8 Nisan 2013 Pazartesi

Salon'da Deneysel Bir Hafta Sonu: Vladislav Delay ve Swans


By on 11:17:00


Geçen hafta sonu iki gece arka arkaya Salon’daydım. Cumartesi gecesi elektronik müziğin en yaratıcı isimlerinden Finlandiyalı Vladislav Delay, asıl adıyla Sasu Ripatti için; pazar gecesi de Amerikalı noise rock/deneysel rock grubu Swans için oradaydım. İstanbul’da cumartesi akşamının sunduğu eğlenceleri bırakıp Vladislav Delay’in performansını dinlemeye gelen azdı. Oturmalı bir düzen tercih edilmişti ve giriş katındaki sandalyelerde herkese oturacak yer vardı.

Elektronik ekipmanı ve kapağında “Drum Machines Have No Soul yazan Mac bilgisayarıyla tek başına sahnedeki yerini sessizce aldı Vladislav Delay. Ambient tınılarından daha çok, ajite edilmiş seslerin, minimal tekno ve glitch'in yönlendirdiği epey deneysel bir setti dinlediğimiz.

Geçen hafta Babylon Lounge'daki Bowie gecesinde tanıştığım genç okuyucum Ahmet’le karşılaştık yine. Vladislav Delay’in Kuopio albümü hakkındaki yazımı okuyup gelmiş konsere. Konseri nasıl bulduğunu sorduğumda, “Aslında ben biraz yorgun hissettim,” dedi. Tam da önemli bir noktaya parmak basıyordu bu yanıt. Vladislav Delay’in dinleyeni rahatlatacak kolay dinlenebilir bir müzik yapma amacı yok; aksine sandalyenizde aksak ritimlerin, tuhaf seslerin oluşturduğu melodik olmayan müziği dinlemeniz için sizden ayrıca bir çaba bekliyor. O çabayı gösterirseniz, bir süre sonra hipnotize edici bir nitelik kazanıyor müzik.

Kuopio için yazdığım bir yazıda kapı metaforunu kullanmış ve şöyle demiştim: "Albümü dinlerken sanki çıkışa ulaşmak için birbiri ardına kapıları açıyorsunuz ama kapılar hiç bitmeyecek gibi hissediyorsunuz. Yine de bu his germiyor dinleyeni; herhangi bir baskı altında değilsiniz, bir sonraki kapıya büyük bir merakla uzanıyor eliniz. Arada kapıların rengi ve şekli değişiyor; yapıldıkları malzeme değişiyor, kimisi ağır kimisi hafif... Bir süre sonra eğlenceli bir hal alıyor bu çaba. Şu kesin ki ilerleme için o kapılara elinizi uzatmanız gerekiyor."

Hayalimde canlanan bu oyunu cumartesi gecesi müziği canlı dinlerken bir kere daha oynadım. Kapılar açıp kapandıkça müziğin oluşturduğu sarmalın içine girdim. Vladislav Delay çalmayı bitirdiğinde, bir süre dış dünyadan uzaklaşmış olduğumu fark ettim. O son 1.5 saat içinde başka bir yerdeydim ben. Bu tür müzikleri dinlemeye gelen kitle ufak da olsa, ne duyacağını ve ne istediğini bildiği için öz oluyor. O gece Salon'da Delay'i çıt çıkarmadan dinledi herkes. Bu da başka bir dünyaya ışınlanmayı kolaylaştıran bir unsurdu.

SİYAH KUĞU'NUN ÇEKİCİLİĞİ

Müzikleri arasında büyük farklar olsa da, Vladislav Delay ile Swans arasında bir konuda ortak bir yön var. Swans dinleyicisi de ne duyacağını ve ne istediğini bilerek gidiyor konsere. “Bakayım hoşlanacak mıyım?” denilecek bir müzik yapmıyor Swans. O müziği albümden dinlemeye dayanamıyorsanız, konserde yarıda çıkarsınız. Demek istediğim şu: Dinleyicisi de Swans kadar net ve kararlı olmalı. Pazar akşamı Salon’u o kararlı dinleyiciler doldurmuştu. Vladislav Delay’in aksine ilgi yoğundu. Mekana girerken Salon ekibinden Aslıhan Tuna’nın duvara “İçerdeki ses seviyesi sağırlığa yol açabilir!” uyarısını astığını gördüm. Daha önce Swans konserine gidenler zaten hazırlıklıydı; yanlarında kulak tıkacı getirmişti çoğunluk.

İçeri girdiğimde grubun sahneye nasıl sığacağını merak etmedim değil. 6 müzisyenin ekipmanları sahnenin büyük bir bölümünü kaplamış, müzisyenlere fazla yer kalmamıştı. Saat 8.40’ta grup üyeleri gözüktü, tek tek herkes yerini aldı ve “To be kind” adlı yeni bir şarkıyla açtılar konseri. Tam 5 dakika sonra ancak Michael Gira’nın sesini duyduk. Bir röportajında, “Müzik sizi alıp götürür. Dipdiri olması gerek. Bir şeye çekiçle vurmak gibi bu; oradan boşalan kan sizi yeni istikamete yönlendirir,” demişti. Swans’ı canlı dinlerken aklıma o sözleri geldi. Gerçekten de müzik çekiçle kafanıza vuruyordu sanki. Elbette ortada fiziksel bir acı yoktu ama ruhumda sarsıntı yaratıyordu. Gitarlardan, davuldan, zillerden, perküsyondan çıkan yırtıcı sesler, drone’lar arasında kalsam da kaçmak değil, ortasına atlamak istiyordum. O kadar gerçekti ki, sanki bir ara yakama yapışıp salladı, havaya kaldırıp hızlıca geri bıraktı beni. Müzik tarafından böyle yıpratılmanın ne demek olduğunu yaşayan bilir ve bu duygu ancak konserde yaşanır.

