Şiddetin her türüne karşı olan etik bir vegan, Amerika’da en çok silah sahibi insanın yaşadığı eyaletlerden birine niye gider? Herhangi bir zorunluluğu yoksa, her öğün et yenen bir yere ulaşmak için onca kilometreyi neden kat eder? Söz konusu vegan ben olduğuma göre, bu yazıda nedenini açıklamak da bana düşüyor. Geçen ayın yaklaşık altı gününü Teksas’ta geçirdim. Önce 10.5 saat süren bir yolculukla İstanbul’dan New York’a, oradan da Atlanta aktarmalı olarak 6 saatte Teksas’ın başkenti Austin’e vardım. Daha havaalanından otele giderken İstanbul’dan geldiğimi öğrenen ilk Teksaslı, söze şöyle başladı: “İki yıl önce İstanbul’daydım. İskender Kebap favorim!” Bunun üzerine herhangi bir yorumda bulunamayacağımı anlasın diye, “Ben veganım,” dedim ama konuşmanın devamı daha da garipleşti. “Tanıştığım ilk vegan sizsiniz. Ama doğrusu akıllı başında birine benziyorsunuz!”
Bu diyaloğun moralimi bozmasına ya da Teksas hakkında genellemelerde bulunmasına izin vermedim elbette. Çünkü bir yıl önce de yine aynı yerde bir hafta geçirmiştim ve kent hakkında bir fikir sahibiydim. İkinci kez Austin’e gitmemin nedeni, kısa adıyla SXSW olarak bilinen South by Southwest Müzik ve Medya Konferansı idi. 1987‘den beri her yıl mart ayında yapılan bu büyük etkinlik, dünyanın her tarafından ziyaretçi çekiyor. Ben, iki yıldır, interaktif ve film bölümleri de olan on günlük festivalin beş gün süren müzik ayağını izliyorum.
SXSW, Austin’in ekonomik, sosyal ve kültürel hayatına çok olumlu katkılarda bulunuyor ve inanın bana festival boyunca o filmlerde gördüğümüz silahlı adamların cirit attığı Teksas görüntüsüyle karşılaşmıyorsunuz. Her öğün et yenen bir yer bile olsa, SXSW sırasında sokaklara kurulan yemek standlarında vegan seçenekleri de oluyor. Hatta vegan sosisli vegdog bile var! (Bence vegdog demek yerine adı değişse daha iyi aslında...)
O zaman güvenlik ve yemek konusundaki endişelerimizin yersiz olduğunu gördükten sonra hemen bavulları toplayıp mart ayında Austin’e doğru yola çıkmalı mıyız?
Eğer müzikle ilgili bir işiniz varsa, organizatör, plak şirketi temsilcisi, menajer, müzisyen ve müzik yazarı iseniz, SXSW deneyimi yaşamanız yararlı. Bu festivalin en önemli özelliği, yeni grup ve müzisyenleri keşfetme olanağı vermesi. Etkinliği gerçekleştirenler, farklı ülkelerden isimlerin yaptığı başvuruları değerlendirip çok kapsamlı bir performans listesi hazırlıyor. Ülkeleri tek tek gezip o isimleri izlemek olanaksız olduğundan, hepsini aynı yerde toplayan böyle bir etkinliğe katılmak çok daha mantıklı bana göre. Basın mensubu olarak akreditasyon alabilirseniz, festivali izlemek için herhangi bir ücret ödemiyorsunuz ama diğer katılımcılar için pahalı bir etkinlik SXSW. İnteraktif, film ve müzik bölümlerini tümüyle izlemek istiyorsanız, Platinum Badge almak için 1595 dolar ödüyorsunuz, sadece film ve interaktif bölümleri ilginizi çekiyorsa Gold Badge almak için 1350 dolar gerekiyor. Her bir bölüme tek giriş kartı almak da olanaklı; müzik kısmına katılacaksanız 795 dolar, interaktif 1150, film ise 650 dolar. Bununla da kalmıyor, SXSW sırasında otellerde geceleme fiyatı her zamankinin en az iki katına çıkıyor. Ayrıca rezervasyonlar aylar öncesinden yapıldığından, erken davranmazsanız açıkta kalıyorsunuz.
MÜZİSYENLER ŞİKAYETÇİ
Peki bu kadar pahalı ve uzaksa yine de gitmeye değer mi?
Bunun yanıtı, tamamen kişisel tercihler ve beklentilerle ilgili olarak değişir. Buna verebileceğim iyi bir örnek var. Röportaj öncesi bir otelin lobisinde Alman bir gazeteci ve Sigur Ros grubunun menajeri ile bu konuda konuşuyorduk. Alman gazeteci, yedi yıldır festivale geliyormuş ve her defasında da çok iyi vakit geçiriyormuş. Çünkü 10-12 kişilik bir grup olarak büyük bir evi kiralayıp orada kalıyorlarmış. Yani iş ziyareti olsa da, Austin’deki günlerini bir bakıma tatile çeviriyormuş. Sigur Ros’un menajeri bunu duyunca, ilk kez SXSW’ya katıldığını ama bir daha gelmeyi düşünmediğini söyledi. Festivale menajerliğini üstlendiği Savages grubu ile birlikte gelmiş ama giriş kartı vermediklerinden hiçbir konseri izleyememiş, ayrıca para ödemesi gerekiyormuş.
Bunun dışında, festivalde müzisyenler açısından yaşanan sıkıntılar da küçümsenecek cinsten değil. Öğlen başlayıp gece geç saatlere kadar süren konserlerin gündüz vaktinde yapılanları, 40 dakika sürüyor ve sound check için ayrılan süre en fazla 5 dakika. O kadar kısa zamanda istenen ses kalitesi sağlanamadığından, konserler müzisyenler açısından bir tür işkenceye dönüşüyor. “Seri bir şekilde sahneye çık, çal şarkılarını ve derhal toparlanıp in” mantığı ile işliyor işler. Böyle olunca da SXSW’da önceliğin müzikte değil, pazarlama ve satışta olduğu görüşü ağır basıyor. Röportaj yaptığım Savages grubunun elemanları da aynı konularda şikayet edip, “berbat bir festival” dediler.
Sahne önünde müzisyenlerin hazırlanışını izlerken, onların heyecanına ve gerginliğine tanık oluyorsunuz. Kocaman ağır aletleri kendileri taşıyorlar, elektrik kabloları ile boğuşuyorlar, kısa birliktelik sona erince de çabucak topluyorlar sahneyi. Bazıları her şeye rağmen içindeki tutkuyu konsere yansıtmayı başarıyor ama bunu yapamayanı da hatalı bulmuyorum. SXSW, onlar açısından sanki bir sözlü sınava çıkmak gibi olsa gerek. Hatta günde üç ayrı konser veren gruplar var. Örneğin bu yıl broşüre baktığımda, Amerikalı indie rock grubu DIIV’ın adını o kadar çok gördüm ki, nasıl dayanıyorlar buna diye düşünmeden edemedim. Sonunda festival devam ederken, grubun vokalisti Zachary Cole Smith Tumblr’daki sayfasından patladı. Festivalde müziğin geri plana atıldığını, sound check yapamadıklarını, apar topar çalıp sahneden indiklerini, şirket sponsorluğunda yapılan partilerden elde edilen paradan sanatçılar dışında herkesin yararlandığını belirtip, sarhoşlarla dolu bir ortamda resmi kurallarla mücadele ettiklerinden yakındı.
Smith’in söylediklerinin hepsi gerçek. Ancak bu sinir bozucu zorlukları yaşamayan müzisyenler de var. Bu yıl festivale katılan Nick Cave and the Bad Seeds ya da Depeche Mode vb. büyük bir isimseniz, hem istediğiniz gibi sound check yapıyorsunuz, hem de normal bir konser uzunluğunda sahnede kalıyorsunuz. Bu açıdan hiç demokratik değil SXSW. Ayrıca o tip konserlere talep çok olduğundan ancak özel çekilişi kazananlar girebiliyor. Bu büyük konserlerin bir sakıncası da, SXSW’nun şirketlerin reklam pazarına dönüşmesine yol açması. Mesela koskoca Prince bile sahnede, "Teşekkürler Samsung! İşte sponsor olduğunuz güzellik buydu!" dediğini duyuyorsunuz...
Her şeye rağmen yine de bir çekiciliği var South By Southwest’in. Festivalin merkez üssü konumundaki Austin Convention Center’da gündüzleri çok ilginç konularda paneller ve söyleşiler yapılıyor. Örneğin bütün o kargaşadan uzak, sakince koltuğunuza oturup “Leonard Cohen ve Kadınları” başlıklı bir paneli izleme olanağınız olabilir.
BEDENSEL YORGUNLUK, ZİHİNSEL DİNLENCE
“Peki sen yaptın? Nasıl geçti bu yıl SXSW?” derseniz?, dünyanın en büyük festivalinde bedensel açıdan yorgunluktan biterken, ruhsal ve zihinsel açıdan büyük bir rahatlama yaşadım. (Bütün bölümler için toplam katılımcı sayısı 2012’de 300.000. Festivale katılan grup sayısı bu yıl 2500 civarında. Bu veriler, SXSW’yu dünyanın en büyük festivali yapıyor.) Sabah 10.00’da otel odasından çıkıp gece yarısı 03.00 sıralarında döndüm. Saydım, bu yıl 68 grubu görmüşüm. En çok sevdiğim işlerden birisini yapıp bol konser ve bina fotoğrafı çektim, yeni grup keşifleri yaptım. Son dönemde popülerlik kazanan bazı isimlerin çalacağı mekanların önündeki uzun kuyruklarda beklemek yerine adları az duyulmuş olanları ya da bilinmeyenleri dinlemeye gittim. Yürürken kulağıma bir bardan güzel bir melodi çalındı, fikrimi değiştirip oraya girdim ve sürprizlerle karşılaştım.
SXSW’da aklınıza gelebilecek her yer konser mekanı. Bar, restoran, otel lobisi, otopark, boks ringi, bilardo salonu, kafe, kilise ve sokaklar... Hepsini denedim; bazısı çok kötüydü, bazısı mükemmel. SXSW’ya gelirken akılda tutulması gereken şu: Burada konserlerde profesyonel bir ortam yok; daha çok kendi kendine ucuz aletlerle odasında kaydettiği müziği, bir şekilde başka insanlara duyurma çabasındaki amatör müzisyenlerin ruhuyla yapılıyor her şey. Az önce de belirttiğim gibi bunun dışına çıkılan tek istisna büyük isimler için söz konusu. Ben o amatör ruhu da seviyorum ama müzisyenler için eziyet gisi olan bazı koşulların iyileştirilmesini dilerim.
Pahalı, kalabalık, uzak olmasının yanında, ayrıca konserler müzisyenler ve dinleyici açısından tam tatmin edici değil ama yine de değer mi Austin’e gitmeye? Bence sadece müzik dinleyip festivalin tadına varmak istiyorsanız değmez, başka festivallerde müzik açısından daha tatmin edici bir ortam var. Hele 21 yaşın altındaysanız hiç gitmeyin; çünkü içki satılan birçok mekana alınmıyorsunuz. Ama benim gibi yeni müzik keşfi peşindeyseniz, bir tek Alman krautrock grubu Camera’nın konseri için bile değerdi onca yorgunluk.
Sonuçta müziğin dünyanın her köşesinden onca farklı insanı bir araya getirişine tanık olmak çok güzel. SXSW, eksikleri ve hataları da olsa önemli bir sanat etkinliği. Düzenleme komitesindekiler, müzisyenlerin şikayetlerini dinleyip, konserleri onlar açısından daha kabul edilebilir bir hale sokarsa, South by Southwest’in şirketlerin ürünlerini tanıttığı bir reklam platfomu değil, bir sanat festivali olma niteliğini öne çıkarırsa çekiciliği artar. Unutulmamalı ki, bir kültür etkinliğinde sanatın önüne ticari amaç geçtiği anda, prestiji de yok olur.
SXSW'DAKİ EN İYİ İLK 10 PERFORMANS
Bu kadar laf ettikten sonra asıl konuya yani müziğe gelip, en iyi performanslardan söz etmek istiyorum. Öncelikle şunu söylemek isterim; ben SXSW'ya başka bir yerde canlı dinleme şansını bulmamın zor olduğu grupları dinlemek için gidiyorum. Tabii bu arada zaman buldukça daha önce izlediğim grupları da yakalamaya çalışıyorum ama öncelik keşifte.
Bu defa geçen yıldan daha deneyimli olduğumu düşünerek plan yapıp, izleyeceğim grupları önceden belirlemek istedim. 2500 civarında ismin arasından seçim yapmak bir müzik yazarı için oldukça zor. Ama Austin’e gelmeden önce Dinamo FM’de yaptığım ve SXSW’ya ayırdığım iki özel Vegan Logic programım, bu konuda çok işe yaradı. O programlarda çalmak için çok iyi 30 şarkı belirlemem gerekiyordu. Bu nedenle oturdum, günler harcayıp yüzlerce şarkı dinledim. Hiç bilmediğim grupları araştırınca ortaya müthiş cevherler çıktı ve o grupları mutlaka izlemek üzere not aldım.
Ancak SXSW gibi çok kapsamlı bir festivalde insan planlasa da her istediğini yapamayabiliyor. Görmek istediğiniz konserler sürekli çakışıyor; zaten çoğunlukla 40 dakika süren performanslardan birine yetişirken diğerini kaçırıyorsunuz. Neyse ki, gruplar festival süresince birden çok konser veriyor. Hatta bazıları plak şirketlerinin zorlamasıyla beş gün içinde 10-15 kere sahneye çıkıyor. Bunun onlar için ne kadar yıpratıcı olabileceğini gözlemliyorsunuz festivalde. Sırtlarında müzik aletleriyle bir mekandan diğerine koşuşturan müzisyenler, apar topar sahneye çıkıyor, doğru dürüst sound check yapmadan, akustiği berbat yerlerde, şarkılarını çalıp kendilerini tanıtmaya çalışıyor. SXSW’ya bir gün yolunuz düşerse, bunları aklınızda tutarak izleyin grupları; profesyonel, kusursuz performanslar izlemeye değil, müzik endüstrisinin yeni keşifler yapmasına yönelik bir yapısı var festivalin.
Bu yıl Austin’e tanınmayan birçok grubun yanı sıra, çok sayıda ünlü isim de geldi. Nick Cave and the Bad Seeds, Yeah Yeah Yeahs, Depeche Mode, Green Day, Billy Bragg, Iggy and the Stooges, Justin Timberlake yeni albümlerini tanıtırken, The Waterboys’dan Mike Scott ve Steve Wickham, Prince, Dave Grohl gibi isimler de festivalde konser veren ağır toplardı. Bu konserleri izleyebilmek için yapılan çekilişlerin bazılarını kazandım. Şansım yaver gitti; Prince’i küçük bir kulüpte izleyebilen 300 kişiden birisi oldum. Ancak bu yazıda onlardan değil, yeni müzik başlığı altında toplanabilecek olanlardan söz edeceğim. (Çekebildiğim konser videolarını aşağıda paylaşacağım.)
KİMLER ÖNE ÇIKTI?
1- CAMERA: İzleme olanağı bulduğum performanslar arasında en iyiler sıralamasında ilk grup, Austin’e gitmeden listeme aldığım ve Vegan Logic’te de tanıttığım Alman krautrock grubu Camera oldu. Müzikleri son derece dinamik yapısıyla daha ilk dinlediğimde beni anında yakalamıştı ama canlı performansları deyim yerindeyse ağzımı açık bıraktı. Bir gece saat 02.00’da yorgunluktan bitap düşmüş bir halde gittim çaldıkları bara. Karanlık, ufacık bir mekanda toplam 30 kişi kadardık. Yaptığım araştırmalardan grubun üç üyesi olduğunu ve Berlin’de köprü altlarında, metro istasyonlarında, sokaklarda çaldıklarından kendilerine ‘krautrock gerillaları’ dediklerini biliyordum. Hotel Vegas/Volstead adlı barda, daracık bir podyumun üzerinde üç kişi beklerken bir anda altı kişi oldular. Sonradan öğrendiğime göre, o akşam gruba festivale katılan Alman hardrock grubu Kadavar’ın üç üyesi de eşlik etti. Işıklar tamamen karardı, o kadar ki, müzisyenlerin aletleri görmesi için birisi cep telefonunun ışığıyla yardımcı oluyordu. Müzik başladığı andan bitene kadar ruhumuzu ve bedenimizi esir aldı. Perküsyon, gitar, klavye ve elektronik seslerin karışımı inanılmaz bir devinim yarattı salonda. Arada bir adeta trans halinde çalan müzisyenlerin attığı çığlıklar