24 Eylül 2013 Salı

TROPIC OF CANCER - RESTLESS IDYLLS


By on 13:29:00

24.09.2013
 

Yıllar önce Sigur Ros'un ilk albümü yayınlandığında bir arkadaşıma heyecanla dinlettiğimde, "Benim için fazla depresif..." demiş ve ilgi göstermemişti. Coldwave, synthwave, tekno, post-punk, gothic, shoegaze, bunların hepsinden etkiler taşıyan, karanlık bir müzik çoğu insana depresif gelebilir. Bu tür tepkiler aldığımda artık şaşırmıyorum ama ben hiç öyle hissetmiyorum. Beni üzmüyor; aksine dinlerken çok zevk aldığım için mutlu ediyor bu tarz müzikler. Oysa geçen gün Britney Spears'ın yeni albümünden bir şarkıyı dinlemek zorunda kaldığımda, duyduğum neşeli ama berbat müzik karşısında bir süre depresif bir ruh haline girdiğimi söyleyebilirim.

İnsanların müzikten beklentileri farklı elbette; bazıları müzik dinlerken eğlenme faktörünü ön plana alabilir, kimisi müziğin arka fonda kendisinin başka bir işle ilgilenmesini engellemeden akmasını bekleyebilir, kimisi de çok gürültülü bir müziğin içinde kaybolmayı arzulayabilir. Ben, öncelikle müziğin ruhuma dokunmasını istiyorum; bir şekilde beni sarsmalı, düşündürmeli, etkisi altında kalmalıyım. Bazı zamanlar oluyor ki, bir şarkı duyuyorum ve uzun süre başka bir şey yapamıyorum; aklım takılıyor müziğe, ayaktaysam oturuyorum bir yere ve o müziğin beni düşünce aleminde sürüklemesine izin veriyorum. Bana o deneyimi yaşatan müziklere ayrı bir tutkum var. Ortaokul yıllarından beri müzikle ciddi şekilde ilgilenmeye başladığım dönemden bu yana değişmedi bu. Bu hissi yaşatan müziklerin, hep daha karanlık post-punk soundunu taşıması bir rastlantı mıydı değil miydi diye çok düşündüm. İlk gençlik yıllarımda o soundun yaygın olması da bir etkendi belki ama bu zamana kadar artık onun etkisinden çıkmam gerekirdi. Çıkamadım. İlk aşkın unutulmaması gibi 80'lerin karanlık post-punk soundu içime işledi. Ama bundan şikayetçi değilim; hep dediğim gibi, bu sound olmasa hayat benim çok zor olurdu.

Bu yılın en iyi albümlerinden birisi de, sözünü ettiğim deneyimi yaşattı bana. Tropic of Cancer'ın (ToC) Blackest Ever Black etiketiyle yayınlanan ilk uzunçaları "Restless Idylls", bazıları tarafından "karanlık" diye bir kenara itilecek olsa da, benim baştacım olarak yerini aldı. Aslında albümün kapağında, kırmızı ojeli bir kadın elinin arkası yeşil bir fonda duran masa üstü abajura uzandığını görüyoruz; abajurun üzerinde de pembe güller var. Müzikle hiç ilgisi olmayan bir kapak tasarımı bana sorarsanız. Ama albümün sahibi müzisyen Camella Lobo, ısrarla "artık gotik tanrıçası olarak anılmaktan bıktığını, müziğinin insanları üzmesini ya da depresif bulunmasını istemediğini, artık şarkıların içinde bir ışık olduğunun da görülmesini arzuladığını" söylüyor. Bu kapağı eşi tekno prodüktörü Juan Mendez (Silent Servant) ile birlikte kendisi bizzat hazırlamış. Los Angeles'ta reklamcılık sektöründe çalıştığı için de bu konuya ayrı bir önem vermiş belli ki. 2007'de eşi ile birlikte başlattıkları ToC projesinin ilk kısaçalar ve single kapaklarına baktığımızda aradaki fark ortada. Siyah, beyaz ve çok daha gizemli kapaklardan bu aydınlık ve net kapağa geçilmiş. Kapak konusu üzerinde durmamın nedeni, aslında bunun Lobo'nun müzikte yapmak istediği değişimin de bir sembolü olmasından.

Ancak Camella Lobo'nun kendisiyle çeliştiği bir nokta var. Müziğinin bir korku filmine eşlik edebilecek şekilde algılanmasını istemediğini söylüyor. (Bence zaten daha önce yayınladıkları da öyle değil bu arada.) Bu isteğini sorgulayacak değilim, yalnız şarkı sözlerine baktığımızda hep geçmişe, bir insana özlem ve belirgin bir romantizm var. "Özlem" duygusunu "depresif" bulanların çok olduğunu biliyorum. Oysa bana göre hayat, yaşanmış mutlu anlardan ibarettir, tümüyle mutlu bir hayat yoktur; bir hayatın kesintisiz aynı mutlulukla geçmesini beklemek hayaldir. "Özlem" meselesine de böyle bakarsak, geçip gitti diye üzülmek yerine, yaşanmış olması nedeniyle mutluluk duyabiliriz.

Eşi ile müziğin alacağı yön konusunda görüş farkları yaşayınca, Tropic of Cancer'ı Eylül 2011'den bu yana tek başına yürütüyor Lobo. Açıkçası, eski kayıtları dinlediğimde yeni albümden dramatik farklar bulamıyorum. Tek başına kaldığında 90 BPM'in üzerinde şarkı yapamadığını itiraf ediyor kendisi. Tekno prodüktörü Juan Mendez'in yokluğunu aşmak onun için kolay olmamış ama bu albümde ünlü prodüktör Karl O'Connor'ın desteğini almış. Albümün son prodüksiyon dokunuşlarını ve miksini o yapmış.



"Restless Idylls"i baştan sona ilk dinlediğimde en çok "More Alone"a takıldım. Dans etmeye teşvik ederken, bir yandan da duygusal olarak etkiliyor. Lobo'nun alto sesiyle, gelmesini beklediği birine yalnızlığını anlattığı bir şarkı bu ama sevdiği de yalnız... "Bakın ne kadar mutluyum!" diye haykıran bir şarkı, hiçbir zaman beni böyle etkilemedi; dans ederken de bu büyüleyici karanlıkta kaybolmayı tercih ederim.

"Rites of the Wild"daki synth ve perküsyon diyaloğu, neredeyse kabile müziği tadında. Dead Can Dance'in post-punk ile daha fazla haşır neşir olduğu ilk dönemleri hatırlattı bana. Albümdeki diğer aşk şarkısı "Court of Devotion" ve "Children of a Lesser God"da tempo yavaşlayarak, derine doğru iniyor sesler. "Wake the Night", albümün en gerilimli sounduna sahip; sanki kalp atışına eşlik eden perküsyon, Camella Lobo'nun usulca telaffuz ettiği sözcükler ve ses tonu da, bir felaket sonrası yaşanan sahneyi getiriyor akla. Ancak albüm o gerilimle değil, "Rites of the Wild"daki yükselen tempoyla bitiyor.

Camella Lobo'nun kendi ruh dünyasında geçirdiği saykedelik bir tür yolculuğun müzikle belgeseli gibi "Restless Idylls". Beni bir dinleyici olarak o belgeselde izleyici olmanın ötesine geçirdi; kayıtsız kalamadım anlattıklarına. Canlı dinlersem de daha güçlü bir şekilde etkilenebileceğimi seziyorum. Konserlerinde kendisine gitarda Los Angeleslı post-punk grubu Dva Damas'tan Taylor Burch eşlik ediyor. Şu anda Avrupa turnesindeler; 20 Eylül'de Atina'da çaldılar. Keşke oraya kadar gelmişken İstanbul'a da yolları düşseydi.



-



Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate