14 Nisan 2013 Pazar

Depeche Mode - Delta Machine (Columbia Records)


By on 11:16:00


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 14 Nisan 2013

Depeche Mode’un yeni albümü “Delta Machine” yayımlanalı neredeyse bir ay oldu. Bu yazıyı belki daha önce yazmam gerekirdi ama özellikle çok sevdiğim grupların yeni albümü çıkınca hemen o hafta yazı yazmamaya çalışıyorum. Çünkü bir süre albüme zaman ayırıp onu iyice sindirmem, yaşamam gerek. Aksi halde coşkulu duygular içine girebilir ya da gereksiz bir hayal kırıklığı yaşayabilirim. Haksızlık yapmamak adına Delta Machine’e de uzun süre ayırdım, gündüz dinledim, gecelerimi onunla paylaştım. Otobüste, trende, uçakta, sokakta yürürken bana eşlik etti şarkılar ve artık albüm hakkında yazmaya hazırım.

Geçen ekim ayında Depeche Mode üyelerinin Paris’te düzenlediği basın toplantısına katılmış ve gruba soru sorma şansını bulmuştum. Martin Gore sorumu yanıtlarken, albümün soundu için “Songs of Faith and Devotion" ile "Violator” arasında olduğunu söylemişti. O sırada toplantının başında sadece tanıtım videosunda kullanılan “Angel”ı dinlediğimiz için albümün geri kalanını epey merak etmiştim. Sözü edilen 1990 tarihli “Violator”, bize “World in My Eyes”, “Personal Jesus”, “Enjoy the Silence”, “Policy of Truth” gibi muhteşem klasikleri kazandırdı. "Songs of Faith and Devotion", tam 20 yıl önce hayatımıza “I Feel You”, “Walking in My Shoes”, “Condemnation”, “In Your Room”u soktu. Bu ikisinin arasında bir albümden söz ediyordu Gore ama aynı zamanda blues etkisinin belirgin olduğunu da ekliyordu.



Albüme “Delta Machine” adını vermelerinin de bir anlamı vardı elbette. 33 yıldır synth-pop’un adeta sesle ansiklopedisini yazan bir grup DM. Basın toplantısında gösterilen videoda, kayıt sırasında stüdyoda çekilen görüntüler vardı. Martin Gore’u kocaman bir analog synth duvarının önünde gördüğüm anda mesajı aldım. “Angel”, albümü her anlamda temsil eden bir şarkı değildi ama tümünü dinlediğimde vintage analog synth’lerle daha organik, daha yalın bir sound yaratıldığı fark ediliyor. “Delta” sözcüğünün iki türlü anlamı olabilir. İlki Amerika’da, Tennessee eyaletinin Memphis kentinde, Mississipi Delta adlı bölgede 1920’lerde gelişen ilk blues müziğinin adı delta blues; öncelikle bu isme atıf yapıyor. İkincisi de, matematikte ve bilimde “değişiklik” anlamına geliyor. Ben albümün adının her iki anlamı da içerdiğini düşünüyorum.

Peki bu kastedilen anlamın hakkını verebilmiş mi “Delta Machine”? Öncelikle albümde eklektik bir sound var. Elektro-blues’a en yakın şarkılar “Heaven”, “Angel”, "Goodbye”, tekno ritimlerini dans müziği ile buluşturan “Soothe My Soul”, Martin Gore’un dingin vokaliyle söylediği “The Child Inside” adlı balad, minimal elektronika tınılarıyla döşenen “My Little Universe”, “Soft Touch / Raw Nerve”de Kraftwerk’i anımsatan elektronik sesler ve dinleyeni 80’lere götüren “Should Be Higher” gibi farklı şarkılar söz konusu. Albümü tekrar tekrar dinlediğimde, elektronik müziğin alt türlerinde daha fazla bir çeşitlilik gösterdiğini fark ettim. Martin Gore’un geçen yıl Vince Clark ile gerçekleştirdiği VCMG projesinin etkili olduğu belli ama aynı zamanda da 2011’de Londra’da yapılan Short Circuit Festival (küratörlüğünü Mute Records’ın sahibi Daniel Miller ile Alva Noto’nun da sahiplerinden birisi olduğu Raster-Noton’un yaptığı festival) için gerçekleştirilen ortak kaydın da bir ipucu verdiğini düşünüyorum. O kayıt için Martin Gore’un gönderdiği materyali dinleyen Alva Noto, Gore’un hala kendi soundlarına ne kadar yakın işler yaptığını görüp şaşırmış. Delta Machine’de de arka planda bir sürü garip ve şahane ses duyuyor kulağım.

“Delta Machine”de prodüktör koltuğuna yine Depeche Mode’un 2005’ten bu yana birlikte çalıştığı Ben Hillier oturdu. “Playing the Angel” (2005) ve “Sounds of the Universe” (2009), grubun diskografisi içinde belki de en zayıf albümleriydi ama bir şekilde Ben Hillier ile grubun stüdyodaki kimyası tuttu. “Violator” ve “Songs of Faith and Devotion”da prodüktör olarak görev yapan Flood’un bu kez albüm miksajını üstlenmesi elbette iyi bir tercih ama keşke prodüksiyon aşamasında daha fazla sözü olsaydı diyorum. Bütün bunlardan önce de yine aklıma Alan Wilder geliyor; hep derim, Depeche Mode onun gibi büyük bir yeteneğin yerini dolduramadı, dolduramayacak. Dave Gahan mükemmel bir vokalist, Martin Gore çok iyi bir şarkı yazarı ama Alan Wilder’ın stüdyodaki sihirbazlığı onlarda yok. (Kızmayın bana Depeche Mode sevenler; grubu ben de sizin kadar seviyorum ama Alan Wilder’ın hakkını teslim etmemiz lazım.)



Dave Gahan, bu albümde üç şarkının yazımına katkıda bulunmuş; “My Little Universe”, “Broken” ve “Should Be Higher”ı, Soulsavers’ın geçen yıl yayımlanan albümünde ve kendisinin ikinci albümü “Hourglass”da birlikte çalıştığı ses mühendisi , prodüktör Kurt Uenala ile birlikte yazmış. Benim albümde en beğendiğim şarkılardan birisi de bu üçünün arasından çıktı. “Broken”, adı gibi kırılgan, melankolik bir şarkı. “Gözyaşı olmayan dönemlerimizi hatırlıyor musun?” diye soruyor Gahan ve sonra da “Sen düşerken ben seni yakalayacağım / O kadar uzağa düşmen gerekmez / Başaracaksın / Ben orada olacağım” diyerek seslendiği kişinin yanında olacağını söylüyor. 2005’te çıkan “Playing the Angel”dan bu yana DM albümlerinde Dave Gahan şarkıları da yer alıyor. Daha önce de çok iyi şarkılara imza attı ama benim için bir DM albümünde en güzel şarkıyı Martin Gore’un yazmadığı ilk durum bu. Tam DM’un ruhuna uygun olarak karanlık bir durumdan yola çıkıyor şarkı ama bir umut ışığı var. "Suffer" kelimesini söylerken Gahan'ın sesine çöken hüznü çok sevdim ama aynı zamanda şarkı ruhundan bağımsız olarak dans ritmine sahip. Benim için "Broken"ı ilginç yapan nedenler arasında bu da var: Yıkılıp düşeni kaldıracak birisi var.

“Hourglass” albümü çıktığında Dave Gahan ile konuştuğumda, “Müzik yapmak, bana göre insanın gerçek kimliğini ortaya koyma yolu,” demişti. Gerek DM gerekse kendi solo albümleri için şarkı yazdıkça, onu daha iyi tanıdığımı fark ediyorum. İtiraf ediyorum; albümü ilk kez bütünüyle dinlerken başa alıp tekrar dinlediğim birinci şarkı "Broken" oldu. İkincisi de adı gibi yavaş ama baştan çıkarıcı “Slow”du. Ağırdan alınan seksin zevklerini anlatmış Gore. “Olabileceğin kadar yavaş ol ki, tatmak istediğim her şeyi hissedeyim, yatağımda yarış istemiyorum,” diyor. Dave Gahan’ı bu şarkıyı söylerken sahnede hayal edebiliyorum; tam ona biçilmiş bir kaftan bu.

Adet olduğu üzere Martin Gore, yine dokunaklı bir baladın ana vokalini üstlenmiş. “The Child Inside”, müzik ya da söz olarak çok vurucu değil, hatta belki de bazıları için fazla sıradan ama ben Gore’un sesini çok seviyorum. Stadyumdaki coşku tavan yapmışken, bir anda sahnenin ortasına gelip bütün sakinliğiyle “The Child Inside”ı söylediği anı da hayal edebiliyorum. Bu da tam onu temsil eden an.

Albümün genelinde her zamanki gibi karanlık zeminlerde geziyor Depeche Mode. Martin Gore, Paris’te yaptığımız röportajda kendisinin kaleminden akan mürekkebin siyah olduğunu söylediğimde gülmüş ve “Buna katılırım ama karanlıktan daha iyi bir sözcük olarak, kalemden akan gerilimi tercih ederim. Ancak şarkının sonuna gelene kadar bir yerde insanı canlandıran bir mesaj vardır,” demişti. Karanlık derken zaten olumsuz bir mesaj verdiği iddiasında değilim ben de, fakat synth-pop’a yakışan karakter bu; günah işleme, kurtuluş, iç hesaplaşma her zaman Martin Gore’un favori konuları oldu. Gore, Austin SXSW’daki söyleşide aynı temalar etrafında dönüşünü espriyle yanıtlarken, Dave Gahan’ın aslında kendisinin hep aynı şarkıyı yazıp durduğunu söylediğini hatırlatmıştı. Aşk, ölüm, din, seks... Şarkıları konularına göre ayırma gibi bir işe kalkışsak, herhalde dört ana başlık bunlar olur. Yine aynı yoldan giderek bilinen temaslar etrafında dönmüş DM. Gore’un şarkılarında çizdiği bu karakteri benimseyip mükemmel taşıyansa, Dave Gahan’ın bariton sesi oldu uzun yıllardır. O şarkılardaki kimliği üzerine giyerek aslında içinde kendisiyle diyalog kurup kendini tanıdığını söylüyor Gahan. O nedenle vokali çok güçlü. Sahnedeki başarısının ardındaki en temel neden de bu. Kendi yazdığı şarkılarda da aynı çabayı devam ettiriyor.

“Delta Machine”, 33 yıl sonra artık Depeche Mode’un endişeleri bir yana bırakıp rahatladığı bir albüm. Hem Paris’te hem de Teksas’ta onları izlerken artık kendilerini bir aile gibi gören DM üçlüsünün sorunların önemli bir kısmını geride bıraktığı izlenimini edindim. Dave uyuşturucudan, Martin alkolizmden kurtuldu. Artık 33 yıl sonra kim müziğimizi beğenir, o ne der, bu ne düşünür diye endişelenmiyorlar. Haklılar. Bugün kurulup 2 yıl sonra ortadan yok olan onca grup varken, onların yaşadığı bu büyük maceraya saygı duymak lazım. Delta Machine, DM’un geçmişte yaptıklarını aynen izleyen bir devam albümü olarak yorumlanamaz ama kariyerinde çok keskin bir dönüşü de temsil etmiyor. Şarkıların bir an vokalsiz olduğunu düşünelim, Dave Gahan’ın sesini duymasam da bu DM derdim. Elbette “Delta Machine” bir “Violator” ya da “Ultra” gibi bir başyapıt da değil; albümde bana pek dokunmayan şarkılar da var ama grubun 2000’lerde yaptığı en iyi albüm bu.

Bu arada albümün sonuna “Goodbye” adlı bir şarkı koyulmasına anlam yükleyenler var ama ben katılmıyorum o yorumlara. Martin Gore bir röportajda, “Biz kötümseriz. Bir albüm yayınladıktan sonra ne olacağından asla emin olmadık. 1986’da ‘Black Celebration’ çıktığından bu yana bir sonraki albümü garantileyemeyeceğimizi söylüyoruz. İletişim konusunda pek iyi değiliz. Hala işlemeyen bazı şeyler var ama belki de yola devam etmemizi sağlayan şey budur” demişti. Yaşayıp göreceğiz birlikte ama şunu söylemek yanlış olmaz: Aşkın yarattığı hüsranı, tutkuyu, ilişkilerdeki çaresizliği, işlenen günahları ve karanlık ruh hallerini yansıtan şarkı sözlerinin, synth-pop'un garip ama cezbedici elektronik sesleriyle sağladığı mükemmel melodik uyum, 2013’te Depeche Mode'un müziğinde devam ediyor.



(Fotoğraflar bana aittir.)

-

Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate