28 Mayıs 2013 Salı

VEGAN LOGIC XXIII - MAYIS 2013 EN İYİLER -27.5.2013


Mayıs ayının en iyilerine ayırdığım ve 27.5.2013 tarihinde Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı ve şarkı listesi:

Mixcloud üzerinden dinlemek için:




Archive.org üzerinden dinlemek için: 





1- Vår - Into Distance
2- Cold Cave - Black Boots
3- Standish/Carylon - Subliminally
4- Dalhous - THe Physical Body
5- Primal Scream - Goodbye Johnny
6- Tricky - Parenthesis (Feat. Peter Silberman)
7- CocoRosie - Tears for Animals (Feat. Antony Hegarty)
8- The National - Fireproof
9- Boards of Canada - Reach for the Dead
10- mokroïé - (Introducing) The Trial 
11- Olafur Arnalds - So Close (Feat. Arnor Dan)
12- Liars - I saw you from the lifeboat
13- Mick Harvey - Midnight on the Ramparts
14- Deafheaven - Irresistible
15- Savages- Marshal Dear 









21 Mayıs 2013 Salı

Leonard Cohen - "A Thousand Kisses Deep"


Dün Vegan Logic'te Leonard Cohen'ın 2008'de Londra O2 Arena konserinde ezbere okuduğu "A Thousand Kisses Deep" şiirini yayımlamıştım. O anların videosu YouTube'da var. Çok güzel olduğu için bir daha paylaşmak istedim. Şiirin ardından "I'm Your Man"i söylüyor Cohen.



You came to me this morning
And you handled me like meat.
You´d have to live alone to know
How good that feels, how sweet.
My mirror twin, my next of kin,
I´d know you in my sleep.
And who but you would take me in
A thousand kisses deep?

I loved you when you opened
Like a lily to the heat.
I´m just another snowman
Standing in the rain and sleet,
Who loved you with his frozen love
His second-hand physique -
With all he is, and all he was
A thousand kisses deep.

All soaked in sex, and pressed against
The limits of the sea:
I saw there were no oceans left
For scavengers like me.
We made it to the forward deck
I blessed our remnant fleet -
And then consented to be wrecked
A thousand kisses deep.

I know you had to lie to me,
I know you had to cheat.
But the Means no longer guarantee
The Virtue in Deceit.
That truth is bent, that beauty spent,
That style is obsolete -
Ever since the Holy Spirit went
A thousand kisses deep.

(So what about this Inner Light
That´s boundless and unique?
I´m slouching through another night
A thousand kisses deep.)

I´m turning tricks; I´m getting fixed,
I´m back on Boogie Street.
I tried to quit the business -
Hey, I´m lazy and I´m weak.
But sometimes when the night is slow,
The wretched and the meek,
We gather up our hearts and go
A thousand kisses deep.

(And fragrant is the thought of you,
The file on you complete -
Except what we forgot to do
A thousand kisses deep.)

The ponies run, the girls are young,
The odds are there to beat.
You win a while, and then it´s done -
Your little winning streak.
And summoned now to deal
With your invincible defeat,
You live your life as if it´s real
A thousand kisses deep.

(I jammed with Diz and Dante -
I did not have their sweep -
But once or twice, they let me play
A thousand kisses deep.)

And I´m still working with the wine,
Still dancing cheek to cheek.
The band is playing "Auld Lang Syne" -
The heart will not retreat.
And maybe I had miles to drive,
And promises to keep -
You ditch it all to stay alive
A thousand kisses deep.

And now you are the Angel Death
And now the Paraclete;
And now you are the Savior's Breath
And now the Belsen heap.
No turning from the threat of love,
No transcendental leap -
As witnessed here in time and blood
A thousand kisses deep.

VEGAN LOGIC XXII- EN SEVDİĞİM ERKEK VOKALLER-


20.05.2013 tarihinde Dinamo FM'de (103.8 live.dinamo.fm) canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı ve şarkı listesi. (Programın bir yerinde şarkı sıralamasını şaşırdım ve anons hatalı oldu, sonra da diğer anonsu zor toparladım ama kusura bakmayın, canlı yayında bazen oluyor böyle aksilikler.)







1- Brendan Perry - Wintersun
2- Scott Walker - Alone (Jacques Brel cover - live @ BBC/1969)
3- Marc and the Mambas (Marc Almond) - Black Heart
4- Tindersticks  (Stuart Staples) - (Tonight) Are You Trying to Fall in Love Again?
5- David Sylvian & Ryuichi Sakamoto - Forbidden Colours
6- Mark Lanegan - Deep Black Vanishing Train
7- Leonard Cohen - A Thousand Kisses Deep (Recitation) - Live in London
8- Nick Cave and the Bad Seeds - Opium Tea
9- Nick Drake - Northern Sky
10- Joy Division (Ian Curtis)  - Transmission
11- The Sound (Adrian Borland) - Total Recall
12- Depeche Mode (Dave Gahan) - Should Be Higher
13- David Bowie - I’m Deranged (reprise)
14- Morrissey - Whatever Happens, I Love You

-

19 Mayıs 2013 Pazar

Daft Punk - Random Access Memories




En son hangi albüm için bu kadar reklam kampanyası düzenlendi hatırlamıyorum. Mart ayında SXSW için Austin’deydim. O sırada Fransız elektronik müzik ikilisi Daft Punk’ın kente gelip sürpriz bir konser verebileceği dedikodusu çıktı. Çünkü sokaklardaki duvarlara Daft Punk’ın yeni albüm kapağının dev posterleri asılmıştı. Hemen herkes bir anda deliye döndü; konserin olup olmayacağını, olacaksa nerede olacağını soruyordu insanlar. Sosyal medya karışmıştı. Sonunda anlaşıldı ki, konser filan yok. Bir süredir Daft Punk’ın yeni şarkısı diye internete sızdırılan sahte şarkılar gibi o da bir dedikoduydu sadece. Sonraki günlerde hemen her gün internete Daft Punk ile ilgili bir bilgi ya da yeni albümden yeni materyaller düştü. Daft Punk’ın “Human After All” albümünden sekiz yıl sonra çıkaracağı yeni albüme olan merak, kaşındıkça kaşındı. 30-40 saniyelik parçalar bile olay oldu. Tüm bu çılgınlık sürerken albümde işbirliği yaptıkları müzisyenlerle çekilen röportaj videoları yayınlandı. Sonunda Daft Punk’ın yeni albümü Random Access Memories (RAM) yayınlanmadan önce iTunes üzerinde stream için açıldı. Twitter delirmiş gibiydi, benim timeline sadece Daft Punk’la ilgiliydi. Dinleyenler, “Biz daha önce müzik dinlememişiz!”, “Yılın albümü!”, “Bir 10 yıl bunu dinlerim ben!”, “Daft Punk müzik dünyasını kurtaracak!” gibi inanılmaz yorumlar yazıyordu.

Albümü böyle bir reklam kampanyasına maruz kalıp, sonra da o yorumları okuduktan sonra dinledim. Tabii daha önce yayımlanan “Get Lucky” adlı ilk single’ı biliyordum. Ancak çok beğenilen o şarkı da beni etkilememişti. Albümü tümüyle bir kez dinledikten sonra, o büyük laflara katılmadığım gibi, sıkıcı buldum. Ancak ertesi gün ve daha sonraki günlerde dinlemeyi sürdürdüm. Bazı albümlerin içine hemen giremiyor insan; hemen bir yargıda bulunmak da doğru olmayabiliyor. O nedenle defalarca şans verdim ama söylemeliyim ki her dinlediğimde daha çok sıkıldım.

EDM’in emektarlarından Daft Punk, müzik üretimine ilişkin değişiklikler yapmış ve 70’lerin disco-funk ve R & B soundundan esinlenen retro bir albüm kaydetmiş. Daft Punk üyeleri, röportajlarda daha önceki üç albümden farklı bir şey yapmak istediklerini söylüyorlardı. Ben grupların değişiklik yapıp yenilenmelerini her zaman heyecanla karşılarım ama bu daha iyi bir yöne gittiklerinde olumlu sonuç verir. Daft Punk, daha öncekilerden sound olarak daha farklı bir albüm yapmış ama bu olumlu olmamış. Dans müziğini bugünlere getiren değişik türlere atıf yapan karışık bir sound var albümde ama bütününde düzenlemeler yaratıcı değil. Ara ara şarkıların içinde dikkat çekici bölümler olsa da, bir süre sonra bunlar kendini tekrarladığı için sürüklemiyor.

Bu albümde farklı olarak gerçek müzisyenlerle çalışmış Daft Punk. Albüme katkıda bulunanlara baktığımızda Chilly Gonzales, Panda Bear, Julian Casablancas, Todd Edwards, DJ Falcon, Nile Rodgers, Paul Williams, Pharrel Williams ve en önemlisi efsane disco prodüktörü Giorgio Moroder gibi büyük isimleri görüyoruz. Sample’ların yerini RAM’de gerçek müzisyenlerin vokali almış. Bu vokaller içinde hiçbirisi ruhuma dokunmadı; üzerinde oynanmış robotlaştırılmış olanların söylediği basit şarkı sözleri olmasa da olabilirdi. Bir tek “Giorgio by Moroder” adlı şarkı, Giorgio Moroder’in hikayesini dinlemek açısından ilginçti. Bu arada bilinmesi gereken şey, Moroder, prodüksiyona karışmamış, sadece hikayesini konuşur gibi anlatmış. Keşke karışsaydı demekten alamadım kendimi...

Klarnet, çelik üflemeliler, piyano, gitar, davul, yaylılar ve koronun da gerçek müzisyenlere katılmasıyla Daft Punk için sıradışı bir albüm olmuş RAM. Fütüristik, yüksek tempolu dans müziği soundu yerine, moody, çoğunlukla hiç de dansa elverişli olmayan bir sound ile karşı karşıyayız. Gerçek müzik aletlerinin ve müzisyenlerin işin içine katılması iyi ama ben onların katılmasından dolayı soundun canlandığını görmedim. Bir süredir Daft Punk elemanları, EDM’i bu albümle sarsmak istediklerini, bu türün kriz içinde olduğunu ve enerjisi olsa bile derinliği olmadığını söylüyordu. Bugünlerde medyada bazı yorumlarda da dans müziğini bu albüm kurtaracak deniyor. Ne yazık ki Daft Punk’ın insanlarla çalışması ve gerçek enstrümanlar kullanması, aradığı derinliği sağlamamış. Umarım bundan sonra başarırlar bunu. Ama şunu da söylemeden edemeyeceğim. EDM’in geleceği Skrillex’in müziği ve RAM gibi olacaksa ben almayayım; The Future Sound of London, Orbital ve The Chemical Brothers yeter bana. Yeniye her zaman açığım ama bir şeyin daha iyisi varsa neden illa yenisinin peşine takılayım? 

Gösterilen tepkilere bakılırsa; RAM genel olarak epey beğenildi. Ama bence soru şu: EDM, hem kitlelere daha yakın durup hem de gerçekten sınırları zorlayabilir mi? Şimdilik benim için RAM, yılın en fazla abartılan albümü olarak tarihe geçebilir. 

Bu arada RAM'ın sıkıcı havasını Donna Summer'dan "I Feel Love"ı dinleyerek dağıtıyor ve Giorgio Moroder'ı şükranla anıyorum. İyi disco müziğini kim sevmez?


-


15 Mayıs 2013 Çarşamba

NICK CAVE ADLI FANTASTİK BİR DÜNYA




55 yaşında, yaklaşık 40 yıldır sahnede, besteci, yazar, senarist, oyuncu... Birisine tanımadığı bir insanı bu şekilde anlattığınızı düşünün. Büyük olasılıkla daha adını bile duymadan etkilenecektir. Ama gelin görün ki, sözünü ettiğiniz o sanatçı Avustralyalı alt-rock ikonu Nick Cave bile olsa, hâlâ her konserde sahneye çıkmadan önce içinde bir korku yaşıyor, ne zaman bir albüm yayınlasa insanların o kadar da iyi olmadığını düşünecekleri endişesini taşıyor. Herkes Nick Cave and the Bad Seeds’in birkaç ay önce çıkan yeni albümü “Push the Sky Away”e övgüler yağdırırken, o, bu tür bir ruh haline giriyor. 

Dünya turnesini sürdüren Nick Cave ve grubunu geçen ay New York konserinde izlemeye giderken aklımda bunlar vardı. Ben koltuğuma oturup mutlulukla sahneye bakarken, aynı sahnenin tam ortasında durup bütün dikkatleri üzerinde toplayan müzisyen neler hissediyor olacaktı? Duygularının dışavurumu Beacon Theater’ı tıklım tıklım dolduran izleyicilere nasıl geçecekti? Konserde müziği dinlerken, bir yandan da bu gözle inceledim Nick Cave’i.

Beklenen an gelip de karşımızda grubuyla birlikte onu gördüğümüzde, bir süre dinmeyen çığlıklara maruz kaldı kulaklarımız. İnce uzun endamı, heybetli duruşu, sert bakışları, ölene kadar boyayacağını söylediği simsiyah saçları ve üzerindeki jilet gibi takım elbiseyle sahnede estirdiği karizma mıydı o etkiyi yaratan? The Guardian’ın mart ayında yayınladığı 50 yaşın üzerinde en iyi giyinen ünlüler listesinde yer alıyor Nick Cave. Tarantino gangsterlerinin tarzına sahip, dünyanın tek “chic goth”u diye tanımlamışlar onu. O kadar çarpıcı bir dış görüntüsü olmasa, romantik şair ruhu yine de aynı çığlıkları duymamıza neden olmaz mıydı? Bariton sesi kalbimizde sarsıntılar yaratıp, bizi garip bir şekilde ona çekmez miydi? Çekerdi elbette, en azından benim için öyle...

Ancak ilginç olan, bunca yeteneğe ve böyle bir karizmaya sahip olan sanatçının hâlâ insanların onda beğenilmeyecek bir yan bulacağından endişe duyması. Bir röportajında, kendine güvensizliğinin arkasında üniversiteyi tamamlayamamasının da etken olduğunu söylemişti. Ancak sanat eğitimi alırken bitiremediği o üniversite, 30 yıl sonra kendisine onursal doktora ünvanı verdi. Bunu annesine söylediğinde, 85 yaşındaki ağırbaşlı kadın, “Başını dik tut ve siktir et gerisini!” diyerek kendisinden hiç beklenmeyen bir küfür sallamış. 

Birçok kişinin tanrılaştırdığı bir sanatçının da, bir zamanlar bazı alanlarda başarısız olmuş olabileceğini düşünmeyiz genellikle. O bizim için bugün gördüğümüz haliyle kalıplaşmış bir efsane gibidir aslında. Beacon Theater’da sahnede gördüğüm Nick Cave, bütün kontrolü elinde tutan büyük bir profesyoneldi. Çocuklardan oluşan Harlem Voices adlı koroyu yönlendirdi, şarkıları seslendirirken eğilip en öndekilerin gözlerinin içine dik dik baktı, söylediği sözleri teatral bir şekilde yorumladı. Uzun bacaklarını açıp havaya tekmeler savurdu, bedenini özgür bıraktığı çeşitli dans figürleri sergiledi, zaman zaman sanki bir vaiz gibi ellerini iki yana açıp olabildiğince gür sesiyle inletti salonu. Aşk, din, ölüm, kader, kurtuluş ve Tanrı üzerine düşüncelerini yansıtan şarkılarını söylerken, hissettiklerini bedeniyle de destekliyor, sahnenin bir yanından diğer yanına savuruyordu kendisini. 

UYUŞTURUCU SARMALINDAKİ KAOTİK HAYATTAN SAKİN AİLE BABALIĞINA 

Hiç kuşkusuz 1970’lerin öfkeli The Birthday Party döneminden beri canlı performansı en güçlü müzisyenlerden birisi Nick Cave. O günlerden bu yana, David Bowie ve Johnny Cash’ten aldığını söylediği ilk ilhamı dönüştürüp kendisini geliştirmeyi bildi. The Birthday Party, gitarist Rowland Howard ile Cave arasındaki anlaşmazlık ve uyuşturucu bağımlılıkları yüzünden 1983’te dağılınca, aynı yıl multienstrümantalist Mick Harvey ve gitarist Blixa Bargeld ile birlikte The Bad Seeds’i kurdu. Grup bugüne kadar varlığını başarıyla sürdürdü ama önce kurucu üyelerden Blixa Bargeld 2003’te, ardından da 2009’da 25 yıl sonra Mick Harvey ayrıldı. 

Cave, 2000’li yıllarda bu kez Grinderman adlı garage rock grubunu kurdu. Multienstrümantalist, besteci Warren Ellis’i de yanına alarak başlattığı Grinderman, kendi ifadesine göre The Bad Seeds’e atılmış bir bombaydı; karınıza geri dönüp bir dönem metresinizin olduğunu itiraf etmek gibiydi. Çok yıkıcı da olabilecek bir gelişmeydi ama aksi oldu; grupta belli bir rahatlama sağlamıştı Grinderman. Çünkü The Bad Seeds söz konusu olduğunda üzerinde hissettiği baskıyı Grinderman’de hissetmedi Cave. “Grinderman’le utanacağımız bir iş yapsak da, berbat bir albüm yayınlasak da olur ama The Bad Seeds ile olmaz,” diyordu.
 
Cave’in müzik hayatındaki bu gelişmelerle birlikte özel hayatında da değişiklikler oldu. Eski yılların uyuşturucu sarmalındaki hırçın günleri de, Blixa Bargeld ile paylaştığı kaotik sahne de geride kaldı. Artık içki de sigara da içmiyor. Avustralyalı ozan şarkıcı Anita Lane ile 80’lerin ortasında biten ilişkisinden sonra Brezilyalı gazeteci Viviane Carneiro ile tanışıp, bir çocuk sahibi oldu. 1990’larda PJ Harvey ile "The Boatman's Call" gibi gelmiş geçmiş en romantik albümlerden birine ilham veren bir ilişki yaşadı. Bir süre adı Kylie Minogue ile anıldı; birlikte unutulmaz "Where the Wild Roses Grow" adlı düete imza attılar. Ama en nihayetinde 1997’de modellik yapan Susie Bick ile karşılaştı, 1999’da evlendiler, ondan da ikiz erkek çocuk sahibi oldu. 

Depresyonlu günlerini Brezilya’da geçirdiği dönemde aştı, şimdi çocuklarına düşkün bir aile babası. Melbourne, Londra, Berlin, New York, Brezilya şeklinde süren yerleşim yeri zincirinin son durağı şimdilik Brighton. 

2011’de Grinderman’i dağıtıp, hem palabıyığını hem de gürültülü soundu geride bırakarak The Bad Seeds ile daha sakin sounda döndü ama onunla ilgili değişmeyen şeyler de var: Hâlâ eskisi kadar huysuz, çok verimli ve yaratıcı. 

Kısa bir süre önce Twitter üzerinden hayranlarının sorularını yanıtladığı röportaj, aksi kişiliğini bir kez daha ortaya koydu. Gerçi bir zamanlar röportajın ortasında gazeteciye yumruk atan ve “Scum” adlı şarkısında NME yazarı Mat Snow’u kendisine “kötü ruhlu cüceyi hatırlatan pislik” olarak niteleyen birisi için, Cave’in artık biraz daha olgunlaşıp durulduğunu söylemek yanlış olmaz. Ters yanıtlar verse de yumruk atmıyor en azından. Yanlış anlaşılmasın; bunları onu olumsuz yönde eleştirmek için değil, onun karakterinin bir parçası olduğu için yazıyorum. Cave, kişiliğine ihanet edip sempatik görünmeye çalışsa, ben hiç memnun olmam. 

ŞARKILARLA ÇIKILAN GERÇEKÜSTÜ SEYAHATLER

Aşırı uçları bünyesinde toplayan bir yapısı var Nick Cave’in. New York konserinde çığlıklar atıp haykırırken bir an geldi oturdu piyanosunun başına “Love Letter”, “People Ain’t No Good” gibi eski baladları sakince ve dokunaklı bir sesle söyledi. Sonra aniden kalktı yerinden, yeni albümdeki “Jubilee Street”i olabildiğince vahşi bir tonda kendini yıpratarak yorumladı; şiddet, seks, yeniden doğuş ve günah vardı şarkının özünde. Hayalindeki bir sokakta yaşanan utançları anlatırken hem bizi hem kendisini oraya götürdü. Ben Jubilee adlı sokağı konserde gördüm. O şarkı sırasında Nick Cave’in kendinden geçercesine dans edişini hiç unutmayacağım. Ne zaman “Jubilee Street”i duysam, Nick Cave ile o sokakta yürüyor olacağım.

Görsel olarak dış dünyada var olmayan olgular hakkında şarkı yazmakta zorlandığını söylüyor Nick Cave. Belki de bir zamanlar ressam olmak isteyip olamadığından, imajlara karşı açık bir düşkünlüğü var. Bütün ilhamını gördüklerinden, yaşadığı olaylardan alıyor ve onları o güzel kafasının içinde evirip çevirip yeni bir hale sokuyor. Sadece şarkılarını yazarken değil, onları sahnede seslendirirken de olabildiğince o görselliği yaşamak istiyor.

New York konserinde “Stagger Lee”yi söylerken şarkıda anlatılan bardaki kadını canlandırsın diye kalabalığın içinden 30’lu yaşlarında birisini sahneye çıkardı. Cave, “Kadın bardan çalımla yürüyüp eteğini yukarı çekti, Stagger Lee ile flört etmeye başladı,” dediğinde, izleyici kadın elinden geleni yaptı ama ne kıyafeti ne de kolundaki çantası şarkıdaki kadının çalımını canlandırmaya uygundu. Benim açımdan bu sahneyi izlemek gereksiz bir dikkat dağıtma nedeni oldu ama Nick Cave o sırada 19. yüzyılda Ortabatı Amerika’da yaşayan kadın tüccarı Stagger Lee ruhuna bürünmüş gibiydi.

Gerek müzik gerekse edebiyat alanında olsun, yazdığı her materyalde görüldüğü gibi, bizi kendi özel evreninde gerçeküstü bir seyahate çıkarıyor Cave. Örneğin, The Bad Seeds’in 1986 albümündeki “Hard On for Love”da, Tevrat'tan bir ilahiyi (Psalm 23) alıp pornografik bir nitelik taşıyan şarkı sözleriyle kullanır. 2009’da yayımlanan ikinci romanı “The Death of Bunny Munro”, karısı intihar eden orta yaşlı, hovarda bir kozmetik ürünleri satıcısının sapkın eğilimlerine, dejenere olmuş yaşantısına ve ahlaki çöküşüne tanık eder okuyucuyu. 

YARATICI İMGELEM, KUTSALLIK, TANRI

Kara komedi ile absürd olayları, gerçek dünya ile ruhani dünyayı organik bir şekilde harmanlama yeteneği var onda. Bir dönem Hıristiyan olduğunu söylüyordu ama artık dindar ya da Hıristiyan diye nitelemiyor kendisini; sadece Tanrı’nın varlığına inandığını, şarkılarında kutsal kavramının yer aldığını belirtiyor. Ancak bir yandan da Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda izi bulunan Higgs bozonuna atıf yapan “Higgs Boson Blues” isimli bir şarkı yazıp, bunu farklı bir konsept için kullanıyor. Nick Cave’in aklının nasıl çalıştığını anlamak adına bu şarkıyı mercek altına alacağım.

Adına bakıp şarkının sadece Tanrı parçacığı hakkında olduğunu sanabilirsiniz ama öyle değil. Çünkü söz konusu olan Nick Cave; hem dile çok hakim hem de içinde bin bir çeşit fikir dolanan yaratıcı bir beynin sahibi. Şarkıyı dinlediğimizde, 27’ler Kulübü’nün üyelerinden Amerikalı blues şarkıcısı Robert Leroy Johnson’ın sırtında 10 dolarlık bir gitarla melodi peşinde dolaştığını, Martin Luther King’in Memphis’te vurulduğunu, Amerikalı şarkıcı-oyuncu Miley Cyrus’un Los Angeles’ta bir havuzda salındığını ve kendisinin de Cenevre’ye doğru yol aldığını duyuyoruz.

Bütün bunları nasıl bir araya getirmiş olabilir? Hikayenin çıkış noktası çok basit ama gelişimi karışık. Çocuklarını Madame Tussauds Müzesi’ne götürmüş Nick Cave. Çocuklar, orada Miley Cyrus heykelini görünce koşup ona sarılmış. “Bakın yan odada Kleopatra kılığında Elizabeth Taylor var,” demiş ama “O kim?” yanıtını almış. O anda yanlış giden bir şeyler olduğunu düşünmüş. Miley Cyrus’a karşı kişisel olarak herhangi bir kötü düşüncesi olmasa da, toplumda yaşanan çöküşü simgeleştirmek için onun popüler kültürdeki imajından yararlanmış. 

Şarkıya “Higgs Boson Blues” adını vermesi elbette manidar. Ölüm nedeni bilinmeyen Robert L. Johnson hakkında yayılan efsaneye göre, Johson blues müziğini yaratabilmek için şeytanla ruhu karşılığında Faust’u hatırlatan bir anlaşma yapmış. Bu ruhani yıkımla Tanrı’nın varlığını sorgulatan bilimsel gelişme ve modern toplumların gidişatını ilişkilendiriyor Cave; ona göre bunlar aşırı durumlar. “Gerçek aşk şarkısı, Tanrı için yazılmıştır,” demişti bir zamanlar. Kendi ifadesiyle 1970 ve 80'lerde Tevrat'la daha yoğun ilgiliyken, 90'larda İncil'e eğilmiş, dünyaya karşı daha sıcak hisler beslemeye başlamıştı.  Ancak onun Tanrı anlayışı, çocukluğunda kilise korolarında şarkı söylerken tanıştığı ortodoks, despotik anlayıştan uzak. Yaratıcı imgelemin ortaya çıkması ile kutsallık kavramı arasında oldukça sofistike bağlar kurduğu açık. 

Aslında bütün yaptığı, mart ayında Austin’deki SXSW festivalindeki söyleşisinde dile getirdiği gibi, “absürd, büyülü, dönüşebilen, gerçeğinden farklı, özel bir Cave dünyası” hayal etmek. Bu şekilde çevresindeki sevdiği insanlara yakınlaştığını, şarkıların içinde yer alan eşi Susie’yi gerçek hayattaki halinden daha iyi tanıdığını söylüyor. “O şarkılarla kendimi eşime lehimliyorum,” diyor.

Bence dinleyecileri de aynı şarkılarla kendisine lehimliyor. Ancak şarkılar ve konserler bizi Nick Cave’e yakınlaştırsa da, aslında gerçek hayattaki Nick Cave’i tanımıyoruz. Avustralya’nın küçük bir kentinde, yerel bir okulda İngilizce ve matematik dersleri veren öğretmen bir baba ile o okulda kütüphaneci olarak çalışan bir annenin oğlu olarak doğduğunu, kamuoyuna yansıyan ilişkilerini ve röportajlarda söylediği düşüncelerini biliyoruz, o kadar. Ama bana sorarsanız, bize müziğinden yansıyan Nick Cave, kocaman fantastik bir dünya.

*Vogue Türkiye'nin Mayıs 2013 sayısında yayınlanan yazıdır. 

_

14 Mayıs 2013 Salı

Vegan Logic XXI - Brian Eno Özel - 13.05.2013



13.05.2013 tarihinde Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic XXI - Brian Eno Özel programının şarkı listesi ve kaydı.

Mixcloud üzerinden dinlemek için:




Archive.org üzerinden dinlemek için:





1- Brian Eno - King’s Lead Hat (Before and After Science)
2- Brian Eno - Stiff (My Squelchy Life)
3- Brian Eno Speaks 
4- Brian Eno - Spirits Drifting (Another Green World)
5- Brian Eno - Karl Hyde - Beebop Hurry (A Collection)
6- Brian Eno & Peter Schwalm - Like Pictures Pt. 2 (Feat. Laurie Anderson / Drawn from Life)
7- Brian Eno Speaks
8- Brian Eno & Harold Budd - Their Memories (The Pearl)
9- Brian Eno - Force Marker (Heat soundtrack)
10- Brian Eno, Leo Abrahams & Rick Holland - Dust Shufle (Small Craft on a Milk Sea)
11- Brian Eno & Rick Holland - If These Footsteps (Panic of Looking)
12- Brian Eno & Rick Holland - Cloud 4 (Drums Between the Bells)
13- Brian Eno - Little Slicer (77 Million Paintings)
14- Brian Eno - Cold (77 Million Paintings)
15- Slowdive & Brian Eno - Sing (Souvlaki)
16- James Blake - Digital Lion (Feat. Brian Eno / Overgrown)
17- Brian Eno & David Byrne - Mea Culpa (My Life in the Bush of Ghosts)





8 Mayıs 2013 Çarşamba

Gitara fark katan bir virtüöz: Kaki King


Dün akşam Akbank Sanat Gitar Günleri kapsamında gitarist ve besteci Kaki King'i izledim. 33 yaşındaki Amerikalı müzisyen, 2008 yılında Türkçe yayınlanan Rolling Stone dergisinin ikinci yaşgününü kutladığı geceye de konuk olmuştu. O sırada kendisiyle röportaj yapsam da konserine gidememiştim.

Bir zamanlar metro istasyonlarında gitar çalarak hayatını kazanan Kaki King, sonunda Rolling Stone dergisinin '20 Yeni Gitar İlahı' listesine girmeyi başarmış bir isim. Dave Grohl, birkaç yıl önce ondan "Şu anda dünyanın büyük gitaristi," diye söz ediyordu. Dördüncü albümü "Dreaming of Revenge"i yayınladığı sırada Foo Fighters'la turneye çıkan genç müzisyen, "Ballad of the Beaconsfield Miners" adlı şarkının kaydında gruba eşlik de etmişti. O günlerden bu yana 2 stüdyo albümü ve iki de EP daha yayınladı. Gecen yıl çıkan "Glow" albümünden sonra İstanbul'a yeniden gelmesi sevindiriciydi.

Öncelikle şunu söylemek isterim ki, İstiklal Caddesi'ndeki Aksanat'ın içindeki konserlerden büyük zevk alıyorum. Geçen aylarda Fazıl Say'ı da orada dinlemiş ve büyük bir huzurla ayrılmıştım binadan. Oradaki konserlerden o kadar keyif almamın nedeni, fazla geniş olmayan boyutu ve oturmalı düzeni. Bu özellikleriyle, klasik müzik ve akustik solo konserler için çok uygun bir ortam sağlıyor. Gerçekten müzik dinlemek isteyenler geliyor oraya. Sessizce oturuyoruz, 1.5 saat susup sadece müzik dinliyoruz. O 1.5 saatin sonunda da insan kendini çok dinlenmiş hissediyor.

Aksanat konserlerinin bir diğer olumlu tarafı da, konser saatinin 20.00 olarak belirlenmesi. Kaki King de, dün akşam, caddelerden duyulan kornaların, ambulans sirenlerinin arasında bize bir sığınak olan Aksanat'ta tam 20.00'da sahnedeydi. Salona kadar gelen sesler, onun hoşuna gitmişti; İstanbul'a Portekiz'den geldiğini ve oradaki yavaş hayattan sonra bir New Yorklu olarak aradığı heyecanı burada bulduğunu söyledi. Eminim o sırada birçok kişi, "Ah bir bilsen Beyoğlu'nun başına gelenleri, nasıl burada her gün insanların biber gazı yediğini..." diye geçirmiştir. Ama İstanbul'a turist gibi gelip kısa süre kalan müzisyenler, özel olarak ilgili değillerse, kentin başına gelenleri bilmiyorlar; Blixa Bargeld gibi Kaki King de o anda mutlu olduğunu söylemek istemişti sadece...

Sahneye konulan bir iskemlede oturup tek başına konser veren müzisyen görüntüsü bana hep Caetano Veloso'yu hatırlatır. Kaki King, bir kadın olsa da, yaptıkları müzik farklı olsa da, bana yine onu hatırlattı. Lap steel, 7 ve 12 telli akustik gitarlar olmak üzere üç farklı gitarı vardı sahnede. Enstrümanına son derece hakim bir virtüöz olduğu daha ilk dakikalardan belli olan, kendine özgü çok çarpıcı bir tarz yaratan özel bir gitarist Kaki King. Gitarı aynı zamanda perküsyon alarak da kullanıyor; tekniği öyle zengin bir sound yaratıyor ki, yeri geliyor sanki gözlerinizi kapasanız birkaç kişilik bir grubu dinliyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Gitar sapının üzerindeki klavyede ve gövdesi üzerinde yaptığı ince oyunlar, alışık olmadığımız birçok farklı ses çıkarıyor ve bunları yaparken hiç pedal, efekt kullanmıyor.

Dün akşamki konsere geçen yıl çıkan "Glow" adlı albümünün açılış parçası "Great Round Burn" ile başladı Kaki King. Konser boyunca çaldığı 13 şarkının 8'i de o albümdendi. Şarkıları sunarken kendi hayatı, gezip gördügü yerler ve rastgele günlük konular hakkında esprili yorumlarda bulundu. Mesela üçüncü albümü "...Until We Felt Red"den "Jessica"yı çalmadan önce, o şarkıyı bir zamanlar tanıyıp ilişkiye girdiği bir Jessica için yazdığını ve yıllar sonra da başka bir Jessica ile evlendiğini anlattı. Şu anda eşi olan Jessica da hemen yanımızda oturuyordu, ona gülerek baktı; zaten konser boyunca karşılıklı flört halindeydi ikili. İşin ilginci, evlendiği Jessica'yı bulana kadar 11 tane Jessica tanımış olabileceğini anlattı.



2010 tarihli "Junior" hariç diğer albümlerini birer, ikişer şarkıyla da olsa andı. Sahnede belki Amerikalı olmanın, belki de artık seyirci ile yakın bir ilişki kurmaya alıştığı için çok rahattı Kaki King. "Konser sonrasında albüm de imzalarım, fotoğraf da çektiririm ne isterseniz yaparım," dedi. Müzisyen olmanın zorluklarını anlatırken söylediği bir şey çok doğruydu. İstanbul'dan aktarmalı olarak Singapur'a ve oradan da Avustralya'ya gidecekmiş. Normal bir insan gibi yatağa girip uyuması için perşembe akşamını beklemesi gerekeceğini söylerken şikayetçi değildi. Kendisini para kazanmak için seyahat ediyor gibi düşünüyormuş, yani sürekli seyahat halinde olmanın zorluklarına dayanması karşılığında para aldığını varsayıyor. Buna karşılık sanat ve zevk için de konser veriyor. "Yapabildiğim tek işle hayatımı sürdürmemi sağladığınız için teşekkür ederim," derken, bunu çok yürekten dile getirdiği belliydi. Gerçekten de insanın yapmayı istediği tek işi yapabilmesi ve onunla hayatını sürdürmesi, çok büyük bir tatmin ve mutluluk kaynağı. Bir dönem metroda müzik yaparak para kazanmaya çalışan bir müzisyenin duyarlılığı da yatıyordu o sözlerin arkasında.

Gitarın tellerine dokunurken yarattığı akıcı soundu, ayağına bağladığı zil ve topuklarını yere vurarak çıkardığı seslerle de destekledi zaman zaman. Kıvrak melodileri çok etkileyici bir ustalıkla çalmasının yanında, mükemmel bir ritim duygusuna da sahip olduğu açık. Rolling Stone haklıydı; dün akşam gitarın en yeni ilahlarından birisini dinlediğimiz kesindi. Bis için geri geldiğinde, "Bunun gelenek olmadığı bir yer bulmam gerek," dedi. Geri geleceğini herkes bilse de gitmek, şovun bir parçasıydı ve Kaki King, şov yapamayacak kadar doğaldı. Son albümünden "The Fire Eater"ı çalıp, İstanbul'a tekrar gelmek istediğini söyleyerek sahneden mutlu ayrıldı. Gitarın farklı boyutlarını gösteren, çok etkileyici bir performanstı.

Setlist: Great Round Burn - Bone Chaos in the Castle - Holding the Severed Self - Doing the Wrong Thing - Cargo Cult - Kelvinator, Kelvinator - Streetlight in the Egg - Fences - Jessica - Carmine St. - Magazine - King Pizel // The Fire Eeater

(Fotoğraflar ve video bana aittir.)

