie. Bu büyük esin kaynağının kariyerine bir bütün olarak ışık tutmanın, geçmişten bugüne geldiği çizgiyi anlatan bir belge bırakmanın zamanı gelmişti. Bugünlerde Londra’daki Victoria and Albert Müzesi’nde ilk kez Bowie’nin kariyerine bu çerçevede yaklaşan büyük bir sergi açılıyor. 23 Mart-28 Temmuz arasında ziyarete açık kalacak serginin küratörleri Victoria Broackes ve Geoffrey Marsh.

Sergide yer alan 300’ü aşkın materyal arasında Bowie’nin el yazısıyla yazdığı şarkı sözleri, kendisinin çaldığı enstrümanlar, orijinal kostümleri ve sahne tasarımları, özel fotoğrafları ve albüm kapakları bulunuyor. 1947’de Londra’da David Robert Jones adıyla doğup David Bowie haline gelen bu yaşayan efsanenin 50 yıldır, yerleşik düzeni nasıl zorladığını ortaya seren belgeler bunlar. David Bowie’ya ait özel arşivi kullanmak için alınan izinle bu materyallere ulaşılmış. Sergi, bu açıdan da bir ilk oluşturuyor.

Küratör Broackes, kendisiyle yaptığım röportajda, Bowie’nin moda, grafik, tiyatro, sinema ve müzik alanında birçok sanatçı ile işbirliklerini de ele alan sergide, 60 ayrı platformda sahne kostümlerinin de yer aldığını belirtti. Bunlar arasında Freddie Burretti imzalı Ziggy Stardust tulumu, Kansai Yamamoto’nun Aladdin Sane turnesi için yapılan parlak tasarımlar, Bowie ve Alexander McQueen tarafından Earthling albümünün kapağı için tasarlanan İngiliz bayraklı ceket de bulunuyor. Bana göre en ilginçleri, Bowie’nin el yazısıyla yazdığı bazı günlük notlar ve kendi çizimleri. Bunların hiçbiri daha önce sergilenmeyen materyaller. Victoria Broackes, David Bowie Arşivi’nde yer alan 75.000 materyal arasından bunları seçmenin çok zorlu ama onurlu bir iş olduğunu söylüyor. Küratörlüğü birlikte üstlendikleri Geoffrey Marsh ile birlikte bu iş için 2011’de New York’ta altı hafta geçirmişler. 
Serginin adının neden “Bowie is” şeklinde tamamlanmamış bir ifade olarak bırakıldığını da sordum Broackes’a. Yanıtı ilginçti. “ ‘David Bowie nedir?’ sorusunun tek bir karşılığı olmadığı için o ifadeyi bitirmedik. Sergiyi de Bowie’nin 1995 tarihli albümü Outside’dan bir sözüyle açıyoruz. ‘Bütün sanatlar değişkendir. Anlamı mutlaka onu yaratanın ima ettiği gibi olmayabilir. Otoriter bir ses yoktur, sadece çok yönlü farklı okumalar söz konusudur.’

Philadelphia Sanat Üniversitesi Beşeri Bilimler ve Medya Çalışmaları Bölümü’nde görev yapan Prof. Dr. Camille Paglia’nın sergi için yayınlanan “Bowie is” kitabında cinsiyet ve toplumsal gerileme konusunu ele alan bir yazısı var. Bowie’nin toplumda cinsiyetlerin algılanışına getirdiği farklı bakışı şöyle anlatıyor: "Bowie ile hiç tanışmadım ve televizyon dışında onu sahnede görmedim. Fakat 1970’lerin başında üniversitenin son yıllarında ve öğretim görevlisi olduğum ilk dönemlerde, beni muazzam derecede etkiledi. Bowie, o sırada sanat dünyasında yükselişe geçen performans sanatının en önemli ve esin verici yaratıcılarından birisiydi. Sadece müziğine değil, görsel sanatçı olarak dehasına, çarpıcı kostümlerine ve albüm kapaklarına da hayrandım. Amerika’da gay erkeklerin sakal ve oduncu gömlekleriyle çok maço bir görünüm aldığı bir dönemde, o ‘drag’ kavramını benimsedi. Cinsiyetler arasında devrimci bir akışkanlığı temsil ediyordu; bu tam olarak ne eşcinsel ne de heteroseksüeldi. Çağımızın önde gelen sanatçısı ve kültür önderi Bowie’ye büyük bir saygı duyuyorum. "

Gucci’nin böyle büyük çaplı bir sergiye sponsor olma kararını almasının arkasında ise, büyük bir Bowie hayranı olan Kreatif Direktör Frida Giannini var. Bir moda tasarımcısı olmasında Bowie’nin büyük etkisi olduğunu söylüyor Frida ve önemli bir tespit yapıyor: “Onun çekincesiz bir şekilde ortaya koyduğu androjenliği, kadınların feminen yönlerini yitirmeden maskülen güçlerini açıklamasına yardımcı oldu. Hem kadınları hem de erkekleri, kendi imajları ve karakterleriyle şaşırtıcı bir şekilde oynamaları konusunda cesaretlendirdi.” 

Bowie’nin bir tasarımcı tarafından giydirilebilecek bir sanatçı olmadığının, daima kişisel yöntemiyle bunu kendisinin gerçekleştirdiğinin altını çiziyor Frida. Bu görüşler, benim Bowie’ye ilişkin yaptığım “görsel-işitsel ve kavramsal sanat” tanımını açıkça destekliyor. 

Frida Giannini, Bowie’yi 1980’lerin başında amcasının plak koleksiyonu sayesinde keşfetmiş. Müziğinin yanı sıra, sürekli değişen tarzından ve sahne karakterlerinden etkilenmiş. Aynı dönemde ben de büyüleyici bir Bowie sarsıntısı yaşıyordum. Plaklarını dinler, iki gözü farklı renkteki bu sıradışı müzisyenin gerçekten başka bir dünyadan gelmiş olabileceğini düşünürdüm. Bugün artık son video klibinde olduğu gibi üzerinde bir blue jean ve tişört olsa da, kırışıklıkları biraz daha artsa da, yüzüne, bakışlarına geçen anlam hiç değişmedi. 

Bowie, bir röportajında, bir zamanlar glam rock döneminde ayağında parlak kırmızı renkli, yüksek platform tabanlı çizmeler, yüzünde makyaj ve kırmızıya boyanmış saçlarıyla dolaştığını düşününce biraz utandığını söylemişti gülerek. Bugün için abartılı bir görüntü olabilir ama ben ne zaman o dönemin fotoğraflarına baksam hep yaratıcı bir cesaret görüyorum. Öyle bir cesareti olan insanın, rock tarihinin en güzel erkek seslerinden birine ve en karizmatik görüntüsüne sahip olması ise, sanırım hem onun hem de bizim şansımız. 

David Bowie üzerine kitaplar yazan Kevin Cann, ünlü müzisyen hakkındaki araştırmalarına 1970’lerin ortalarında başlamış. Bugün 90 yaşındaki yazar, Bowie’nin idollerinin Edith Piaf ve Anthony Newley olduğunu, Elvis Presley’den ise büyülendiğini söylüyor. Cann’e göre, Bowie, onların izinden giderek sahne performansını tiyatroya dönüştürmüştü; aynı zamanda bir yıldız olmak istiyordu.  

Bütün bir kariyerine bakınca Bowie’nin kendisi ne düşünüyor dersiniz? Müzik yazarı Paul Trynka’nın 2011’de yayımlanan “David Bowie: Starman” adlı kitabı şöyle başlıyor: 

1991 yılında çocukluğundaki gibi soğuk ve yağışlı bir kasım ayında, David Bowie şoförüne Brixton Academy’ye giden manzaralı yolu izlemesini söyledi. Son birkaç haftadır konuşkan, açık ve şaşırtıcı şekilde kırılgandı, ama camdan bakarken birkaç dakika sessiz kaldı. Sonra arkasına döndüğünde, yanında oturan gitarist Eric Schermerhorn, yanaklarına düşen gözyaşlarını gördü. ‘Bu bir mucize,’ diye usulca mırıldanıyordu Bowie. ‘Muhtemelen muhasebeci olmam gerekirdi. Her şey nasıl oldu bilmiyorum.’

Benim Bowie’ye bir yanıtım var: 1970’lerde onun yaptıklarını yapmak için toplumun genel kabul gören koşullamalarına karşı çıkabilecek radikal bir benliğe sahip olmak gerekiyordu ama sadece o da yetmezdi; düz gideceğinize yan yola sapıyorsanız, ondan sonra ne yapacağınıza dair bir vizyonunuz da olmalıydı. Onun adı da işte dehaydı. O sayede Binbaşı Tom gibi ileriye doğru atılarak farklı dünyalara doğru süzüldü ve kendisini  bir sanat eserine dönüştürdü.


"THE NEXT DAY" VE JONATHAN BARNBROOK İMZALI KAPAK FOTOĞRAFININ ANLAMI

David Bowie’nin Sony Music etiketiyle yayımlanan albümü “The Next Day”in kapak tasarımı Jonathan Barnbrook'un imzasını taşıyor. “David Bowie is” sergisinin kitapçığını da tasarlayan İngiliz sanatçı, Bowie ile “Heathen” ve “Reality” albümlerinde de çalışmıştı.

Barnbrook, Bowie'yi ilk kez 7 yaşındayken “Aladdin Sane” albümünün kapağında görmüş; kendi deneyiminden yola çıkarak şu ilginç saptamayı yapıyor: “O kadar farklı bir ‘erkek’ sunumuydu ki önce anlayamadım. Ama sonra ilk kez fark ettim ki, toplum tam olarak televizyonda bize anlatıldığı gibi değil, cinsiyetler insanların söylediği kadar kesin değil. Dinlediğim o heyecan verici müzik de bir anlamda onun bir uzantısıydı.” 

Bowie’nin avangart fikirleri ana akıma taşıdığının altını da çizen Barnbrook, kendisini toplumdan dışlanmış hissedenlerin onunla özdeşleşebileceği bir kimlik yarattığını söylüyor. "The Next Day”in kapağını tasarlama aşamasında Barnbrook’un şarkıları duyması gerekince, bunun için ilginç bir yol bulmuşlar. Albüm haberinin hiçbir şekilde dışarı sızmaması istendiğinden, David Bowie kendisi şarkıları Skype üzerinden ona dinletip her birinin arkasındaki düşünceyi anlatmış ve sonunda kapak için 1977 tarihli "Heroes" albümünün farklı bir versiyonu çıkmış ortaya. Bildiğimiz ikonik fotoğraf, bu kez sadece Bowie’nin yüzüne gelen kısmı beyaz bir bantla örtülerek değiştirilmiş. “Where Are We Now?”da verdiği mesajı görsel olarak da veriyor böylece. Ben hâlâ rock bukalemunu Bowie’yim ama artık “Heroes” günleri geçmişte kaldı diyor. Öyle dese de, 66 yaşında yaptığı şahane bir albümle herkesi kendine yine hayran bıraktı Bowie.

Albümle birlikte yayınlanan tek promo fotoğrafının önemine de mutlaka değinmek gerek. 1974 yılında William Burroughs ile sırt sırta verdikleri siyah beyaz fotoğrafı arkasına alıp bir sandalyeye oturmuş Bowie ve oradaki şapkalı halini anımsatan yeni bir fotoğraf çektirmiş. Yine siyah beyaz olan bu fotoğraf, Burroughs'dan cut-up tekniğini öğrenen genç Bowie'nin yeni hali bu diyor.

Bunun ne anlama geldiğini Bowie'yi yakından izleyen herkes tahmin edebilir. The Next Day ile yeni bir sayfa açıldığını ve o sayfada kendi geçmişinden parçaları buluşturduğunu önce bu imajla anlattı Bowie. Nitekim albümü baştan sona dinleyince hem sözlerde hem de müzikte bu daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor.

BOWIE, "THE NEXT DAY" İLE KENDİSİNİ YENİDEN YARATTI

Bowie'nin albümden yayımlanan ilk şarkı olarak “Where Are We Now?”ı seçmesi, onu çok iyi tanıyan prodüktör Tony Visconti’yi bile şaşırtmış. 1976-79 Berlin dönemi albümlerindeki havayı yansıtan son derece dokunaklı, hüzünlü bir balad ile hayranlarına yeniden merhaba demesinin arkasında ne olabilir? Aslında çok akıllıca bir tercih yapmış. Şarkının sözlerine kulak verince, güneş, yağmur, ateş var olduğu sürece, sen olduğun sürece ben varım mesajı çıkıyor. Aradan zaman geçti, Bowie artık glam rock günlerindeki Bowie değil; sade bir tişört ve kot pantolonla gözüküyor yeni videoda ama sesi ve yaratıcılığı sapasağlam. Ben bunları düz cümle ile söyleyip geçiyorum ama Bowie melankoliyle karışık umudu o şarkıdaki gibi insana çok dokunan bir şarkıyla aktarıyor.

Tony Visconti, albüm çıkmadan önce “Where are We Now?”ın geri kalan şarkıları sound yönünden temsil eden bir şarkı olmadığını, “The Next Day”in sağlam bir rock albümü olduğunu söylemişti. Albüm, 12 Mart’ta yayımlandı ama ondan önce tümü iTunes üzerinden stream yoluyla dinlemeye açıldı. Aynı gün yayımlanan ikinci video ise, Bowie’nin “celebrity” denilen ünlüler dünyasına yönelik gözlemlerini yansıtan “The Stars (Are Out Tonight)” adlı şarkıya çekilmişti. Oyuncu Tilda Swinton’ı Bowie’nin eşi rolünde izlediğimiz video, yıllar geçince yitirilen ünün, fiziksel güzelliğin ardından girilen bunalımı anlatıyor. Belki albümün en çarpıcı şarkılarından birisi değil ancak daha ilk dinleyişte insanı yakalayan dinamik bir melodisi var.


“The Next Day” ile ilgili en dikkat çekici nokta, Bowie’nin sessiz kaldığı dönemde aslında hiç de sanıldığı gibi kendi içine dönmediğini ortaya koyması; tüm kariyeri boyunca olduğu gibi yine toplum hakkında derin gözlemler yapmayı sürdürmüş. Şarkılarında ölüm, yaşadığımız dünyanın acı gerçekleri, savaşlar, silahlar, sona eren iktidarlar, biten ilişkiler, insanoğlunun zayıflıkları, paranoya, yalnızlık var ama seks, tutku ve aşk da var.

Sound olarak bakıldığında farklı alter egolarının temsil ettiği dönemlerin her birinden bir parça bulmak mümkün; albümün standart versiyonundaki 14 şarkıda hepsinden iz olsa da sonuç olarak bu artık 60’lı yaşların Bowie’si. "The Next Day"i dinlerken en çok "Scary Monsters", "Low" ve "Heathen" albümleri aklıma geldi; ama albümün tamamen onların bir karışımı olduğunu söylemek de fazla iddialı bir laf olur. Bana göre, Bowie, "The Next Day" ile yeni bir sound ya da alter ego yaratma peşine düşmemiş; aklında biriken hikayeleri anlatmak istemiş. Bunu yaparken de elbette yine farklı türlere dalıp çıkmış ve kendisini hiç kısıtlamadan şarkı için en uygun ton, ses neyse onu yakalamış.

Bowie’nin sesi, 66 yaşın doğal bir sonucu olarak 10 yıl öncesine göre yaşını daha çok yansıtır hale gelmiş; bunu en çok hissettiğim şarkı "Where Are We Now?, diğeri de “The Stars (Are Out Tonight)”. İkisini de 10 yıl önce seslendirseydi duyabileceğim farkı hayal edebiliyorum. Ancak bu sesinin gücünü yitirdiği anlamına gelmemeli; aksine sesindeki o olgun hissi de sevdim. Ayrıca bunun şöhretli günlerini geride bırakanların halet-i ruhiyesini anlatan, geçmişe dönüp bakan şarkıların konseptine de uygun olduğuru  düşünüyorum. Kariyeri boyunca her şarkıya uygun en doğru ses tonunu bulan bir vokalist oldu Bowie. “The Next Day” de, onun farklı karakterleri sesiyle dinleyicinin zihninde canlandırma sanatının en yeni kanıtı oldu.

Bana kalırsa, adeta Scott Walker’a saygı duruşunda bulunduğu o meşhur baritonuyla söylediği “Heat” ile albümü kapatırken, müzik sahnesindeki macerasının henüz bitmediği açık. "The Next Day"deki 14 şarkı arasında beni en çok çarpan da "Heat" oldu. Bu şarkıdaki ses tonu benim favorimdir; tek şikayetim, albümde o tonu bir kere duymam. Şarkıyı özel yapan sadece bu değil ama o da önemli bir nedendi benim için. Karanlık atmosferik soundun içinden Bowie'nin "And I tell myself I don't know who I am" diyen sesini duyduğum an sanki nefesim daralıyor  ama o duyguya garip bir bağımlılığım var. Babasından söz ediyor şarkıda Bowie. "Ondan daha çok nefret ederek seni daha çok sevebilirim" diyor  şarkıda. Bunun tam olarak ne anlama geldiği açık değil fakat şarkıya ayrı bir gizem katmış bu belirsizlik. Akustik gitar ve yaylılar eşliğindeki müziğin kurgusu ise albümün geri kalanından belirgin şekilde ayrılıyor. Dingin hüznüyle "Outside" albümündeki "The Motel"i çağrıştıran bu şarkı, gerçek bir başyapıt.

Albümdeki hiçbir şarkı doğrudan Bowie'nin kendisiyle ilgili değil demiş Visconti ama "Heat"te oldukça kişisel referanslar var sözlerde, “Where Are We Now?” ise kuşkusuz Berlin’de geçirdiği dönemden ilham almış. Bana kalırsa, The Next Day, Bowie'nin en kişisel albümü; şarkıların özündeki gerçek Bowie'yi, onun kendi hayatına dönük endişelerini görebiliyorum ben. Bowie'nin özelliklerinden birisi, şarkılarında anlattıkları kendi hayatından kaynaklansa bile onları toplumsal boyutta değerlendirip tüm insanlığa mal edebilmesi. Belki de dünya starı olmanın bir gereği bu. 

"You Feel So Lonely You Could Die"da Bowie'nin yalnızlığa dair sözleri söylerken sesiyle birlikte ruhu da titriyor. "Kapıyı kapamadan önce seni net bir şekilde görmek istiyorum. Bir direkten sallanan ceset olarak görebiliyorum seni. Düşüşünü görebiliyorum, odanda inlediğini görüyorum" derken ruhunun şiddetle savrulduğunu hissettiriyor. "Five Years"daki kadar yoğun bir duygusallığı bu şarkıda bir kez daha yakalamış Bowie. Vurgulanması gereken bir diğer nokta, Bowie'nin bu albüm için yazdığı sözlerin daha karanlık bir atmosfer yansıtması. "Valentine's Day" adlı şarkıda bile "buz gibi kalpten" söz ediyor. 

Albümde gitar soundunun ve ritmin en vurucu olduğu şarkı ise "Love Is Lost". Kaybolan aşkın arkasından duyulan hüzün ve öfke karışımını  Bowie'nin vokali kusursuz yansıtıyor. Tüm zamanların en iyi Bowie şarkılarından birisi kuşkusuz. İlk önce albümün adının “Love is Lost” olması düşünülmüş ancak sonradan kapak tasarımı ve Bowie’nin uzun süren sessizliğine atıf yapan “The Next Day” tercih edilmiş. Bence de albümün konsepti açısından doğru bir karar olmuş bu.

"Dancing Out in Space", "Scary Monsters"ı anımsatan soundu ile albümün en enerjik şarkılarından birisi ve olası bir hit adayı. Deluxe versiyonda yer alan üç şarkıdan en zayıf olanı, albümün geri kalanına göre hafif kalan "So She". Tamamen enstrümantal iki dakikalık "Plan", "The Stars (Are Out Tonight)"ın girişinde de duyduğumuz melodinin üzerine oturmuş; kısa olsa da vurucu gitar sounduyla insanı ilk dinleyişte yakalayan bir şarkı. Bowie üzerinde sık kafa yorduğu Amerika'ya gelen göçmenler ve değişen kimlikler konusunu bu kez "I'll Take You There"de sorgulamış. "Amerika'ya gelip yaşam mücadelesi veren milyonları temsilen seçtiği Sophie ve Lev, gelecekte ne olacağını bilmeseler de isimlerini değiştirip yeni bir hayata başlıyorlar.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, 2003’te “Reality” albümünde durduğu yerden daha ileriye geçti David Bowie. "The Next Day", çok sağlam bir art rock albümü olmasının yanında, kapak tasarımından yayınlanmasına kadar üzerinde ince düşünülmüş bir sanat eseri. Rock ikonu Bowie'nin sürekli evrilişini izlemek her zaman çok heyecan verici. NME dergisinin kapağındaki maskeli fotoğrafını da yorumlamak olanaklı; o maskenin ardından ne çıkacağı belli olmaz, bir gün yeni bir albümde bambaşka bir Bowie ile de tanışabiliriz. The Next Day'in kaydettiği son albüm olduğunu duyursaydı bile bu müthiş bir son olurdu ama umarım bir daha bu kadar uzun ara vermez.

Bowie için radyoda yaptığım ilk programın kaydı:


(David Bowie için bu yıl yaptığım ikinci programın kaydını dinlemek için: http://www.veganlogic.net/2014/01/vegan-logic-lii-david-bowie-ozel-ii.html)
* Yazının bir kısmı, Vogue dergisinin mart sayısında yayınlanan makalemden alındı. Albüm çıktıktan sonra ayrıca değerlendirmelerimi de ekleyerek genişletilmiş bir Bowie yazısı haline getirdim.

Translate