55 yaşında, yaklaşık 40 yıldır sahnede, besteci, yazar, senarist, oyuncu... Birisine tanımadığı bir insanı bu şekilde anlattığınızı düşünün. Büyük olasılıkla daha adını bile duymadan etkilenecektir. Ama gelin görün ki, sözünü ettiğiniz o sanatçı Avustralyalı alt-rock ikonu Nick Cave bile olsa, hâlâ her konserde sahneye çıkmadan önce içinde bir korku yaşıyor, ne zaman bir albüm yayınlasa insanların o kadar da iyi olmadığını düşünecekleri endişesini taşıyor. Herkes Nick Cave and the Bad Seeds’in birkaç ay önce çıkan yeni albümü “Push the Sky Away”e övgüler yağdırırken, o, bu tür bir ruh haline giriyor.
Dünya turnesini sürdüren Nick Cave ve grubunu geçen ay New York konserinde izlemeye giderken aklımda bunlar vardı. Ben koltuğuma oturup mutlulukla sahneye bakarken, aynı sahnenin tam ortasında durup bütün dikkatleri üzerinde toplayan müzisyen neler hissediyor olacaktı? Duygularının dışavurumu Beacon Theater’ı tıklım tıklım dolduran izleyicilere nasıl geçecekti? Konserde müziği dinlerken, bir yandan da bu gözle inceledim Nick Cave’i.
Beklenen an gelip de karşımızda grubuyla birlikte onu gördüğümüzde, bir süre dinmeyen çığlıklara maruz kaldı kulaklarımız. İnce uzun endamı, heybetli duruşu, sert bakışları, ölene kadar boyayacağını söylediği simsiyah saçları ve üzerindeki jilet gibi takım elbiseyle sahnede estirdiği karizma mıydı o etkiyi yaratan? The Guardian’ın mart ayında yayınladığı 50 yaşın üzerinde en iyi giyinen ünlüler listesinde yer alıyor Nick Cave. Tarantino gangsterlerinin tarzına sahip, dünyanın tek “chic goth”u diye tanımlamışlar onu. O kadar çarpıcı bir dış görüntüsü olmasa, romantik şair ruhu yine de aynı çığlıkları duymamıza neden olmaz mıydı? Bariton sesi kalbimizde sarsıntılar yaratıp, bizi garip bir şekilde ona çekmez miydi? Çekerdi elbette, en azından benim için öyle...
Ancak ilginç olan, bunca yeteneğe ve böyle bir karizmaya sahip olan sanatçının hâlâ insanların onda beğenilmeyecek bir yan bulacağından endişe duyması. Bir röportajında, kendine güvensizliğinin arkasında üniversiteyi tamamlayamamasının da etken olduğunu söylemişti. Ancak sanat eğitimi alırken bitiremediği o üniversite, 30 yıl sonra kendisine onursal doktora ünvanı verdi. Bunu annesine söylediğinde, 85 yaşındaki ağırbaşlı kadın, “Başını dik tut ve siktir et gerisini!” diyerek kendisinden hiç beklenmeyen bir küfür sallamış.
Birçok kişinin tanrılaştırdığı bir sanatçının da, bir zamanlar bazı alanlarda başarısız olmuş olabileceğini düşünmeyiz genellikle. O bizim için bugün gördüğümüz haliyle kalıplaşmış bir efsane gibidir aslında. Beacon Theater’da sahnede gördüğüm Nick Cave, bütün kontrolü elinde tutan büyük bir profesyoneldi. Çocuklardan oluşan Harlem Voices adlı koroyu yönlendirdi, şarkıları seslendirirken eğilip en öndekilerin gözlerinin içine dik dik baktı, söylediği sözleri teatral bir şekilde yorumladı. Uzun bacaklarını açıp havaya tekmeler savurdu, bedenini özgür bıraktığı çeşitli dans figürleri sergiledi, zaman zaman sanki bir vaiz gibi ellerini iki yana açıp olabildiğince gür sesiyle inletti salonu. Aşk, din, ölüm, kader, kurtuluş ve Tanrı üzerine düşüncelerini yansıtan şarkılarını söylerken, hissettiklerini bedeniyle de destekliyor, sahnenin bir yanından diğer yanına savuruyordu kendisini.
UYUŞTURUCU SARMALINDAKİ KAOTİK HAYATTAN SAKİN AİLE BABALIĞINA
Hiç kuşkusuz 1970’lerin öfkeli The Birthday Party döneminden beri canlı performansı en güçlü müzisyenlerden birisi Nick Cave. O günlerden bu yana, David Bowie ve Johnny Cash’ten aldığını söylediği ilk ilhamı dönüştürüp kendisini geliştirmeyi bildi. The Birthday Party, gitarist Rowland Howard ile Cave arasındaki anlaşmazlık ve uyuşturucu bağımlılıkları yüzünden 1983’te dağılınca, aynı yıl multienstrümantalist Mick Harvey ve gitarist Blixa Bargeld ile birlikte The Bad Seeds’i kurdu. Grup bugüne kadar varlığını başarıyla sürdürdü ama önce kurucu üyelerden Blixa Bargeld 2003’te, ardından da 2009’da 25 yıl sonra Mick Harvey ayrıldı.
Cave, 2000’li yıllarda bu kez Grinderman adlı garage rock grubunu kurdu. Multienstrümantalist, besteci Warren Ellis’i de yanına alarak başlattığı Grinderman, kendi ifadesine göre The Bad Seeds’e atılmış bir bombaydı; karınıza geri dönüp bir dönem metresinizin olduğunu itiraf etmek gibiydi. Çok yıkıcı da olabilecek bir gelişmeydi ama aksi oldu; grupta belli bir rahatlama sağlamıştı Grinderman. Çünkü The Bad Seeds söz konusu olduğunda üzerinde hissettiği baskıyı Grinderman’de hissetmedi Cave. “Grinderman’le utanacağımız bir iş yapsak da, berbat bir albüm yayınlasak da olur ama The Bad Seeds ile olmaz,” diyordu.
Cave’in müzik hayatındaki bu gelişmelerle birlikte özel hayatında da değişiklikler oldu. Eski yılların uyuşturucu sarmalındaki hırçın günleri de, Blixa Bargeld ile paylaştığı kaotik sahne de geride kaldı. Artık içki de sigara da içmiyor. Avustralyalı ozan şarkıcı Anita Lane ile 80’lerin ortasında biten ilişkisinden sonra Brezilyalı gazeteci Viviane Carneiro ile tanışıp, bir çocuk sahibi oldu. 1990’larda PJ Harvey ile "The Boatman's Call" gibi gelmiş geçmiş en romantik albümlerden birine ilham veren bir ilişki yaşadı. Bir süre adı Kylie Minogue ile anıldı; birlikte unutulmaz "Where the Wild Roses Grow" adlı düete imza attılar. Ama en nihayetinde 1997’de modellik yapan Susie Bick ile karşılaştı, 1999’da evlendiler, ondan da ikiz erkek çocuk sahibi oldu.
Depresyonlu günlerini Brezilya’da geçirdiği dönemde aştı, şimdi çocuklarına düşkün bir aile babası. Melbourne, Londra, Berlin, New York, Brezilya şeklinde süren yerleşim yeri zincirinin son durağı şimdilik Brighton.
2011’de Grinderman’i dağıtıp, hem palabıyığını hem de gürültülü soundu geride bırakarak The Bad Seeds ile daha sakin sounda döndü ama onunla ilgili değişmeyen şeyler de var: Hâlâ eskisi kadar huysuz, çok verimli ve yaratıcı.
Kısa bir süre önce Twitter üzerinden hayranlarının sorularını yanıtladığı röportaj, aksi kişiliğini bir kez daha ortaya koydu. Gerçi bir zamanlar röportajın ortasında gazeteciye yumruk atan ve “Scum” adlı şarkısında NME yazarı Mat Snow’u kendisine “kötü ruhlu cüceyi hatırlatan pislik” olarak niteleyen birisi için, Cave’in artık biraz daha olgunlaşıp durulduğunu söylemek yanlış olmaz. Ters yanıtlar verse de yumruk atmıyor en azından. Yanlış anlaşılmasın; bunları onu olumsuz yönde eleştirmek için değil, onun karakterinin bir parçası olduğu için yazıyorum. Cave, kişiliğine ihanet edip sempatik görünmeye çalışsa, ben hiç memnun olmam.
ŞARKILARLA ÇIKILAN GERÇEKÜSTÜ SEYAHATLER
Aşırı uçları bünyesinde toplayan bir yapısı var Nick Cave’in. New York konserinde çığlıklar atıp haykırırken bir an geldi oturdu piyanosunun başına “Love Letter”, “People Ain’t No Good” gibi eski baladları sakince ve dokunaklı bir sesle söyledi. Sonra aniden kalktı yerinden, yeni albümdeki “Jubilee Street”i olabildiğince vahşi bir tonda kendini yıpratarak yorumladı; şiddet, seks, yeniden doğuş ve günah vardı şarkının özünde. Hayalindeki bir sokakta yaşanan utançları anlatırken hem bizi hem kendisini oraya götürdü. Ben Jubilee adlı sokağı konserde gördüm. O şarkı sırasında Nick Cave’in kendinden geçercesine dans edişini hiç unutmayacağım. Ne zaman “Jubilee Street”i duysam, Nick Cave ile o sokakta yürüyor olacağım.
Görsel olarak dış dünyada var olmayan olgular hakkında şarkı yazmakta zorlandığını söylüyor Nick Cave. Belki de bir zamanlar ressam olmak isteyip olamadığından, imajlara karşı açık bir düşkünlüğü var. Bütün ilhamını gördüklerinden, yaşadığı olaylardan alıyor ve onları o güzel kafasının içinde evirip çevirip yeni bir hale sokuyor. Sadece şarkılarını yazarken değil, onları sahnede seslendirirken de olabildiğince o görselliği yaşamak istiyor.
New York konserinde “Stagger Lee”yi söylerken şarkıda anlatılan bardaki kadını canlandırsın diye kalabalığın içinden 30’lu yaşlarında birisini sahneye çıkardı. Cave, “Kadın bardan çalımla yürüyüp eteğini yukarı çekti, Stagger Lee ile flört etmeye başladı,” dediğinde, izleyici kadın elinden geleni yaptı ama ne kıyafeti ne de kolundaki çantası şarkıdaki kadının çalımını canlandırmaya uygundu. Benim açımdan bu sahneyi izlemek gereksiz bir dikkat dağıtma nedeni oldu ama Nick Cave o sırada 19. yüzyılda Ortabatı Amerika’da yaşayan kadın tüccarı Stagger Lee ruhuna bürünmüş gibiydi.
Gerek müzik gerekse edebiyat alanında olsun, yazdığı her materyalde görüldüğü gibi, bizi kendi özel evreninde gerçeküstü bir seyahate çıkarıyor Cave. Örneğin, The Bad Seeds’in 1986 albümündeki “Hard On for Love”da, Tevrat'tan bir ilahiyi (Psalm 23) alıp pornografik bir nitelik taşıyan şarkı sözleriyle kullanır. 2009’da yayımlanan ikinci romanı “The Death of Bunny Munro”, karısı intihar eden orta yaşlı, hovarda bir kozmetik ürünleri satıcısının sapkın eğilimlerine, dejenere olmuş yaşantısına ve ahlaki çöküşüne tanık eder okuyucuyu.
YARATICI İMGELEM, KUTSALLIK, TANRI
Kara komedi ile absürd olayları, gerçek dünya ile ruhani dünyayı organik bir şekilde harmanlama yeteneği var onda. Bir dönem Hıristiyan olduğunu söylüyordu ama artık dindar ya da Hıristiyan diye nitelemiyor kendisini; sadece Tanrı’nın varlığına inandığını, şarkılarında kutsal kavramının yer aldığını belirtiyor. Ancak bir yandan da Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda izi bulunan Higgs bozonuna atıf yapan “Higgs Boson Blues” isimli bir şarkı yazıp, bunu farklı bir konsept için kullanıyor. Nick Cave’in aklının nasıl çalıştığını anlamak adına bu şarkıyı mercek altına alacağım.
Adına bakıp şarkının sadece Tanrı parçacığı hakkında olduğunu sanabilirsiniz ama öyle değil. Çünkü söz konusu olan Nick Cave; hem dile çok hakim hem de içinde bin bir çeşit fikir dolanan yaratıcı bir beynin sahibi. Şarkıyı dinlediğimizde, 27’ler Kulübü’nün üyelerinden Amerikalı blues şarkıcısı Robert Leroy Johnson’ın sırtında 10 dolarlık bir gitarla melodi peşinde dolaştığını, Martin Luther King’in Memphis’te vurulduğunu, Amerikalı şarkıcı-oyuncu Miley Cyrus’un Los Angeles’ta bir havuzda salındığını ve kendisinin de Cenevre’ye doğru yol aldığını duyuyoruz.
Bütün bunları nasıl bir araya getirmiş olabilir? Hikayenin çıkış noktası çok basit ama gelişimi karışık. Çocuklarını Madame Tussauds Müzesi’ne götürmüş Nick Cave. Çocuklar, orada Miley Cyrus heykelini görünce koşup ona sarılmış. “Bakın yan odada Kleopatra kılığında Elizabeth Taylor var,” demiş ama “O kim?” yanıtını almış. O anda yanlış giden bir şeyler olduğunu düşünmüş. Miley Cyrus’a karşı kişisel olarak herhangi bir kötü düşüncesi olmasa da, toplumda yaşanan çöküşü simgeleştirmek için onun popüler kültürdeki imajından yararlanmış.
Şarkıya “Higgs Boson Blues” adını vermesi elbette manidar. Ölüm nedeni bilinmeyen Robert L. Johnson hakkında yayılan efsaneye göre, Johson blues müziğini yaratabilmek için şeytanla ruhu karşılığında Faust’u hatırlatan bir anlaşma yapmış. Bu ruhani yıkımla Tanrı’nın varlığını sorgulatan bilimsel gelişme ve modern toplumların gidişatını ilişkilendiriyor Cave; ona göre bunlar aşırı durumlar. “Gerçek aşk şarkısı, Tanrı için yazılmıştır,” demişti bir zamanlar. Kendi ifadesiyle 1970 ve 80'lerde Tevrat'la daha yoğun ilgiliyken, 90'larda İncil'e eğilmiş, dünyaya karşı daha sıcak hisler beslemeye başlamıştı. Ancak onun Tanrı anlayışı, çocukluğunda kilise korolarında şarkı söylerken tanıştığı ortodoks, despotik anlayıştan uzak. Yaratıcı imgelemin ortaya çıkması ile kutsallık kavramı arasında oldukça sofistike bağlar kurduğu açık.
Aslında bütün yaptığı, mart ayında Austin’deki SXSW festivalindeki söyleşisinde dile getirdiği gibi, “absürd, büyülü, dönüşebilen, gerçeğinden farklı, özel bir Cave dünyası” hayal etmek. Bu şekilde çevresindeki sevdiği insanlara yakınlaştığını, şarkıların içinde yer alan eşi Susie’yi gerçek hayattaki halinden daha iyi tanıdığını söylüyor. “O şarkılarla kendimi eşime lehimliyorum,” diyor.
Bence dinleyecileri de aynı şarkılarla kendisine lehimliyor. Ancak şarkılar ve konserler bizi Nick Cave’e yakınlaştırsa da, aslında gerçek hayattaki Nick Cave’i tanımıyoruz. Avustralya’nın küçük bir kentinde, yerel bir okulda İngilizce ve matematik dersleri veren öğretmen bir baba ile o okulda kütüphaneci olarak çalışan bir annenin oğlu olarak doğduğunu, kamuoyuna yansıyan ilişkilerini ve röportajlarda söylediği düşüncelerini biliyoruz, o kadar. Ama bana sorarsanız, bize müziğinden yansıyan Nick Cave, kocaman fantastik bir dünya.
*Vogue Türkiye'nin Mayıs 2013 sayısında yayınlanan yazıdır.
_