-

7 Mayıs 2013 Salı

Vegan Logic Depeche Mode Özel Programının Şarkı Listesi




Dün akşam (6.5.2013) Dinamo FM'de canlı yayınlanan ama teknik bir aksaklık sonucu kaydedilemeyen Vegan Logic Depeche Mode Özel programının şarkı listesi:

1- Stjärna (Little 15 single- 1988)
2- Never Let Me Down Again (Aggro mix) / (bonus track -Music for the Masses- 1987)
3- In Chains (Alan Wilder remix) / (Remixes 2: 81-11 -2011)
4- Breaking the Fumes ( bonus track- Black Celebration -1986)
5- Policy of Truth (Violator - 1990)
6- Useless (Ultra -1997)
7- Nothing's Impossible (Playing the Angel - 2005)
8- Broken (Delta Machine - 2013)
9- The Bottom Line (Ultra - 1997 )
10- In Your Room (Songs of Faith and Devotion - 1993)
11- Walking in My Shoes (Songs of Faith and Devotion -1993)

-




5 Mayıs 2013 Pazar

Savages - Silence Yourself (Pop Noire /Matador)



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 5 Mayıs 2013


Herhalde müzik dünyasında son ayların en çok konuşulan gruplarından birisi Savages. Ama konuşulmasının nedeni, ne bir magazin olayı ne de reklam sonucu; çıkış albümleri “Silence Yourself”, tahminlerin de ötesinde iyi. 

Benim bu Londralı genç grupla tanışmam, Ekim 2011’de kurulduklarından birkaç ay sonrasında oldu. Bir canlı performanlarının internette yayınlanan videosunu izledim. Londra’da Shacklewell Arms’ta Pop Noire Records’ın düzenlediği bir tanıtım gecesinde sahneye çıkıp yeni albümde de yer alan “City’s Full”u çalmışlardı. O videoyu izlediğim an etkilendim ve o günden beri de grubu adım adım izliyorum. Geçen yıl ekim ayında Londra’da Elecktrowerkz adlı mekanda ilk kez canlı dinledim Savages’ı. O güne kadar yayınladıkları EP’lerden ve videolardan dinlediğim şarkıların sahnede yaratılışına tanık oldum. Olağanüstü iyi bir performanstı. Dört kadın müzisyen, kalabalığı tam anlamıyla avucunun içine almış, ‘kendinize gelin, çevrenizdeki duvarları yıkın ve özgürleşin’ dercesine bir tutkuyla çalmıştı.

Benim müzik yazılarımı okuyanlar fark etmiştir; bir grupta, müzisyende en çok aradığım özellikler tutku ve dürüstlük. Bunları şarkılarında, dünyaya bakış açılarında bulamazsam, kendimi yakın hissetmiyorum o müziğe. Savages’ın müziğinde hem aradığım dürüstlüğü hem de tutkuyu buldum. Uzun zamandır ilk albümüyle, ilk canlı performansıyla beni bu kadar çarpan olmamıştı.


Peki Savages neyi, nasıl söylüyordu ki bu kadar etkiledi? Şarkılarındaki ana tema, bireyin yaratıcı anlamda ve cinsel hayatta özgürleşmesiydi. Londra’daki konserlerinde aldığım “I Am Here” plağının üzerinde şöyle yazıyor: “Modern dünyada, insan, hayatını ısrarla pratik zorunluluklara ve hayal gücünü de köleliğe terk ediyor. Manipülasyonlar ve korkular, korkuyla yaratılan manipülasyon, asırlık esaretlere ve onaylanmış baskılara karşılık veren genç, akıllı ve radikal insanlara yöneltiliyor. Yaşlı kuşaklar onları uyarmıyor; her biri kendisini anlatıyor. Hepsi nasıl yediklerini, nasıl uyuduklarını, nasıl büyük orgazmlar, çocukluklar yaşadıklarını ve büyük hayalleri olduğunu anlatıyor. Çünkü dürüst hayat, sessizliğin, normalitenin ve sıkıcı bir kibrin olduğu hayat olarak tanıtılıyor. Sanat yavaş yavaş etkisizleştiriliyor. Aşk ise bir ayrıcalık. Başarılı olmak istiyorsak, yaratıcı gençliğimizin en parlak evresinde, çenemizi kapatmamız ısrarla tavsiye ediliyor.”

Bu sözlerden de anlaşıldığı gibi, Savages’ın müziğinde toplum tarafından dayatılan baskılara direniş var, post punk sounduyla çok iyi uyum sağlayan bir öfke var. Grubu ilk kez duyanların aklına hemen Siouxsie and the Banshees, Joy Division, Bauhaus ya da Jesus and Mary Chain gelmesi de tesadüf değil. Savages zaten 70’lerin sonu ve 80’lerin başında egemen olan post punk soundundan esin aldığını yadsımıyor; “Silence Yourself” adlı ilk albümlerini dinlediğinizde, adeta bir döngü yaratırcasına insanı içine çeken gitarlar ve güçlü davul soundu çok belirgin. Buna ek olarak, vokalist Jehnny Beth’in yazdığı vurucu sözlerle buluşan kararlı sesi de devreye girince, baskıyı defetmeye aday olan o karanlığın pençesine gönüllü atlıyorsunuz.


Bu yıl SXSW için Teksas’a giderken Savages’ı orada da izlemeyi ve röportaj yapmayı aklıma koymuştum. Sonuçta grubu Austin’de iki kere daha izledim ve röportaj yaptım. (Okumak isteyenler için link: http://zulalmuzik.blogspot.com/2013/03/savages-sokakta-olani-sahneye-yansitmak.html
) Orada da bana söyledikleri gibi, sokakta olanı sahneye taşımak istiyorlar; toplum kuralları, manipülasyon, yaratıcılığın korkularla öldürülüşü, özgür yaşanamayan cinsellik, onların şarkılarında altını çizdikleri konular. 

Röportajda vokalist Jehnny Beth, İngiliz müzik sahnesinde her geçen gün artan ama politik olarak hiçbir şey söylemeyen gruplardan yakınmış, artık yeter diyerek grup kurma isteğini anlatmıştı. Savages’ın müziğindeki politik mesajlar, doğrudan politikacılarla ilgili değil; toplum, medya ve genel olarak modern dünyada birey üzerinde kurulan baskılar hakkında. Çok sevdiğim eski post punk soundunu başarıyla sürdürmelerinin yanında, bunları cesaretle dile getiren ender gruplardan biri olmaları da onları ciddiye almam için bir nedendi. 

SXSW’dan sonra New York’ta da grubu yakalayınca fırsatı kaçırmadım. Bowery Ballroom’daki o konserde ön grup olarak No Bra’yı seçmeleri, Savages’ın kendilerini izleyenlere verdiği bir mesajdı. Yerleşmiş cinsiyet tanımları, kadın ve erkeğin toplumda ve yatak odalarında önceden belirlenen rolüne bir karşı çıkıştı No Bra’nın performansı, Savages için de mükemmel bir açılıştı. 

Röportaj yaptığımda henüz albüm çıkmamıştı ama ismini açıkladıkları ilk gazeteci ben oldum. “Silence Yourself”, grup için ilginç bir isim dedim kendilerine, güldüler. Elbette bu isimle ne kastettiklerini tahmin ediyordum; ‘I Am Here’ plağının üzerinde yazanlarla aynı paralelde olmalıydı. Nitekim albümün açılışını John Cassavetes’in 1977 yapımı ‘Opening Night’ adlı filminden bir sahnedeki diyalog yapıyor. Yaşlanmakta olan bir Broadway oyuncusunun bunu kabullenmekte direnişi ve yaşadığı sarsıntıyı anlatan film, kurallara uymak istemeyip bu uğurda mücadele eden ana karakteriyle Jehnny Beth’i etkilemiş. 


Albümün kapanış şarkısı ‘Silence Yourself’in sözlerinde “Dünya eskiden sessizdi ama şimdi çok fazla ses var. Sürekli olarak ilgiyi dağıtan bir gürültü var. Dikkatinizi ne uygunsa ona çekiyor ve kendiniz hakkında olan biteni unutturuyor. Odaklanırsanız ulaşılmanız zorlaşır, dikkatiniz dağıtılırsa size ulaşabilirler. Belki de her şeyi parçalayıp dağıtarak yeniden kurmalıyız’ diyorlar. Bazen toplumda maruz kaldığımız ortamın saçmalığı öyle bir hal alıyor, etrafımızı öyle bir kakofoni sarıyor ki, gerçeklere ulaşmak için hepsine kapıyı kapatmak gerekiyor. Modern insan, başta televizyon ve diğer medya olmak üzere toplumun çoğunluğu tarafından uygulanan büyük bir manipülasyonun etkisi altında. Bundan sıyrılmak, o yönlendirmeye kapılmamak için özel gayret sarfetmek gerekiyor. Savages’ın demek istediği bu; dayatılana boyun eğme ve o manipülasyona gelme diyorlar.

Gitarist Gemma Thompson’ın röportajda bana söylediği Cabaret Voltaire ve Dada etkisi bu noktada ortaya çıkıyor. Geldiğimiz bu noktaya varmayı engellemek için sanat ne yaptı? Günlük hayatta olan biteni, yaşanan sorunları anlatmak için onları müziğe yansıtma fikriyle hareket ediyor grup. Sosyal ve politik meseleleri var ve onları şarkılarıyla aktarıyorlar. “Aşk şarkısı yazmak istemedim,” diyor Jehnny Beth. Pornografiyi, kadının da beklenmedik zevkler yaşayabileceğini göstermek ve romantik aşkın yarattığı beklentilenden sıyrılmak açısından esin verici bulduğunu söylüyor. “Hit Me” adlı şarkıyı yazarken de en sevdiği porno yıldızı Belladonna’dan esinlenmiş. “She Will” ise, bir kadının partnerini aldatmasıyla ortaya çıkan erotizmden alabileceği zevk ve acıyı konu ediyor. Bu şarkılardaki sözlerin sıradışılığı kadar dürüstlüğü de önemli. Cinsel konulara değinirken bayağılaşmadan özgürleştirici bir bakış açısını savunabilmek, herkesin yapabildiği bir iş değil. “City’s Full”da sevdiğinin kalçalarındaki çatlakları, gözlerinin kenarlarındaki kırışıklıkları sevdiğini söylerken de olabildiğince açık. 
Kapsamlı bir duygusal atmosfer yaratmaya yönelik, soundu sağlam, sahne için yazılmış şarkılar yaratmak istediklerini söylüyor grup elemanları. Savages’ın, kız ya da erkek arkadaşımızı, kocamızı, işimizi, erotik yaşantımızı ve hayatımızda büyük yer eden müziği farklı şekilde deneyimlemeye yönelik bir grup olduğunu söylüyorlar.


Gerçekten de Savages’ın şarkılarını albümden dinlemek güzel ama asıl unutulmaz olan konser deneyimi. Sahnedeki varlıklarını çok ciddiye alan, her türlü ayrıntıya özen gösteren ender gruplardan birisi. Onları dinlerken Ayse Hassan (bas) Gemma Thompson (gitarist), Faye Milton’ın (davul) yarattığı dinamik sound, öfkenin ve isyanın zeminini oluştururken, Jehnny Beth’in karizmatik duruşu tetikleyici oluyor. Ancak albümü evinizde dinlerken de sizi başından sonuna kadar içine çekiyor albüm, ilgi bir an düşmüyor. “Shut Up” ile tozu dumana katan bir açılış yaptıktan sonra o enerjiyi ayakta tutabilmek, başka bir grup için zon olabilirdi ama Savages bu işin altından alnının akıyla çıkmış. “Dead Nature”da iki dakika boyunca garip bas soundunu araya koymaları, ticari kaygıyı bir yana bıraktıklarının göstergesi. Geceyarısında insanlarıyla, sokaklarıyla uykuya dalmış kentin sesini albüme koymak istiyorsanız, o iki dakikanın albümde olması zorunlu. Sonuç olanak, albümde anlatılan meseleleri anlatmak için ne gerekiyorsa o yapılmış. Bu açıdan prodüktörlüğü üstlene Rodaidh McDonald ile Johnny Hostile’ı kutlamak gerekir. 

34 dakika boyunca içlerindeki öfkeyi ve değişim arzusunu dışarı vuran şarkılardan sonra, kapanışı “Marshal Dear” ile yapmaları, şaşırtıcı bir son olmuş. Jehnny Beth, bir yandan piyano çalıp bir yandan “Silence Yourself” diye tekrar tekrar bağırırken, klarnetin de eşlik etmesiyle, sanki deneysel bir caz grubunun albümü gibi bitiyor. Geleceğe dair bana en çok umut veren de bu şarkı oldu. Savages, mükemmel bir çıkış albümü yaptı ama bence bundan sonra da çok iyi işler yapacak. Manifestolarında dedikleri gibi belki daha hiç önce duyulmayan bir şey değil yaptıkları müzik ama nicedir içimize gömdüğümüz bir ateşi öyle bir yaktılar ki ortalığı alevler sardı. Yılın en heyecan verici albümlerinden birisi kuşkusuz. Sesini iyice açıp dinliyorum. 

-

Translate