ıdışında insan sesi yoktu müziklerinde. Ama gerek de yoktu zaten, enstrümanlardan çıkan sesin coşkusu her şeyi anlatıyordu. Bugüne kadar yaşadığım en muhteşem konser deneyimlerinden biriydi. Festival sırasında konuşma olanağı bulduğum herkese tavsiye ettim grubu. Hatta Sigur Ros’un menajerine de ısrarla isimlerini verdim; çok coşkulu anlatmış olmalıyım ki not edip bakacağını söyledi. Camera'nın Cluster'dan Dieter Moebius ve Neu!'dan Michael Rother ile birlikte verdiği konserin videosunu izlemenizi öneririm. )
***
2-FÖLLAKZOİD: Kendilerini Şili’den kozmik müzik grubu diye tanıtıyor Föllakzoid elemanları. Yaptıkları müziğin içinde klasik rock da var, punk ve krautrock da. 20 yaşındayken ilk kez bir araya geldiklerinde aralıksız iki saat çalmışlar ve o gün grup doğmuş. Bazı şarkılarında vokal kullansalar da bunu herhangi bir mesaj vermek için değil, insan sesini de enstrüman gibi kullanmak için yapıyorlar. Föllakzoid’in performansını o kadar beğendim ki, SXSW'da iki kere izledim. Onlar da kendilerini sahnede karanlık bir atmosferde renkli ışıkların yarattığı karmaşanın arkasına saklıyorlar. Çok sürükleyici, gürül gürül akan bir nehir gibi çağlıyor müzikleri.
***
3-SAVAGES: İngiltere’den son yıllarda çıkan en iyi canlı performans grubu Savages. Dört kadın müzisyen post-punk’ı tam anlamıyla icra ediyor, akıllı şarkı sözleri ve sahne karizmalarıyla dikkat çekiyor. Grubu geçen yıl Londra’da endüstriyel bir mekanda, karanlık bir ortamda dinlediğimde çok etkilenmiştim. Bu kez öğleden sonra açık havada dinleyince müziklerinin kapalı salona uygun olduğundan iyice emin oldum ama bence vokalist Jehnny Beth ve grup arkadaşları, Joy Division’ın o enfes agresif soundunu, doğal bir enerji ile buluşturmakta yine çok başarılıydı. (Festival sırasında grupla yaptığım röportajı okumak için link: http://zulalmuzik.blogspot.com/2013/03/savages-sokakta-olani-sahneye-yansitmak.html
)
***
4-NIK BARTSCH / SHA: İsveçli piyanist, besteci ve prodüktör Nik Bärtsch, SXSW’da yine İsveç’ten bas klarnet ustası Sha adlı müziyenle birlikte bir konser verdi. Aynı akşam çok sayıda iyi konser olmasına karşın beni bir kilisenin içindeki St. David’s Bethell Hall’a çeken şey, iki müzisyenin caz, rock ve funk’ı buluşturan ve ‘zen funk’ diye adlandırılan müziğiydi. Tahmin ettiğimden daha fazla sayıda insan gelmişti konsere, Bärtsch’in zaman zaman piyanoyu perküsyon gibi kullandığı, ikilinin birbirleriyle enstrümanları aracılığıyla mükemmel bir uyum içinde söyleştikleri, caz müziğinin yaratıcılığını çok üst düzeye çıkaran, ufuk açıcı ve heyecan verici bir performanstı.
***
5- MY EDUCATION: Teksaslı enstrümantal rock grubu My Education’ı olabilecek en garip mekanlardan birinde, bir boks ringinin içinde gördüm. Aynı filmlerde görülen türden, büyük bir kovboy barıydı Rebels Honky Tork. Bir akşamüstü içeri girip biramı aldım ve bardaki 25-30 kişiyle My Education’ı dinlemeye başladım.
My Education'ın müziğinde viyolanın yönlendirdiği melodi, vibrafon, klavye, bas, davul ve gitarla buluşunca, son derece zengin, hipnotik bir müzik ortaya çıkıyor. Çektiğim tek kare fotoğrafta flaş kullanmak durumunda kaldım; çünkü mekan tamamen karanlıktı. O atmesferde zaten çok kısa bir süre sonra her şeyi bir yana bırakıp, enstrümantal rock'ın yarattığı girdabın içinde tarifsiz bir zevk alemine dalmıştım. Arkasından bir de Kadavar grubunu dinleyince, o kovboy barı benim için unutulmaz bir mekan oldu.
***
6-THEE OH SEES: Bu yıl benim gördüklerim içinde SXSW’nun en azgın konserini verdiler. Garage rock, punk rock, noise rock, art punk ya da ne diye adlandırırsanız adlandırın, sahneyi kelimenin tam anlamıyla yıkan bir punk konseriydi bu. Amerikalı grubun kendi ülkesinde epey seveni var; dolayısıyla kalabalık bir dinleyici kitlesine hitap ettiler. Hayatımda şimdiye kadar öyle pogo dansı ve crowd surfing görmedim. Sahnenin üzerini kapatan tente zangır zangır titriyordu ama havanın rüzgarlı oluşundan değil; müziğin şiddetinden! Yarattıkları sarsıntının titreşimlerini en ufak hücrelerimde hissettim. Nerede karşınıza çıkarsa kaçırmayın bu grubu, hatta bence kaçırmak bir yana, peşlerine düşün!
***
7-PARENTHETICAL GIRLS: Gece 01.00 sıralarında bir barın dibindeki ufak sahnede neredeyse burnumun dibinde çaldı grup. Barok pop’u en deneysel haliyle ve ona uygun mükemmel bir dramatik sunumla icra ediyorlar.
Vokalist Zac Pennington, androjen görüntüsüyle bütünleşen kendine özgü karizmasını ve sıradışılığını olduğu gibi yansıtıyor müziğe. Dinleyicilerle karşılıklı diyalog kurup, beden diliyle algıları manipüle ederken konseri bir tür performans sanatına çeviriyor. Görülecek, yaşanacak bir deneyim.
***
8-THE SOFT MOON: San Franciscolu müzisyen Luis Vasquez’in artık üç kişilik bir gruba dönüşen grubu The Soft Moon’un şarkılarını ilk kez canlı dinledim. Post-punk/darkwave soundu, 2010’da yayımlanan “Breath the Fire” adlı single’dan bu yana ilgi odağımda. Ancak konserde nasıl bir sonuç vereceğini merak ediyordum ve gördüm ki Luis Vasquez ve ekibi, müziklerindeki tutkuyu sahnedeye de büyük bir başarıyla taşıyıp dinleyiciyi avucunun içine alıyor.
The Soft Moon, SXSW sırasında gündüz saatlerinde de çaldı ama benim tercihim elbette grubu gece görmekti. Parish Underground adlı mekanda video çekemeyecek kadar dağılmıştım.
***
9-BLACK VIOLIN: Dave Grohl’un konuşması öncesinde dinledim bu grubu. Daha önce varlıklarından bile haberdar değildim. Florida’da kurulan grubun müziğinin temeli, keman ve viyola. Klasik müziği, hip hop ve elekronik seslerle birleştirerek, melodik altyapısı sağlam, çok enerjik bir müzik yapıyorlar. Müziğin herhangi bir türe hapsedilemeyeceğini kanıtlayan önemli bir deneyimdi benim için.Ne yazık ki en önde olmama karşın grubun olağanüstü iyi performansının videosunu çekemedim. Çünkü Dave Grohl konuşacağı için garip bir uygulama söz konusuydu. Ayağa kalkılmadan, yere oturularak fotoğraf çekilmesi istendi, öyle olunca da önümdeki kafaların arasından video çekmek olanaklı olmadı. Aşağıdaki video, o gün oradaki performanslarının hakkını vermiyor ama yine de bilmeyenler müziklerini duysun istedim.
***
10-JUNG PEOPLE: Kanadalı enstrümantal rock grubu Jung People, Austin’e gitmeden önce izlemeyi aklıma koyduğum gruplardandı. Bir gitarist ile org, klavye ve perküsyon çalan bir multienstrümantalistten oluşan bu ikiliyi, insanlar tarafından sömürülen hayvanlara adadıkları “Tenterhooks” adlı ikinci albümleriyle tanıdım. Ufak bir tiyatro salonunda gece çok geç saatlerde çaldılar. Oturduk koltuklara, sakince dinledik şarkılarını. Bugüne kadar gördüğüm en tutkulu bateristlerden biriydi Giordano W. Bassi. Hayvanlara adadıkları albüm nedeniyle kendilerine teşekkür etmeyi de ihmal etmedim.
SXSW'da birinci günün sonunda izledim grubu. Sabah 5'te kalkıp New York'tan Atlanta aktarmalı olarak Texas'a gitmiş ve hiç durmadan gece çok geç saatlere kadar koşuşturmuştum. Belki aşırı yorgunluğun da etkisi vardı ama bilmiyorum ruhuma ilaç gibi geldi müzikleri.
SÖZ ETMEK İSTEDİĞİM PERFORMANSLAR
THE AWAY DAYS: Bu yıl Türkiye'den de ilk gruplar katıldı festivale; Mor ve Ötesi, Manga ve Gripin, Türk Rock Fest adı altında düzenlenen showcase'lerde sahneye çıktılar ama ben bir tek The Away Days'i izlemeye gidebildim. Festival mekanlarının yoğun olarak bulundugu merkezde değil, oraya en az 10 dakikalık yürüme mesafesindeki bir otelde çalıyordu grup. Otele girdiğimde tam konserlerin nerede olduğunu soracaktım ki, bir baktım lobide bir yer ayrılmış bu iş için. Akşamüstü bir saatte pek fazla insan yoktu izleyici olarak ama zaten SXSW'da binlerce etkinlik olunca bu doğal bir durum.
Grubun menajeri Elif Tanverdi ile karşılaştığımda biraz canı sıkkın gibiydi, ses sorunları olduğundan yakınıyordu. Ama ona da orada söylediğim gibi festivalin genel ortamı böyle. Geçen yıl bir bilardo salonunda çalan Apparat sesten memnun kalmayınca deliye dönmüş, sonra da mecburen çıkmıştı sahneye. The Away Days de otel lobisinin bütün olumsuz şartlarında çaldı. Aşağıdaki videoyu festival sırasında çekip Youtube'dan paylaşmıştım. Görmeyip merak edenler için tekrar buraya koyuyorum.
OLAFUR ARNALDS: Olafur Arnalds'ı daha önce birçok kez canlı dinlememe karşın, bir kere daha dinleme fırsatını kaçırmadım. Şartları zorladım, koşarak yetiştim konsere ve dinledim bu genç yeteneği. Modern klasik müziğin İzlandalı yorumcusuna bu kez keman ve çelloda iki müzisyen eşlik ediyordu. Yanımdaki Fransız gazeteci konserin başında bana dönüp, "Size önümüzdeki bir saat boyunca müthiş bir duygusal seyahat dilerim," dedi, dilediği oldu. Bunun için hem Olafur Arnalds'ın müziği hem de Austin'de geç saatlerde yaşanan kargaşanın ortasında korunmaya alınmış bir bölge gibi duran St. David's Bethell Hall çok uygundu.
MIKE SCOTT & STEVE WICKHAM: Folk rock'ın efsanevi gruplarından The Waterboys'un kurucusu Mike Scott'ın SXSW'da konser vereceğini, yanında da dünyanın en iyi yaylı çalgı yorumcularından Steve Wickham'ın olacağını duyduğumda kendi kendime o konserde olmaya söz vermiştim. Yine kan ter içinde koşarak yetiştim bu konsere de. Hatta ben kiliseye vardığımda başlamıştı; kapıdaki görevli "Çalan şarkı bitsin öyle alırım içeri," dedi. İyi ki kendimi zorlayıp koşmuşum, bu mükemmel performansı kaçırsam ve sonra da Youtube'da görsem, benim çektiğim videonun altına yorum bırakan kişi gibi isyan ederdim. Bir daha onları sahnede birlikte çalarken görebileceğimi sanmıyorum. Hayatta bir kez yaşanabilecek gecelerden biriydi, çok güzeldi.
***
Festivalin sonunda gece saat 03.00 sıralarında bitap ama mutlu bir halde otele dönerken aşağıdaki videoyu çektim. SXSW sırasında Austin'in en civcivli, en karışık yeri 6. Sokak oluyor. Tam bir deliler evine dönüyor sokaklar ama en çılgını burası. Her türlü insan var, sarhoş dolu, kimisi etrafa zarar vermeden eğlenirken kimisi gerçekten rahatsız edici olabiliyor. Videyu çekerken bir yaratıcılık göstermedim, sadece yürürken etrafı benim gördüğüm şekilde görün istedim. Kakofoni ve kalabalık birleşince ortaya kaotik bir video çıktı ama olan da tam oydu zaten.
-