26 Kasım 2013 Salı

VEGAN LOGIC XLVII - KASIM 2013 EN İYİLER - 25.11.2013


25.11.2013 tarihinde Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı.

1- David Lynch - Bad the John Boy
2- Mocksun - In Visions
3- my.head - Counting
4- Nils Frahm - Hammers
5- Max Cooper & Tom Hodge - Amorphous Romance
6- Robot Koch - Jupiter
7- John Talabot - Without Me
8- Shifted - Wash Over Me
9- The Field - Cupid's Head (Vatican Shadow Remix)
10- Disappears - Trans Europa Express (Kraftwerk cover'ı)
11- Gabriel Saloman - Cold Haunt





-

22 Kasım 2013 Cuma

JOHN GRANT @BABYLON: FARKLI AMA YİNE SARSICI


John Grant'i iki yıl önce Salon'da dinlediğimizde şöyle yazmıştım: "Bana göre bugün müzik dünyasının ozan şarkıcı geleneğini sürdüren en güçlü isimlerden. Müzik yapmak için gereken yeteneği ve çok etkili bir sesi var. Gücünü bu ikisinden alıyor. Şarkılarını kendisi yazıyor, kendisi söylüyor. Müzik yapmak için bir gruba ihtiyacı yok."

Üç yıl önce takdirle karşılanan ilk solo albümü "Queen of Denmark" için çıktığı turneydi o ve albümdeki yalın indie rock/folk soundunu, konserde sadece piyano ve klavye eşliğinde icra ediyordu. Bu yıl yayımlanan ikinci solo çalışması "Pale Green Ghosts"ta ise, belirgin bir sound değişikliğine gitti Grant. Elektronik sesler ve rock soundunun daha öne çıktığı bir albümdü bu. "Pale Green Ghosts"ta da "Queen of Denmark"ta olduğu gibi girdiği yolda sağlam yürüdü; farklı bir kulvara geçse de müzikalitesi ve anlattıklarıyla yine çok güzel bir albüm kaydetti. Bu defa onu Babylon'da canlı dinlemek, bu nedenle ayrıca önemliydi. Kayıt sırasındaki başarısını sahneye nasıl taşıyacağını merak ediyordum. (Salon konseri hakkındaki izlenimlerim: http://zulalmuzik.blogspot.com/2011/11/john-grantten-mukemmel-performans.html)

Salon konserindeki oturmalı düzendeki sakin konserin yerini, dün akşam Babylon'da ayakta dinlenen ve zaman zaman diskoya dönen hareketli bir konser aldı. İki yıl önce sahnede çoğunlukla yalnızdı, bazı şarkılarda klavyede bir müzisyen Grant'e eşlik etmişti ama bu kez toplam altı kişilerdi; gitar, bas, davul, synth ve klavye katkısıyla çok daha zengin bir altyapı vardı. Bir röportajında dediği gibi, ilk solo albümü 70'ler dönemine yakındı, oysa yenisi 80'lere doğru doğal bir evrilmeyi işaret ediyordu. "Pale Green Ghosts"ın kaydını İzlandalı elektro-pop grubu Gus Gus'tan Biggi Veira ile yapmasının da etkisi büyük bu değişimde. Çoğunlukla ilk albümü sevenler, kendisini yenisine yakın hissetmiyor ama ben John Grant'in her iki soundun da üstesinden geldiği kanısındayım. Babylon konseri bunun kanıtıydı.



John Grant, dün 21.50'de Türkçe "merhaba" diyerek sahnedeki yerini aldı ve hemen Mehmet Uluğ'un vefatı nedeniyle başsağlığı dileğinde bulundu. Salon konserinde çok daha esprili ve neşeli görünüyordu ancak dün akşam bir durgunluk vardı Grant'in üzerinde. Yanlış yorumlarda bulunmak istemem ama yeni albümünde büyük bir içtenlikle dile getirdiği konulardan yola çıkarsak, son birkaç yılın onun için daha zor geçtiği çok açık. The Czars grubunun dağılışı ve erkek arkadaşından ayrılmak onu sarsmış, alkol ve madde bağımlısı olarak geçirdiği dönemi solo albümüyle atlatmıştı. Ancak 2012'de, HIV taşıdığını Londra'da bir konserinde açıkladı. HIV ile yaşamanın zorluğunu, yeni albümünde yer alan "Ernest Borgnine" adlı şarkısında anlattı. "Queen of Denmark", Grant'in çocukluk dönemini yansıtırken, "Pale Green Ghosts" ilk gençlik döneminin zorluklarına odaklanıyor. Dolayısıyla, şarkıların yansıttığı hüzün çok daha derin.

Konserin açılışını yaptığı "You Don't Have To" adlı şarkısında, biten bir ilişkinin ardından eski sevgilisine, "Seni düşündüğümde kendimi aptal gibi hissediyorum. Çünkü sen seni düşünecek kimseyi hak etmiyorsun" derken, sesi hayal kırıklığı ile öfkenin yarattığı mükemmel bir tonda çıkıyordu. Ardından sevgilisinin bitmeyen sessizliğini, bir bomba olarak tanımlayıp Vietnam'da kullanılan portakal gazı adlı kimyasal maddeye benzetiyor. Böylesine çarpıcı şarkı sözlerini o müthiş bariton sesiyle öyle vurgulu söylüyor ki, olduğunuz yere çakıyor sizi.



Ancak sıra albüme adını veren şarkı "Pale Gren Ghosts" ve "Sensitive New Age Guy"a geldiğinde, synthler devreye giriyor ve Babylon adeta bir diskoya dönüyor. Disko topundan mekana yansıtılan renkli ışıklar her yeri kaplarken, sound electro-pop'a evriliyor, John Grant acılarını anlatırken aynı anda dinleyiciyi dans ettirebileceğini gösteriyor. O, sadece iyi bir ozan şarkıcı, folk şarkıcısı değil; elektronik ve orkestral altyapıya da aynı derecede iyi eşlik edebilecek kadar yetenekli ve hayal gücü geniş bir müzisyen. Bir süredir yaşadığı İzlanda'daki buzullardan esen rüzgarın karşısında savrulurken hissettiklerini bir metafora dönüştürüp, insan olmanın getirdiği acıları "Glacier" adlı şarkısında anlatabilecek kadar duyarlı bir insan.

Bis için sahneye geri geldiklerinde "Sensitive New Age Guy", "Chicken Bone", "Honeybear"ı dinledik. Klavye çalan müzisyen hariç diğer ekip arkadaşları sahne arkasına geçerken, o yine en yalın haliyle "Caramel"i söyledi. Bence "Bu turnede grupla çalsam da ben yine buyum," diyordu aslında. Kendisini sevdiği erkeğin kollarına bıraktığında ruhunun adeta havalandığını anlatıyordu. Müzik böylesine dürüstken, mekanda bazıları dinlermiş gibi yapıp konuşmayı sürdürüyor ama bize sadece sessizlik düşüyor. Teşekkürler John Grant.

Şarkı listesi: You Don't Have to - Vietnam - Marz - It Doesn't Matter to Tim - Pale Green Ghosts - Black Belt - Sigourney Weaver - Where Dreams Go to Die - GMF - Glacier - Queen of Denmark // Sensitive New Age Guy - Chicken Bones - Honeybear - Caramel 

(Fotoğraf ve videolar bana aittir.)

-

21 Kasım 2013 Perşembe

KEŞİF: Flo Morrissey


Londra'dan 18 yaşında bir müzisyen Flo Morrissey ya da diğer lakabıyla 9mary. "If You Can't Love This All Goes Away" adlı şarkısını yeni duydum. Hakkında fazla bir bilgi yok. İlk dikkatimi çeken tabii soyadı oldu ama sanırım bu bir tesadüf sadece. Şarkı söyleme tarzı Lana del Rey'i andırıyor, biraz zorlama bir tarz bu; kendi halinde akıp gitmediği için içten gelmiyor bana ve o nedenle de pek dokunmuyor. Ama sonuçta güzel bir sesi var ve ilerde neler yapar bilemiyorum. Şimdilik izlemeye aldım.


2013'ÜN EN İYİ ALBÜMLERİ


Yılın heyecanlı dönemlerinden birine geldik yine. 12 ay boyunca takip ettiğim yeni albümleri listelemeyi seviyorum. Çünkü hem bana hepsini gözden geçirme olanağı veriyor, hem de listeye göz atanlara bir fikir verebiliyor. Ben de başkalarının listelerine bakarak, atladığım iyi bir albüm var mı diye kendimi kontrol ediyorum. Daha önceki yıllarda da belirttiğim gibi, bu listeleri belli müzik kriterlerine göre oluşturuyorum ama elbette her liste onu yapana özel bir beğeniyi yansıtır. Sonuçta başkasının listesinde olmayan benimkinde olabilir ya da sıralamalarda farklar bulunabilir. Ben bu farkların hepsini eğlenceli ve ilginç buluyorum.

Bu yıl listedeki albümleri tek tek ayrıca açıklama gereği duymadım. Zaten çeşitli platformlarda, blogumda, radyo programlarımda görüşlerimi yıl içinde epeyce dile getiriyorum. Sadece 1 numaradaki albüme ilişkin söylemek istediklerim var. Aslında onun hakkında da daha önce yazı yazdım ama benim için 1 numaraya oturmasının nedenini açıklamam gerek. David Bowie'nin uzun bir aradan sonra yayınladığı "The Next Day", anlam ve sound olarak son derece çarpıcı olmasının yanında, geçmişe ışık tutarken aynı zamanda geleceğe kucak açan yaratıcı fikirlerle dolu kavramsal bir bütün. Kapak tasarımından şarkı isimlerine ve sözlerine kadar, Bowie'nin müziğini yakından bilenlerin yüzlerce metafor arasından keşif yapmasını sağlayacak bir sanat eseri o albüm. Kendisinin albüme dair röportaj vermemesi de bu açıdan çok anlamlıdır. Çünkü Bowie bugün geldiği noktada, o albümün anlatmak istediklerini bir de röportajlarla anlatsa, hem kendi sanatına hem de dinleyiciye saygısızlık olur. Albümün esin kaynaklarına dair yayınladığı sözcük listesi de, bunu ortaya koyuyor; gerisi dinleyiciye kalıyor. Ben albüm yayınlandıktan sonra o listeden yola çıkarak şarkıları uzun süre tek tek inceledim ve duyumsadıklarımdan çok büyük keyif aldım. Hatta ortaya çıkan düşünceler ve duygular ışığında albüme dair bir öykü de yazdım ama kimseye okutmayacağım; çünkü fazla özel oldu. Bana bu keyfi yaşattığı için minnettarım Bowie'ye.

Geçen yıllarda liste yaptığımda her albümden birer şarkının videosunu paylaşmıştım ama bu yıl onu da yapmayacağım. Bunun iki nedeni var: 1- 100 şarkı videosu yükleyince sayfa çok geç açılıyor, hatta çöküyor. 2- Dinamo FM'deki Vegan Logic adlı radyo programımı bir hafta yılın en iyi şarkılarına ayıracağım. Şarkı listesini o programdan sonra paylaşırım; şimdilik biraz sürpriz kalsın o.

1- David Bowie - The Next Day
2- Savages - Silence Yourself
3- Boards of Canada - Tomorrow’s Harvest
4- Atoms for Peace - AMOK
5- My Bloody Valentine - mbv
6- Deafheaven - Sunbather
7- Teho Teardo & Blixa Bargeld - Still Smiling
8- Föllakzoid - II
9- Jon Hopkins - Immunity
10- Nine Inch Nails - Hesitation Marks
11- Nick Cave and the Bad Seeds - Push the Sky Away
12- Stara Rzeka - Cien Chmury Nad Ukrytym Polem
13- Vatican Shadow - Remember Your Black Day
14- Tropic of Cancer - Restless Idylls 
15- Forest Swords - Engravings
16- John Grant - Pale Green Ghosts
17- Lubomyr Melnyk - Corollaries
18- Nils Frahm - Spaces
19- Zomby - With Love
20- The Knife - Shaking the Habitual
21- Yo La Tengo - Fade
22- Tim Hecker - Virgins
23- Moby - Innocents 
24- Wire- Change Becomes Us
25- Alessandro Cortini - Forse 1 
26- Primal Scream - More Light
27- Olafur Arnalds - For Now I Am Winter
28- Fuck Buttons - Slow Focus 
29- The Field - Cupid’s Head 
30- Bad Religion - True North
31- Suede - Bloodsports
32- Stave - Reform
33- Solyst - Lead 
34- James Blake - Overgrown 
35- Shigeto - No Better Time Than Now 
36- Mazzy Star - Seasons of Your Day
37- Darkstar - News from Nowhere
38- Bill Callahan - Dream River
39- Gabriel Salomon - Soldier’s Requiem
40- The Asphodells - Ruled by Passion, Destroyed by Lust
41- Sigur Ros - Kveikur
42- Darkside - Psychic
43- Baths - Obisidian
44- The Haxan Cloak - Excavation
45- Moderat - II
46- Ricardo Donoso - As Iron Sharpens Iron, One Verse Sharpens Another 
47- Machinedrum - Vapor City 
48- Esben and the Witch - Wash the Sins, Not Only The Face
49- Editors - The Weight of Your Love
50- These New Puritans - Fields of Reeds
51- Rauelsson -Vora
52- Grant Hart - The Argument
53- Goldfrapp - Tales of Us
54- David Lynch - The Big Dream
55- Thee Oh Sees - Floating Coffin 
56- Arcade Fire - Reflektor
57- The National - Trouble Will Find Me
58- CocoRosie - Tales of a Grass Widow
59- Mount Kimbie - Cold Spring Fault Less Youth
60- Actress - Silver Cloud
61- Mountains - Centralia
62- Marcel Dettmann - Detmann II 
63- SHXCXCHCXSH - STRGTHS 
64- Disappears - Era
65- How to Destroy Angels - Welcome Oblivion
66- Pere Ubu - The Lady from Shanghai
67- Tricky - False Idols
68- Var - No One Dances Quite Like My Brother
69- Tindersticks - Les Salauds (soundtrack)
70- Julianna Barwick - Nepenthe
71- Suuns - Images du Futur
72- Apparat - Krieg und Frieden (Music for Theatre)
73- Trentemoller - Lost
74- God Is An Astronaut - Origins
75- Mogwai - Les Revenants
76- No Age - An Object
77- Mark Kozelek & Desertshore - Mark Kozelek & Desertshore
78- Mick Harvey - Four (Acts of Love)
79- Mark Lanegan & Duke Garwood - Black Pudding
80- John Foxx & Jori Hulkkonen - European Splendour
81- Julia Holter - Loud City Song
82- Svarte Greiner - Black Tie
83- Acteurs - Acteurs
84- Nils Frahm & F.S. Blumm - Music for Wobbling Music Versus Gravity
85- Poliça - Shulamith
86- Four Tet - Beautiful Rewind
87- Woodkid - The Great Escape
88- Brandt Brauer Frick - Miami
89- Diode & Rick Holland - The King Krill 
90- Low - The Invisible Way
91- Standish/Carlyon - Deleted Scenes
92- Body/Head - Coming Apart
93- Nils Peter Molvaer & Moritz von Oswald - 1/1
94- Disclosure - Settle
95- Dalhous - An Ambassador For Laing
96- John Foxx and the Maths - Evidence
97- Architect - Mine
98- mokroïé - The Trial 
99- Function - Incubation
100- Roedelius Schneider - Tiden



20 Kasım 2013 Çarşamba

Olafur Arnalds'la Bir Sonbahar Akşamı


Olafur Arnalds'ı iki yıl önce bir şubat akşamında ilk defa yine Salon'da canlı dinlemiştim. Dün akşam onu dördüncü kez, güzel bir rastlantı sonucu yine Salon sahnesinde görme olanağı buldum. 2011 konserinde, genç müzisyene üçü kemanda, biri çelloda dört kadın müzisyen ve bir laptop teknisyeni eşlik etmişti. O konser için yazdığım yazıda, piyano ile yaylıların söyleştiği konserlerdendi demiştim. Dün de yine başrolde Olafur Arnalds'ın piyanosu vardı ama bu kez piyanonun tınılarına sadece bir kemancı ve bir çellist karşılık veriyordu. Laptop teknisyeni gitmiş, onun yerine de Olafur Arnalds'ın piyanonun üzerine yerleştirdiği bir iPad gelmişti. Aslına bakarsanız, iPad'in gelişi elektronik seslerin artmasını da beraberinde getirmiş; dün gece Salon'un üst katından Olafur Arnalds'ın müziğine iPad katkısı rahatlıkla izlenebiliyordu. Keman gerçekten çalarken bile keman loop'ları ile destekleniyor, yaylılar olmadığında da yaylı sesleri sahneyi doldurabiliyordu.



Bunları olumsuz bir eleştiri olarak yazmıyorum; sadece konser yazısında yapmak zorunda olduğum bir tespit. Çünkü ben elektronik müziği eleştirenlerin savunduğu klasik argümanı benimsemiyorum. Orada iPad'den hangi seslerin, ne zaman çıkacağına karar veren ve onları oraya yerleştiren de müzisyenin kendisi. Müziği, duyduğunuz seslerin bir bütünü olarak değerlendiriyorsanız ve duyduğunuz o bütünün sizde yarattığı duygularla ilgiliyseniz, elektronik ekipmanın devreye girmesinden rahatsız olmak anlamsızlaşıyor. Björk'ün iPad üzerinde albüm yapması da bana göre dahiyane bir işti. "Biophilia" adlı albümü konserde canlı dinlediğimde, iPad'in sahnede başat rol üstlenişine orada da tanık oldum. Ancak bu demek değil ki, klasik enstrümanlar tamamen devre dışı. Olafur Arnalds dün piyanosunun tuşlarına her zamanki gibi sihirli dokunuşlar yaptı, diğer müzisyenler de aynı derecede büyük bir hassasiyetle yanıt verdiler.

Olafur Arnalds, konserlerinde dinleyiciyle sıcak ilişki kurmayı seven bir müzisyen. Mutlaka her seferinde esprili hoş anekdotlarla salondakileri güldürüyor. Dün de İzlanda ile Hırvatistan'ın Dünya Futbol Şampiyonası için yaptığı maçı sahne arkasında canlı izlediklerini ve kendisi futbol sevmese de bunun İzlanda için büyük bir olay olduğunu anlatıp, "Konser sırasında sahne arkasından çığlık ya da bağırtı duyarsanız, nedeni bu; ekipteki arkadaşlar bana da haber verecek," dedi. Maç konusu daha sonra konser boyunca sürdü. "For Now I Am Winter" adlı albümünde vokalde yer alan Arnor Dan sahneye geldiğinde de aralarında maç üzerine espriler yaptılar.

Henüz 27 yaşında olmasına karşın, yaptığı müziğin kırılganlığı öylesine etkileyici ki, o şarkıları besteleyen birisinin şarkı aralarında günlük hayatın sıradan konularından söz etmesi insana garip geliyor. Aslında Türkiye gibi öfkenin, şiddetin, hoyratlığın hayatın hemen her alanında hissedildiği bir ülkede, dokunuşu öylesine yumuşak, sakin bir müziği dinlemek başlı başına tezat yaratıyor. Sokakla salon arasındaki dev uçurum böyle konserlerde daha çok çarpıyor insanı. Ama her şey sadece 1.5 saat için… Sonrasında İstiklal Caddesi'ne adımınızı attığınız anda o hiç bitmeyen kakofoni sarıyor etrafınızı.



Arnalds'ın müziğini dinlediğimizde çoğumuz hüzün hissediyoruz ama ilginç olan şu ki, kendisinin de söylediği gibi "her hüzün kalp kırıklığıyla ilgili değil; hüznün de çeşitleri var." Polonya'ya kabus dolu bir yolculuktan sonra yazdığı "Poland" gibi mesela… Konser sırasında "Ljósið" adlı şarkısının hikayesini de duyunca, müziğinin arkasındaki esin kaynaklarının bizim düşündüğümüz gibi olmayabileceğini daha iyi anladık. O şarkıyı aslında küvet üreten bir firmanın reklamı için yazmış ama reklamcılar beğenmeyince, o da internetten bedava yayınlamış. "Sonra aniden en çok sevilen şarkım da o oldu. Bazen Youtube'daki yorumlara bakıyorum. 'İzlanda'nın doğasından çok etkilenmiş olmalı!' diyenler oluyor. Oysa o küvet için yazılmıştı ama bir daha asla küvet reklamı için müzik yapmayacağım," derken mekandaki herkes gibi kendisi de gülüyordu.

Konserde hem eski kayıtlarından hem de bu yıl yayınladığı albümden (12 şarkılık albümden 6 şarkı)  şarkıları çaldı Arnalds. Geçen konserde görseller doğanın muhteşemliğini gösteren imajlarla doluydu. Bu defa salon çok karanlıktı, konserin genelinde müzisyenleri net görmek olanaklı değildi. Sadece sahne üzerine yansıtılan ve ne olduğu tam anlaşılamayan ışıklar vardı.

Bis öncesinde İzlanda'nın Dünya Futbol Şampiyonası hayalinin de sona erdiğini duyurdu Olafur Arnalds. Klasik müziği indie dünyasına büyük bir başarıyla taşıyan bu genç yeteneği alkışlayıp hoyrat dünyaya geri döndük. Konser salonları birer sığınak bu gezegende.

Şarkı listesi:
Þú Ert Jörðin - Tomorrow's Song - Poland - Ágúst - Hands be still - Only the Winds - Gleypa Okkur - 3326 - We (too) shall rest - Undan Hulu - For Now I Am Winter - A Stutter - Old Skin - Near Light // Lag Fyrir Ömmu 



(Konser videosu bana aittir. Konser sırasında mekan çok karanlık olduğundan görüntü de öyle ama dinlemek isteyenler olabilir diye düşündüm.)



19 Kasım 2013 Salı

VEGAN LOGIC XLVI - 2013'TE YENİDEN YAYINLANAN KAYITLARDAN DERLEME - 18.11.2013


18.11.2013 tarihinde Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı.

1- Godley & Creme - Babies
2- Tommy de Chirico - Flower into the Factory
3- Thomas Dinger - Allewalzer
4- Boards of Canada - Basefree
5- Seefeel - Plainsong
6- Fluxion - Lapses
7- Cabaret Voltaire - The Operative
8- Das Cabinette - The Cabinet
9- Labradford - C. of People
10- The Durutti Column - Never Known
11- T.R.A.S.E. - Electronic rock
12- Sandra Plays Electronics - Her Needs







-

18 Kasım 2013 Pazartesi

The Durutti Column - Never Known



Bu akşam Vegan Logic'te çaldığım The Durutti Column şarkısı "Never Known"u sözleriyle birlikte paylaşmak istedim. "You're touching me / As a priest loves pornography" bugüne kadar bir aşk/ayrılık şarkısında geçen en güzel şarkı sözlerinden biridir bence. Saygılar Vini Reilly.



I cry in my sleep 
Sometimes you stay 
Sometimes you stay 
You never know why 
Please say my name 
Don't turn away 

The pain is black 
The pain is bright 
The pain is black 
The pain is bright 
The pain is bright 

Then I awake 
And in the half light 
Watching my movements 
Through half closed eyes 
You're touching me 
As a priest loves pornography 
We played beneath the patterns
Don't turn away 

Kissed by the years 
Caresses of time 
Marking the lines 
The lines of expression 
The patterns of place 
The patterns of youth 
The patterns of love 
Don't turn away 
Say my name 
Say my name 


İstanbul'da Bir İlk: Komünal Müzik Dinletileri >> 'Dinleme Odası'




DİNLEME ODASI NEDİR? 

Biz, aşağıda adı yazılı dört müzik sevdalısı, İstanbul’un kültür hayatına alternatif bir katkıda bulunmak amacıyla yeni bir proje başlattık. “Dinleme Odası” adını verdiğimiz bu projenin nasıl doğduğunu, amacının ne olduğunu kısaca özetlemeye çalışacağız.

İçinde yaşadığımız Dijital Çağ, müziğin hem üretiminde hem de iletiminde köklü değişiklikler yarattı. Artık müzik üretimi daha demokratik ve özgür, müziğe ulaşmak daha kolay, internet sayesinde radyo istasyonları çok daha fazla, yayınlanan müzikler çok daha çeşitli... Ancak her değişim gibi bunun da olumlu etkilerinin yanı sıra olumsuz sonuçları da oldu. Bütün bu kolaylıkların yanı sıra, eskiden var olan bazı duyguları kaybettik. Bir albümü baştan sona bütünüyle dinleyip onu duyumsamaya çalışan insan sayısı giderek azalıyor. Video klip çekilen ya da single olarak yayınlanan şarkılar bilinirken, albümdeki diğer şarkılar geri planda kalıyor. “Albüm öldü. Madem bu yeni sistemde albüm satamıyoruz, öyleyse onca çaba ve masrafa gerek yok; albüm yapmak yerine tek tek şarkı yayınlarız daha iyi,” diyen müzisyenler artıyor.

Bizler bu durumu içimiz buruk bir halde izliyoruz. Çünkü albümlere karşı duygusal bağ hissediyoruz; şarkıların oluşturduğu bütünlüğü anlamlandırmaktan, kapak tasarımlarından tutun şarkı isimlerine, sözlerine kadar incelemekten büyük zevk alıyoruz ve biliyoruz ki, bizim gibi olanlar da var. Düşündük ki, hayatında müziğe önemli bir yer ayıran insanlarla buluşup bir albümü bütünüyle dinlemek hepimiz için çok ilginç olabilir. Nasıl yaparız, nerede yaparız diye kafa yorarken, Kontra Plak bu projeye kapılarını açtı. Mekan bulununca fikir de giderek olgunlaştı. Dinleme Odası böyle doğdu!

Her ay belirlediğimiz bir albümü dinlemek üzere müzikseverleri Kontra Plak’a davet edeceğiz. Müziği kimi zaman plaktan, kimi zaman CD’den dinleyeceğiz ama bazen de sürpriz yapacağız; henüz yayınlanmamış bazı albümlerde özel dinleti gerçekleştirme şansımız olacak. Planımız, albümü baştan sona birlikte dinleyip sonunda da ortak bir değerlendirme yapmak. Hani film festivallerinde film izledikten sonra film üzerine yapılan konuşmaların keyfi vardır ya, onu müzikte yakalamak istiyoruz. Tek amacımız, albümlere hak ettiği değeri vermek ve bu komünal dinleti sayesinde güzel bir akşam geçirmek. Tamamen bağımsız bir oluşum olarak naif emellerle yola çıktık; ufak ikramlar ve müzik bizden, katılım sizden!

Dinleme Odası’nın 6 Aralık 2013 Cuma günü 19.30’daki ilk etkinliği için Nils Frahm’ın bu ay yayımlanacak “Spaces” adlı albümünü seçtik. Kontra Plak’ta yerimiz sınırlı olduğundan katılacak olanların LCV ile bilgi vermelerini rica ediyoruz. Dinleme Odası’nda buluşmak üzere sevgiler!

Tarih:6 Aralık 2013, Cuma
Yer: Kontra Plak
Adres: Tomtom Mah., Yeni Çarşı Cd 60/A, Cihangir/İstanbul
Saat:19:30-21:30

Mekan kapasitesinin 20 kişi ile sınırlı olması nedeniyle dinlemeodasi@gmail.com adresine katılım bilgisi verilmesi rica olunur.

Zülal Kalkandelen http://zulalmuzik.blogspot.com
Ezgi Aktaş http://www.alternatif-istanbul.net/
Rahşan Koçoğlu www.unblugged.com
Okan Aydın http://www.kontrarecords.com/

_

Morrissey'in 2006 Efes One Love konseri ve İstanbul hakkında yazdıkları


Morrissey'in "Autobiography" kitabını henüz edinemeyenler için ilginç olabilecek bazı bölümleri zaman zaman paylaşıyorum. Morrissey, 2006'da Parkorman'da yapılan Efes One Love Festival'da headliner'dı. Benim için çok özeldi o konser ve bence aynı zamanda İstanbul konser tarihinin de en unutulmazlarından biriydi. Belli ki Moz için de yeri ayrı; o konser ve İstanbul hakkında aynen şunları yazmış kitabında.

"Istanbul hums from all of the scenes that you might expect. There are notably very few females on the street, all of which empty as evening prayer call in the loud Holy Joes (men only) whose murmured prayers can be heard across the city's rooftops. The preachers preach and the sinners sin sincerely. Pelicans gather by the bay. At the city's oldest hammam we cleanse and purge, Brillo-padded to vanilla squeakiness, swabbed down on ancient tiles, where the men of Istanbul launder themselves slowly and twice-over lightly, buffed in the buff. Twelve thousand gather for the Morrissey concert, and the promoter smiles to me. 'You are very big here. I just hear Roy's keen on the radio.' 

My smile crashes. Roy's keen? A bubble- headed choice.

The young of Istanbul chant the words back at me with clerical address. I had no idea. They urge me on, their arms outstretched in entreating petition. Why didn't anybody tell me? I like it here, can I stay? I am at my happiest, and I have the smarts as each song begins and screams of recognition run aground at the touch of each opening chord. How soon could I return?"





-

14 Kasım 2013 Perşembe

Morrissey'in 'Meat is Murder' ve et endüstrisi hakkında kitabında yazdıkları


Üç gün sonra Morrissey'in "Autobiography" adlı kitabı yayınlanalı bir ay olacak. Hakkında çok şey söylendi ve yazıldı ama aşağıdaki satırları medya beklendiği gibi yine görmezden geldi. Morrissey'in hayatımı değiştiren bu albüm ve şarkı hakkında yazdıklarını aynen paylaşmak benim borcumdur. Saygılarımla Moz...

"The aspirant moment is the title track, each musical notation an image, the subject dropped into the pop arena for the first time, and I relish to the point of tears this chance to give to the millions of beings that are butchered every single day in order to provide money for agriculturalist butchers. Meat is Murder enters the UK album chart at number 1, kicking Bruce Springsteen's Born in the USA off the top spot. Although the title track of Springsteen's album continues to blast from radio stations on constant rotation, no radio station ever plays Meat is Murder. In the year of 1985, abuse and torture of animals is protected under various British laws, and if you therefore want to act in defense of animals then you are forced to break the law. To publicly make the observation that meat is murder is, in fact, to claim that the law is wrong. It is also to suggest that all British judges who enjoy hunting and shooting and fishing, and who have personal investments in animal industries, are themselves terrorists, which, when viewed from any perspective, is undeniable. The horror of animal abuse is now common knowledge due to such famous cases as Huntington Life Sciences, and the global conspiracy of animal abuse is so financially profitable to the highborn and the upscale that the judiciary reserve their most aggressive and severely exaggerated prison sentences for anyone who selflessly attempts to rescue animals from unimaginable conditions of torture. The debate has opened up considerably in recent years, and it is no longer denied by anyone that eating animals and fish are cruel things to do. You either approve of violence or you don't, and nothing on earth is more violent or extreme than the meat industry. Generally, the media still believe that animals deserve all that they get - after all, they are not human, so how could their feelings matter? In return, the meat industry offers the human race a menu of colon cancer, heart disease, swine flu, E. coli, salmonella, osteoporosis, obesity, diabetes, Crohn's disease, mad cow disease, listeriosis, shellfish poisoning, bird flu, tongue cancer, and so on. Either slowly or quickly, all of the above kill carnivores, none of which matters much as long as money rolls in for the farming fatcats. Mad cow disease is, of course, mad farmer's disease - since it is the madness of the farmer that destroys the cow. The cow itself does nothing to make itself mad. In the US, the homeland meat industry causes more deaths to Americans than any other known entity, and its array of contaminations place the heaviest burden on medical care. In the UK, the NHS has expressed anger towards people who smoke because such an avoidable habit ultimately saps NHS resources. Yet the same can be said of people who eat pigs and sheep. Environmentally, the meat industry damages the earth's resources more that any other threat, and 80 per cent of global warming has been attributed to meat production. Yet people are still encouraged to eat death, and to have death inside their bodies - long after tobacco warnings have cautioned people into fits of fear. Although many people are certain that the planet is for human use only, and that sea life should be called seafood, the British judiciary continues to label animal protectionists as 'extremists', whilst being unable to consider the Holocaust carnage inside every abattoir to be extreme. If the RSPCA were a credible organization they would not allow abattoirs to exist.

'Ohhh... I absolutely HATE the Smiths!' I hear Slade singer Noddy Holder say in a daytime radio interview, as in the same week Cockney Rebel singer Steve Harley tells the Daily Mail, 'I cannot STAND the Smiths.' In Manchester, the famous Manchester Evening News desperately attempts to portray the Smiths as 'fans' of Hindley and Brady, and finally relent with the almost-invisible BAD BOYS ARE TOPS when Meat is Murder hits number 1. How delightful to be thought as 'bad', I muse, as I sit by a reading-light, pawing George Eliot's Scenes of Clerical Life. Life is clearly so much better when you can get straight to the point."

Morrissey, Autobiography, s.181-183.



-

12 Kasım 2013 Salı

VEGAN LOGIC XLV - ROWLAND S. HOWARD -11.11.2013


11.11.2013 tarihinde Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı.

1- The Boys Next Door - Shivers
2- The Boys Next Door - The Red Clock
3- The Birthday Party - Ho-Ho
4- The Immortal Souls - Mary Me (Lie! Lie!)
5- Rowland S. Howard - Still Burning
6- Nikki Sudden & Rowland S. Howard - A Quick Thing
7- Nikki Sudden & Rowland S. Howard - Don't Explain
8- Rowland S. Howard - Autoluminescent
9- Rowland S. Howard - Dead Radio
10- Rowland S. Howard - Ave Maria
11- Rowland S. Howard - Shut Me Down
12- Rowland S. Howard - Pop Crimes 






_

7 Kasım 2013 Perşembe

BODY/HEAD @ SALON


Ülke gündemini işgal eden "kızlı erkekli ev" saçmalığının tüm şiddetiyle sürdüğü günün akşamında Kim Gordon'u yeni projesi Body/Head ile canlı dinlemek, yaşadığımız coğrafyadaki akıldışı durumun somut bir belgesi gibiydi. Kültür alanında yaşadığımız çağa özgü ufuk açıcı işler olmaya devam ediyor, rock müziğin kadın efsanelerinden birisi kentimize geliyor ve aynı anda ancak birkaç yüzyıl öncesinde olabilecek temel hak ihlalleri yaşanıyor. Absürdlüğün de ötesinde gerçeküstü bir kabus gibi son altı aydır olup bitenler. Siyasetin toplumun çok gerisinde kaldığı bir ülkede yaşamanın acıları, eziyeti her gün yeniden tekrarlanıyor. Müzik festivalleri, konserler, tiyatrolar, kitaplar, sanat olmasa, kısa dönemli olsa da bize nefes aldıracak sığınaklar bulamasak, topluca delirebileceğimiz bir ortam söz konusu...

Dün akşam bu duygu ve düşünceler içinde Body/Head'i ilk kez canlı dinlemek üzere Salon'a gittim. Yaz başında sezona ara verildiğinden bu yana Salon'daki ilk konserimdi. Özlemişim. Sıcak bir havası var o mekanın. Ancak şu anda içinde yer aldığı Deniz Palas satıldığı için başka bir yere geçmesi planlanıyor. Bunu düşününce içimde bir burukluk hissettim. Beyoğlu-Taksim-Şişhane çevresindeki canlı müzik mekanları giderek azalıyor, sanki bir zemin kayıyor ayağımızın altından... Umarım en kısa zamanda yeni bir yer bulunur ve konserler devam eder.

Body/Head'i dinlemeye gelenler çok fazla değildi ama aralarında alternatif/deneysel müzikle yakından ilgilenen epey tanıdık yüz vardı. Sadece Kim Gordon'ı görmek için ya da Sonic Youth hayranı olduğu için gelenler de vardı belki ama tahminime göre onlar azdı. Çünkü konser başladıktan sonra konserden ayrılan pek insan görmedim; dinlemesi kolay olmayan karanlık şarkılara, alışılmış şarkı yapılarına ve sözlerine meydan okuyan bir müziğe ilgisi azalmadı kalabalığın.

Müzisyen, vokalist, görsel sanatçı, oyuncu, prodüktör, moda tasarımcısı Kim Gordon, 1981'den bu yana adının özdeşleştiği Sonic Youth'tan ve eşi Thurston Moore'dan olaylı bir şekilde ayrıldı. Bir kadının 30 yılını birlikte geçirdiği erkeği ve grubu başka bir kadın yüzünden terk etmesi, mutlaka travmatik bir durumdur. Ama Gordon, son derece yetenekli ve yaratıcı bir kadın ve ayakta kalmasını sağlayacak sanatı var. 2011'de Sonic Youth macerası bitince, hemen müzisyen arkadaşı Bill Nace ile işbirliği yaptı ve Body/Head adlı ikiliyi kurdu. Bu yıl eylül ayında ilk albümleri "Coming Apart" yayınlandığında birçok kişi gibi Sonic Youth hayranları da şaşırdı. Çünkü sadece iki gitar ve vokalle yapılan müzik, oldukça deneysel bir noise rock. Pink Floyd'un Syd Barrett'lı dönemi ve film yönetmeni Catherine Breillat'dan esinlenen albüm, tamamen gitar doğaçlamaları ve saykedelik noise/drone üzerine kurulmuş. Büyük bir bölümü enstrümantal ama Kim Gordon'ın vokalde bazen mırıldanırcasına, bazen de ulurcasına söylediği vokaller de, büyük ölçüde kendi özel hayatına odaklanan ve en içten hislerini ortaya koyan doğaçlamalar.

"Coming Apart" adından da anlaşılacabileceği gibi, ilişkiler, seks ve kontrol odaklı temalara yoğunlaşmış bir albüm. Adını, Milton Moses Ginsberg'ün 1969 tarihli "Coming Apart" filminden almış. Konser sırasında da sahnede müzisyenlere büyük bir ekranda bu filmden ağır çekim görüntüler eşlik ediyor. Kim Gordon, 60 yaşına rağmen hala sahnede göz alıcı bir diva. Diva derken bu kelimeye olumsuz bir anlam yüklemiyorum elbette; enstrümanına tamamen hakim, sahnede nasıl duracağını bilen ve o duruşundan ödün vermeyen bir müzisyen. Diz boyundaki dar eteği, askılı bluzu, pırıltılı topuklu ayakkabıları, dağınık saçları ve yüzündeki soğuk, ciddi ifadesiyle anıt gibi bir kadın.

Tam kaç yaşında olduğunu bulamadım ama Gordon'dan çok daha genç gözüken Bill Nace, cazdan rock'ın farklı türlerine kadar birçok isimle işbirliği yapmış, deneysel müziğin bir doğaçlama ustası. Daha önce de çalışmalar yapan ikili, birlikte çalma kimyaları uyunca, işi ilerletmeye karar vermiş. O söz ettikleri kimyaya gözümüzle kulağımızla tanık olduk dün akşam. İki gitarın çıkardığı tuhaf seslerin uyumu dikkat çekiciydi. Biri diğerini yönlendirmiyor, her ikisi de kendi dilini konuşuyordu; arada gerilimler olsa da konuşmalar akıcı şekilde sürüyordu. Kim Gordon'ın vokallerinden tam bir öykü çıkarmak çok olanaklı değil ama müziğin kimi zaman artan şiddeti, dinleyicinin ruh dünyasında belli bir yönlendirme yapıyor.

Gordon ve Nace'in önlerinde duran pedallar aracılığıyla yarattıkları yırtıcı sesler, bir yandan da arkada gösterilen filmin ruhuna da uyuyordu. Özellikle albümdeki 17 dakikalık "Frontal" çalınırken dikkatimi çekti; Gordon, "Senin önünde dururken ne yapabilirim? / Kendimi çok zayıf ve aptal hissediyorum" derken, aynı anda filmde bir erkek, yere uzanmış genç bir kadının üzerine oturmuş çok yakın plandan fotoğraflarını çekiyordu. Şarkı sözleri ile bu sahnenin uyumu, görüntülerin tesadüfen akıp gitmediğini gösteriyordu. O anda gitarların yarattığı gürültü öyle çarpıcıydı ki, insan şarkıdaki ve filmdeki kadının hissettiklerini kendi ruhunda hissediyor.

İşitsel - görsel arasındaki etkileşim açısından çok ilginç bir konserdi. Kim Gordon, bu etkileşimi "sanki filmde oynuyormuşuz gibi hissediyorum ama o kendi filmimiz" diye anlatıyor. Konser boyunca bir gözlemci olarak ben de, gölgeleri ekranın üzerine düşen müzisyenleri filmle bir bütün olarak algıladım. Görsel malzemeyi sahneden kaldırsak, konserin verdiği duygu kesinlikle farklı olur, etkisi azalırdı. Nitekim albümü evde oturup baştan sona dinlemekte zorlanan bir tanıdığım, konserde çok daha sürükleyici bulduğunu söyledi.

Kim Gordon, bir röportajda doğaçlamalar nedeniyle albümü baştan sona tamamen aynı şekilde çalamayacaklarını söylemişti. Dün akşam bizim duyduğumuz da albümden farklıydı. Bazı gruplar vardır; albümdeki soundu aynen konserde de yakalamaları sizi etkiler ama Body/Head gibi bir grup için önemli olan, iki müzisyenin gitar aracılığıyla kurduğu yoğun diyalog. Grubun adındaki gibi, birisi olmadan diğeri olamayacak beden ile kafanın oluşturduğu çok bütünlüklü bir oluşum Body/Head. Buna tanık olmak güzeldi. Ancak konser çok kısa sürdü; 50 dakika sonra teşekkür edip sahneden ayrıldılar. Bis yapılacak bir konser de değildi. Kim Gordon ve Bill Nace, umarım gelecekte yeni albümler kaydetmeye devam ederler ve tekrar gelirler buralara.



(Fotoğraflar bana aittir.)

-

5 Kasım 2013 Salı

VEGAN LOGIC XLIV - EKİM 2013 EN İYİLER - 4.11.2013


4.11.2013 tarihinde Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı.

1- Darkside - The Only Shrine I've Seen
2- Ricardo Donoso - Affirmation
3- Four Tet - Gong
4- The Field - They Won't See Me
5- Poliça - Smug
6- Moby - A Long Time
7- Tim Hecker - Black Refraction
8- Machinedrum - eyesdontlie
9- Mogwai - Remurdered
10- Vatican Shadow - Tonight Saddam Walks Amidst Ruins
11- David Bowie - Love Is Lost (Hello Steve Reich Remix by James Murphy)






-

3 Kasım 2013 Pazar

Morrissey'in bir öğrenci olarak David Bowie ile ilk karşılaşması


Aşağıdaki paragrafı Morrissey'in "Autobiography" adlı kitabından aynen aldım. (s.65-66, 68) Öğrenciyken Bowie'ye bir not yazıp vermiş Moz. Ne yazdığını söylemiyor kitapta. Çok merak ettim. Merak ettiğim diğer bir husus, acaba Bowie o anı hatırlıyor mu? Pek ihtimal vermiyorum. Kim bilir kaç kişiden o şekilde not almıştır...

"England was already set to change trains from Marc Bolan to David Bowie, whose Starman single had shaken everyone with its somewhere-over-the-rainbow chorus and Blue Mink's Melting pot bridge. Full-page advertising for David Bowie's new Top Rank tour causes me to laugh excitedly as I see the now famous shot of spike-thin Bowie half-propped on a high stool, wearing tight white satin pants tucked into plastic boxer-boots, one hand on hip, the other hand on pointing the way to somewhere, quite fanatically homosexual. The face is damned-soul-as-savior-of-society, preacher and reformer, now free of his own unhappy childhood and willing to help you through yours should Black Sabbath and Deep Purple prove insufficient. I crawl from the cultureless world to Stretford Hardrock in September 1972, where David Bowie is showcasing the venue. At midday he emerges from a black Mercedes, every inch the eighth dimension, teetering on high heels, with all the wisdom of our ancestors. Smiling keenly, he accepts the note of a dull schoolboy whose overblown soul is more ablaze than the school blazer he wears, and thus I touch the hand of this inexplicably liberating reformer; he, a Wildean visionary about to re-mold England, and I, a spectacle of suffering in a blue school uniform.

(...) The womanly David Bowie was attacked by the Daily Mirror as being 'a disgrace' - although how he is a disgrace, or why, is not explained. Bowie's extraordinary effect of menace upon British culture is largely forgotten now, but I watched it break like a thundercloud in 1972, and its presence was as volcanic as that which later would be termed Punk."


Translate