Gira’nın sahnedeki tavrı ise, dinleyici kitlesini ayrıca harekete geçiren bir faktör. Ellerini iki yana açıp, gözleri kapalı yavaş yavaş kendi etrafında dönüyor, ruhundan kendiliğinden fışkıran kelimeleri çok etkileyici bir sesle söylüyor. Bir yandan birasını içerken bir yandan da o da müzik tarafından sarsılıyor. Bunların hepsi bir süre sonra ayin havası yaratıyor. Sanki bir şaman ayininde topluca müziğe tapıyorsunuz. Aynı duygu, bir de Patti Smith konserlerinde o Allen Ginsberg şiirleri okurken yaşanır. Ama onda kelimelerin yarattığı etki daha ön plandadır; Swans’ın müziği aşırı derecede gürültülü olduğundan Michael Gira’nın vokali fazla anlaşılmıyor. Swans konserindeki ayin etkisini yaratan unsurlar, yavaş yavaş gelişerek yükselen müziğin karakteri ve o karakteri sırtlayıp dışavurumcu bir şekilde yansıtan Michael Gira.

Bu turnede daha önce yayınlanmamış şarkıları ile son albümü “The Seer”a odaklanıyor, bir tek eski şarkılardan “Coward”ı söylüyorlar. “Coward”ı çalarken Gira’nın bir yandan bıçağını sapla bana diye bağırırken bir yandan “Seni seviyorum” deyişi ve çelişkiyi yaşayışı görülecek bir sahne. Biz onu izleyip dinlerken ruhumuz yüceliyor ama o da kendi sesiyle nirvana yaşıyor. Uzun zamandır spiritüel konularla ilgileniyor Gira. Nitekim konserde de çaldıkları henüz yayımlanmamış “Oxygen” adlı şarkılarında ölüp cennete doğru yükseldiğini hayal eder. 2010 tarihli “My Father Will Guide Me up a Rope to the Sky” adlı albümün adı da oradan gelir. Bu tür ruhani temaları olan şarkıları başka türlü söylemenin de olanağı yok sanırım. Önce ta yüreğinizin derinliğinde acısını, güzelliğini hissedeceksiniz, sonra onu haykıracaksınız; başka yolu yok.


Swans konserinde sahne ile dinleyici arasındaki etkileşimi çok az konserde gördüm; kalabalık arasında adeta orgazm yaşarcasına titreyenler vardı. Başka hiçbir sanat insan üzerinde bu etkiyi yaratmadı; film izlerken ya da bir fotoğrafa baktığınızda duygularınız harekete geçer, ağlarsınız ya da gülümsersiniz ama beden ve ruhu aynı anda şaha kaldırmak müziğin işi. Michael Gira ve ekibi de bu sanatın ustası. Gira, konser boyunca ellerini bir orkestra şefi gibi kullanarak grubunu yönetip bakışlarıyla onları yönlendirirken, ilk notasından sonuna kadar kontrolü elinde tutuyordu. Ekibin geri kalanı, enstrümanlarına odaklanmış durumda onunla büyük bir uyum içindeydi.

Michael Gira, yine bir röportajında, “Kuğular görkemli, fiziksel olarak güzel ama gerçekten kötü huyları var,” diyerek grubun agresif müziği ile kuğular arasında bağlantı kurmuştu. Ben de bir yazımda ona pek katılmadığımı söylemiştim; kuğuyu rahatsız etmezseniz agresifleşmez. Üstelik hayatı boyunca tek bir eşi olur kuğuların, eşleri ölünce de üzüntüden bir süre sonra yaşamlarını yitirirler. Yani günümüzde çok az bulunan bir özelliğe sahiptir kuğu; sadıktır. Ben Swans için siyah kuğu diyeceğim. Aklınıza Black Swan filmi gelmesin; oradaki gibi siyaha kötü damgası vurmayacağım; zira en sevdiğim renktir, karanlıktan da hoşlanırım. Sadece gürültüsü ve kararlılığını olumlu bir özellik olarak görüp siyahın belirginliği ile örtüştürüyorum. Swans’ın müziği beyaz kuğu değilse de siyah bir kuğu gibi; gözünüzü alamayacağınız kadar güzel, mağrur, gerçek ve özüne sadık. İşte böyle bir deneyimdi Swans konseri.

To Be Kind - Mother Of The World/ Screen Shot - Coward - She Loves Us - Nathalie // Oxygen - The Seer / Toussaint Louverture Song

(Fotoğraflar bana aittir.)
_

Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate