© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 21 Nisan 2013
Electronic Beats: “Açık ki, elektronik müzikle klasik müziğin uyumsuz olduğu fikrinde değilsiniz.”
Jan Brauer: Kesinlikle değiliz. “Eğlence” ve “ciddi müzik” arasında ayrım yapmak Almanlara özgü bir şey. Bizim kendi yaklaşımımızı bir sonraki aşama olarak görüyoruz; var olan her şeyi alıp bir araya getiriyoruz ve kendimizi o ciddi kısma hapsetmektense bundan farklı bir şey yaratmaya çalışıyoruz. Müziğimizde klasik ve elektronik müziğin karşı karşıya gelişine olanak sağlamak istiyoruz; ki bu yaptığımızın sadece ufak bir kısmı. Fakat hiçbir tür için o yüzeysel “köprü kurma” fikrinden hoşlanmıyoruz.
Yukarıdaki diyalog, Brandt Brauer Frick adlı grubun üyesi Jan Brauer’in Electronic Beats’e verdiği röportajda geçiyor. Müziklerini hiç duymamış bile olsam, Brauer’in yanıtı derhal bu grupla ilgilenmem için yeterli neden olurdu. Dar kalıpları kıran, çok önceden oluşmuş kurallar doğrultusunda müzik yapmayı reddeden anlayışı her zaman takdir ettim. Çünkü asıl yaratıcılığın o özgür alandan çıktığını düşünüyorum.
2009‘da çıkan ilk EP “Iron Men”den bu yana Brandt Brauer Frick olarak adını duyduğumuz Alman grup, müzik eğitimi almış üç müzisyenden oluşuyor. Daniel Brandt ve Jan Brauer, klasik orkestra elemanlığından gelirken, Paul Frick Berlin’de üniversitede klasik ve modern kompozisyon eğitimi görmüş. Brandt ile Brauer, Scott adlı bir projede caz mantığı ile kulüp müziği yaparken, Frick, orkestra enstrümanları için deneysel bestelerin yanında house müziğine de merak sarmış. Sonunda bir araya gelip kurdukları üçlünün esin kaynağı bütün bu zengin birikim.
1960‘larda sanatta etkin olan Fluxus akımından ve John Cage’in deneysel çalışmalarından büyük ölçüde esinlenmiş bir grup BBF. Latince kökenli Fluxus sözcüğü, İngilizce “flow” yani akma, akış, cereyan anlamına geliyor. Bu akımla, sanatta “ortamlararasılık” (intermediality) ve “karşı-sanat” (anti-art) düşüncesi benimsenerek, geleneksel formları oluşturup onları kategorize eden sınırların ötesine geçmek amaçlanmış. Bu düşünceyi kucaklayan müzisyenler ellerinde ne varsa, duydukları her türlü sesi işin içine katarak, sınırları belirsizleştirerek müzik yapar.
BBF da, bu anlayış doğrultusunda 2010’da “You Make Me Real” ve 2011’de “Mr. Machine”den sonra bu yıl üçüncü uzunçalar “Miami”yi yayınladı. Onları klasik enstrümanlarla tekno yapan grup olarak tanıdı herkes. Bilgisayar, synth ve elektronik davul yerine piyano, yaylılar, vibrofon, çelik üflemeliler ve perküsyon aletleriyle tekno nasıl yapılır? diye soruyorsanız, bu albümleri dinlemenizi öneririm. Sadece analog synthlerin devreye girdiği, büyük kısmı akustik bir müzik yaptıkları. Deneysel cazdan esinlenen altyapısı karışık ama ortaya çıkan müzik, kimi zaman Steve Reich’ı anımsatacak kadar minimal.
Yeni albüm “Miami”de, grubun kulüplerden biraz uzaklaşıp konser salonlarına daha çok yaklaştığı bir sound var. İlk iki albümde kulüplerde çalmaya uygun dans ritimleri ile yapmak istedikleri her şeyi yaptıklarını anlayıp, rotalarını daha farklı bir yöne çevirmişler. Bu kez aynı ritimlerle uzayıp giden parçalar yerine, vokalistlerin büyük rol oynadığı parçalar ortaya çıkmış. Burada “parça” sözcüğünü bilerek ısrarla kullanıyorum; çünkü kendileri de onları şarkı olarak görmüyor. Mesela Sa-Ra adlı hip hop grubunun vokalisti Om’Mas Keith’in vokalde yer aldığı “Plastic Like Your Mother”da 3.5 dakika boyunca müziğin hiçbir kısmı tekrarlanmıyor, alışılagelmiş şarkı konseptinden farklı yapılar söz konusu.
Grubu ilk kurduklarında DJ’ler tarafından da çalınabilecek, devamlılık esasına göre akıp giden parçalar yapmayı hedeflediklerini ama bu son albümde bu fikirden vazgeçtiklerini söylüyorlar. Miami’de yer alan parçaların kulüplerde çalınıp çalınamayacağı üzerinde durmamışlar. İki yıl turneye çıkıp konser verince canlı performans konusunda başka bir aşamaya geçmişler, artık diğer gruplar gibi parçaların birbirinden ayrılmasını gözettiklerini söylüyorlar.
Bu gözle bakınca, Miami BBF için önemli bir değişiklik içeriyor. 10 dakikayı aşan minimalist “Miami Theme”, grubun çok daha karanlık bir atmosfere girdiğinin habercisi. Erika Janunger’in vokali gerilimi daha da artırarak çok gizemli bir hava yaratmış, Arkasından gelen “Ocean Drive” ile piyanonun sürüklediği tekrara dayalı yapı, tekno ritimleriyle örtüşüyor. Nina Kraviz, soul şarkıcısı Jamie Lidell ve Einstürzende Neubauten'den tanıdığımız Gudrun Gut’un vokalleri üstlendiği parçalar, şarkı havasını verirken, ”Miami Drift” ve kapanışı yapan "Miami Titles”, dinleyeni yine klasikle elektroniğin çarpıştığı tanımlanamaz ses evrenine sokuyor.
Albüm adında ve üç şarkıda geçen Miami sözcüğünün bir konsept çevresinde ortaya çıktığı izlenimini veriyor müzik. Gece geç saatlerde, her türlü garipliğin yaşandığı kulüp ortamlarındaki ve sokaklardaki kargaşayı düşündüren bir ruhu var müziğin. Miami denilince ilk akla gelen deniz, palmiye ağaçları, kum, parlayan güneş yok bu müziğin içinde. Belki de burada da bir “anti” yaklaşım söz konusu. Aklımızda yer etmiş görüntü yıkılıp yerine yenisi konmak istenmişse şaşırmam. Miami’nin aklımda yer eden imajından hoşlanmıyorum ama BBF’in yarattığı “Miami"yi çok beğendim.