25 Mart 2013 Pazartesi

Hundred Waters - Alt-J @ Terminal 5, New York City


By on 06:23:00

SXSW sırasında Alt-J'yi ilk kez canlı dinledikten sonra, grup hakkında yaratılan heyecanın çok abartılı olduğunu düşünmüştüm. Bazen bazı gruplar çıkıyor, herkes onlardan söz ediyor ama ben bir türlü ısınamıyorum müziklerine. İngiliz müzik endüstrisi ile müzik dergileri, son yıllarda giderek fazla şişirilmiş gruplar kazandırıyor bize. Bunlardan biri de bence Alt-J oldu. Yine de canlı dinleyene kadar çok kesin konuşmadım; çünkü kimi grup sahnede büyür. Ancak SXSW'daki konserden sonra ilk düşüncemin doğru olduğunu gördüm. Bununla da yetinmedim; ikinci bir şans verip dün gece New York'taki konserlerine gittim.



Terminal 5 gibi 3000 kapasiteli bir salonda tüm biletler günler öncesinden satılmıştı. Ben Alt-J'den daha çok ön grup Hundred Waters'ı merak ediyordum. 2011'de Florida'da kurulan grup, elektronik altyapıyı, folk ile caz etkileri ve doğaçlamayla birleştiren deneysel bir müzik yapıyor. Bu yaklaşımla kaydedilen ve grupla aynı adı taşıyan ilk albümleri, geleceğe dair umutlanmamızı sağlamıştı. Müziklerindeki kendilerine özgü dil ve deneysel yaklaşım dikkatimi çekiciydi. Beş üyeli grubun tek kadın üyesi Nicole Miglis, bir yandan klavye ve flüt çalan, bir yandan da Björk'ü andıran bir vokalle müziğin karakterini belirleyen ana unsur. (Konserde ilk bir iki şarkıda perküsyonda gruba bir kadın müzisyen daha eşlik etti ama bu geçici bir katkıydı sanıyorum.)

Ne dediği tam olarak anlaşılmayan, uçucu ve kırılgan bir vokali var Miglis'in ama grubun perküsyonu öne çıkaran ritmik müziği onu ilginç bir şekilde dengeliyor. Trayer Tryon ve Paul Giese, önlerine oyuncak konmuş çocuklar kadar büyük bir heyecanla çalıyor elektronik aletleri. Arada bir gitarlarına sarılsalar da müziklerinin temelinde gitar yok, hatta hiç gitar sesi duyulmayan şarkıları var. Yavaş başlayan bir şarkı ilerledikçe, jam session'lara benziyen emprovize atışmalar yaparak şarkılara sürükleyicilik kazandırıyorlar.

Farklı türlerden esintiler barındıran müzikleri, bana konserde sanki Lamb'in ilk dönemleriyle Björk buluşmuş dedirtti. Yaklaşık 50 dakikalık setlerini ilgiyle ve keyifle dinledim. Ne yazık ki Terminal 5'daki insan konuşma sesleri karışıyordu müziğe...



Çoğunluğun beklediği an geldiğinde ışıklar karardı, çığlıklar koptu ve Alt-J'in dört üyesi sahrede belirdi. SXSW'daki ortama göre çok daha profesyoneldi her şey. Yoğun sis bastılar sahneye, yanıp dönen ışıklar altında başladı müzik. Ancak bu parlak görüntüler beni etkilemedi; yine Austin'de olduğu gibi kendime yakın bulamadım şarkılarını. Evet, gitar, klavye ve davulu iyi çalıyor müzisyenler ama o müziğin ruhunda bir şeyler eksik. Ne vokalistte ne de diğerlerinde insanın içini işleyecek bir özellik var.

Her şarkıdan sonra atılan çığlıklardan sonra kendilerinden çok emin bir şekilde müziğe devam ediyor Alt-J. İlk albümleriyle Mercury Ödülü kazanıp, Richard Hawley gibi altıncı albümüyle aynı ödüle aday olup kazanamayan bir emektara fark attılar. Ben "Ne yapalım yani?" desem de, öyle demeyen çok var. Ödüller konusunda ne düşündüğümü çeşitli ortamlarda dile getirdiğim için burada bir kez daha yinelemeyeceğim ama Alt-J'in Richard Hawley'in "Standing at the Syk's Edge" adlı o güzelim albümüne karşı kazanması bile, ödülleri ciddiye almamak için bir nedendir bana göre.

Konser sırasında bunları düşünürken bir yandan da coştukça coşan izleyiciyi seyrettim. Basit ama akılda kalan melodilere eşlik etmeyi seviyor insanlar. Alt-J'in bazen çocuk şarkılarındaki yakalayacılığı bulan ve kulağı zorlamayan melodileri, belli ki çekici bulunuyor. Hundred Waters'ın dinleyiciden daha çok çaba bekleyen deneysel müziğinin aynı coşkuyu estirmesi beklenemezdi ama Alt-J'de farklılık yaratan hiçbir şey bulamadım ben. Daha yeni bir grup; ilerde belki beni de etkileyecek bir albüm yaparlar bilemiyorum. Ancak bu haliyle şu anda bana ilginç gelmiyor müzikleri. Alt-J konusunu şimdilik soğumaya bırakıyorum.

-




Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate